PONTIUS
PILATUS’UN
ÖYKÜSÜ
Pek çok anlatıcı ve yorumcudan benden ve karışıklarla dolu
insanlık tarihinin kayıtlarına geçen verdiğim
kritik karardan bahsedildiğini duymuşsunuzdur.
Size olayı kendi açımdan ilk elden anlatmama
izin verin.
Kalabalıkları
manipüle etme konusunda becerileri olan
üst düzey kahinler ve din adamları onu
Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ederek Tanrıya
küfrettiği suçlamasıyla huzuruma getirmişlerdi.
Anlatmaya kim olduğumdan bahsederek başlayayım.
26-36 yıllarında ileride tüm Dünya’da
Anno Domini diye anılacak olan Yahuda,
Samarye ve Idumea’nın bir kısmının beşinci
valisiydim. Görevim imparatorun doğrudan
kontrolü altındaki bu bölgelerde barışı
korumaktı. Valiliğim Yahudi tarihinin
çok çalkantılı bir dönemine denk gelmekteydi
ve konumum çalkantıyı doruğa çıkarmıştı.
Bir Roma soylusu olarak doğmuş olmam sayesinde Augustus’un
güvencesindeydim. Askeri, sivil ve yasal
olaylardaki otoritem mutlaktı. Romada
pek çok kişi benim durumuma gıpta etmekteydi.
Nasıl bir yönetim sergilediğimi soracak
olursanız yanıtım tekrar tekrar sertlik
olduğunu söylemek olacaktır. İtiraf etmeliyim
ki tamahkârlık kişisel özelliklerimden
biriydi.
Ne zaman hilekar icraatlarım aklıma
gelse acı çekiyorum.
Bir keresinde bayram gününü kutlayan bazı yahudilerin hayvan
kurban etmelerine çok öfkelenmiştim. Çoğunu
tutuklatıp idam ettirdim. Gaddarlığım
sınır tanımıyordu; kanlarının kurbanlarının
kanlarıyla karıştırılması emrini vermiştim.
Yahudi Sanhedrin’i tarafından alınmış
herhangi bir ölüm kararının tarafımca
onanması
sahip olduğum bir yetkiydi.
Sezariye’de Hirodes sarayında oturmaktaydım. Yahudi aşırı
uçlar tarafından herhangi bir karışıklığa
sebep verilmesini önlemek için yahudi
bayramı süresince Yeruşalim’e geçtim. Bu insanlar
arasında pek çok kişi tarafından mesih
olduğunu iddia etme eğilimi vardı. Ergeç
sahtekar oldukları kanıtlanmaktaydı. Bu
gibi birkaç olayla ilgilenmek zorunda
kaldığım oldu. Gelecek mesih konusundaki
endişenin farkında değildim.
Tarihin dönüm noktasında ses getiren olaylar benim görev
yaptığım süre boyunca şekillendi. Önümde
getireceği sonuçlarla orantılı olmasada
dikkat çekici bir yargılama vardı. O zaman
olayın tartışmalı boyutunun ciddi yankıları
olabileceğini tahmin ettim.
Bu alışık olmadık şahıs aktif bir ihtilalci, halkı kışkırtan,
Sezar’a vergi vermelerini yasaklayan ve
Mesih, bir kral olduğunu söylediği suçlamasıyla
Yeruşalim’te süreklenerek önüme getirildi.
Insanları baştan çıkarıyordu. Dini etkilerin
yanısıra sebep olacağı politik etkiler
karşısında şaşkındım. Hem yeryüzünü hem
de gökleri ilgilendiren bir kararı vermek
için baskı altındaydım.
Birden bu yükün benim gücümün ötesinde olduğunu farkettim.
Bu ana kadar kesinlikle günlük olaylarla
ilgili dini konularla uğraşmıştım. Doğa
üstü hadiselerle ilgil tecrübem yok denecek
kadar azdı. İlk tepkim ona Nerelisin?
diye sormak oldu. Hiç bir cevap alamamam
beni dehşete düşürdü. Düşünceler kafamda
şimşek hızıyla geçiyordu. Yahudilerin
onu yalan söylemekle itham etmelerine
rağmen acaba gerçekten Tanrının oğlu olabilirmiydi?.
Değerlendirmeme gore gerçekten yukarıdan gelmesi gerekiyordu
bizse yeryüzünde yaşayan solucanlardık
sadece. Tüm yaşamını ve davranışlarını
dikkatlice inceledim ve tutarsızlık gösteren
tek bir olay bulamadım. Korumak üzere
tayin edildiğim kanunlarda tek bir maddeyi
bile ihlal etmemişti. Önüme yargılanmak
üzere getirmişlerdi fakat kısa bir sure
içersinde bir yönetici durumundan esir
haline dönüşmüştüm. Tutuklu adam hükümlerimi
tutuklamıştı. Onu suçlayanalarda bu karmaşık
duygular içersinde olmalıydılar. Ama ölmesini
istemişler ve önüme getirmişlerdi.
“Bu adamı ne ile
suçluyorsunuz?” diye sorduğumda öfke içersinde
verdikleri cevap aşırı nefret ve ön yargılarını
ele veriyordu “Şayet bu adam bir günahkar
olmasa sana teslim etmezdik”. Bu mümkün
olabilirmiydi?, her şeyden once bizler
günahkar’dık fakat o suçsuz ve günahsızdı.
Gabbatha’da BYMA olarak bilinen yargıç
koltuğunda oturuyordum. Gerçekte ise tümümüzü
doğru bir şekilde yargılamak üzere bu
yer ona aitti.
Annas, Cafias ve diğer haydutların ruhunda en küçük bir
insanlık kıvılcımı dahi yoktu. Merhametsizdiler,
acımasızdılar ve her bakımdan suçsuzmuş
gibi gösterilen canilerdi. Her şeyin üzerinde
gücü olan mükemmel bir insan demir kalpli
insanlar tarafından yutulmuştu. Nefret
ve cehennem ateşi Yeruşalim’ü acımasızca yakmaktaydı.
Ben yargıç ve yöneticiydim, gerçeği, onuru
ve adaleti tespit eden kişi bendim.
O zamana kadar hem insanlar hem de yöneticiler benim demir
yumruğumdan korkuyorlardı. Onların herhangi
birinin onurunu kırabilir, sindirebilir
ve aşağılayabilirdim. Hiç kimsenin önünde
eğilmemiştim. Fakat bu hadisede yanlış
olan neydi? Çaresizdim, iğrenç tutumlarının
etkisi altındaydım. Neden herkesin hayranlık
duyduğu o gücümü adalet konusunda kullanamadım?
“Burada bile Celilelileri
kışkırtıyor”. Sürekli olarak haykırdıkları
buydu. “Bu ayak takımını kışkırtan sizlersiniz,
duygusuz bağnazlar” diyerek onları azarlamak
için gücümü kullanamaz mıydım? Ve bu azarlamayla
onları Praetorium’un dışına atamaz mıydım?
O sırada bir kalabalığın sahip olduğu
zihniyeti anlayabilmiştim. Kalabalık aslında
neydi? İçinde beyin olmayan bir sürü kafa
olarak söyleyebilirim. Aşağılık provokatörler
tarafından korkuları kışkırtılıyor, zayıflıkları
kullanılıyor ve yapmaları istenen şey
yaptırılıyordu.
Tüm sürecin mantıksızlığına bakarak kalabalığı yatıştırmaya
çalıştım. Bu teknik konusunda oldukça
beceriliydim. Yahudilerin öfkesi karşısında
savaş sembolümüz olan Roma Kartallı bayrağı
açarak öfkelerini nazik bir biçimde yatıştırırdım.
Bu konuda çok başarılıydım. Fakat bu kez
kalabalık kontrol edilebilecek gibi değildi.
Yönetici sıfatımı kullanmamı bekleyen
kurnaz bir kalabalık vardı karşımda. Bu
durumda politik olmalıydım.
Neden bu hadiseyi kontrol eden biri olabilmek için ahlaki
bir dayanma gücü ve imtiyazlarımı gösterememiştim?
Neden bu acımasız gösteri tarafından kuşatılmıştım?
Kafamda şayet politik davranamazsam onu
öldürebilecekleri korkusu doğmuştu. Fakat
dini bir kurumun Romanın kararı konusunda
ısrar etmesi sebebiyle bu kararı ebedi
bir cesaretle verebilmiş olmam gerekirdi.
Halbuki suçlanan kişinin zamanın hakimi
olduğunu gördüm. Biz zavallılar onun onun
sessiz hakimiyeti altındaydık, ölümlüler
ölümsüze karşıydı.
“Ben gerçeğe tanıklık etmek için doğdum, bunun için dünyaya
geldim. Gerçekten yana olan herkes benim
sesimi işitir." demişti.. Bu kadar
emin, bilge ve ikna edici bir söylem duymamıştım.
Kafamı karıştıran, merak ettiğim şeyi sordum “Gerçek Nedir?”
Yine soruma yanıt vermedi. O zaman onun
gerçeğin somut bir şekilde vücut bulmuş
hali olduğunu ve gerçeğe mutlak bir şekilde
tanıklık ettiğini, bizlerinse içimizde
gerçeğe ait hiç bir unsur taşımaksızın
gerçeğin şartlarından tamamen uzaklaşmış
olduğumuzu anlamış olmam gerekirdi. Doğrumu
duymuştum? Dinleyenlere bir kez daha söyledi:
“ Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi
özgür kılacak” Açıkçası özgür bir insan
değildim, zira gerçeğe teslim olmak beni
ilgilendirmiyordu. Henüz gerçeğin ezelden
beri var olduğunu yalanınsa sonradan ortaya
çıktığını keşfetmemiştim.
Ondan işittiklerimle anlıyordum ki hepimiz şeytana hizmet
eden ve onun arzularını yerine getirmek
üzere tayin edilmiş kişilerdik. Şeytan
en başından beri cana kıyıcıydı ve gerçekle
işi yoktu, çünkü onda gerçek yoktu. O
bir yalancı ve yalanların babasıydı. Bende
dahil olmak üzere bu yeryüzündeki yöneticiler
gerçeğe teslim olma yolundan ayrılmıştık.
Gerçeği sadece ustaca kendi çıkarlarımız
için kullanabiliriz.
Ona başka bir soru yönelttim; “Sen Yahudilerin kralı mısın?”
Bana bu sorunun kendimin mi yoksa başka
bir yerlerden duyduğum bir sorumu olduğunu
sordu. Hayır, tereddütsüz bir şekilde
cevapladığı gibi onun krallığı bu dünyada
değildi. Kralların, yöneticilerin ve tüm
diğerlerini, yaşamı ve ölümü yargılayan
Kralların Krallarının ve Rablerin Rabbinin önünde olduğumu bilmem gerekirdi. Neden cesaretle
“şu başıma gelene bak gözlerim Kralı gördü,
sürünün Çobanını gördü” diye itiraf edip
sonucunu beklemedim?
Bakakalmıştım ve ona sordum “Ne yaptın?” Hakkında duyduklarım
sadece çaresizlere yardım ettiği, hastaları
iyileştirdiği ve açları doyurduğuydu.
Fiziksel ve ruhsal olarak sadece iyilik
yaptığıydı. Onu serbest bırakma veya çarmıha
germe gücüne sahip olduğumu düşündüm.
Fakat bu ne kadar acınacak bir hataydı.
Ben yanılabilir biri olarak asla yanılmayanın
karşısındaydım, İnsani tutkuların karşısında
mükemmel bir soğukkanlılık duruyordu.
Bana bu kritik anda yaptığım tüm eylemlerimin ve düşüncelerimin
çok önceden yukarıdan bildirildiğini söyledi.
Ben kendim değildim sadece bir iradenin
vasıtasıydım. Dini liderlerle beraber
tüm senaryonun yerine getirilmesinde bana
ait kısmında, onlardan daha düşük bir
derecede de olsa suçluydum. Önceden planlanmış
bir dramda bir detay mıydım? Mutlak bir
tasarımın nasıl çalıştığını idrak edememiştim.
Bu olayı nasıl ele almam gerektiği konusunda tam bir tükenmişlik
içersindeyken Celile Kralı Hirodes’in
Sezariye’den gelirken buraya uğradığı
haberini aldım. Kıskançlık içersinde uzun
yıllardır birbirimize düşmandık. Onu mahcup
edecek bir hareket yaparak sorumluluğumu
düşmanıma devretmeye karar verdim. Suçlanan
kişi bir Celileli olduğu için kararı onun
vermesi gerekirdi. Kendimi bu ikilemden
kurtarma ihtimali kafamda şimşek gibi
çaktı. Başkalarının üzerinden ün kazanmak
oyunun bir parçasıydı.
Fakat kurnaz biri olduğu için Hirodes planımın içerisine
kendisini sokmayacaktı. Bir mucize görmek
istediğini söyleyerek sorumluluklarından
sıyrıldı. Alametleri ne şekilde gösterdiğini
ve kalabalıkları nasıl peşinden sürüklediği
konusunda basit sorularla başladı. Hirodes
herhangi bir cevap alamayınca öfkesi arttı.
Onunla alay etme ve küçük düşürme konusunda
askerlere katıldı. Bununda ötesinde Hirodes
ona soytarılarınki gibi renkli bir kaftan
giydirerek bana geri yolladı. Bunu yaparak
Hirodes yönetimi altındaki kişilerin kinini
göstermiş oldu. Sıradan halk yöneticilerin
kurnazlıklarını kavrayamaz.
Oyunun kuralına uydum, şayet yenemiyorsan ona katıl. Aramızdaki
düşmanlık ateşkes yapmıştı en azından
dışarıdan öyle görünüyordu. Kendisine
kurnaz tilki denen düzenbaz Hirodes’in
suç ortağı olmuştum. Biz hepimiz nasıl
Kurnaz Tilkilerdik aslında! Oysa Hirodes’in
karşısına çıkarılan kişi kendisini suçlayanlara
‘Tanrı’nın Kuzusu’ olarak tanıtılmıştı.
Gabbatha’daki yargıç koltuğunda otururken eşim Claudia Procula’nın
“Ona bir şey yapma o masum” diyen sözlerini
duydum. Daha sonra bana gece onun yüzünden
gördüğü karışık rüyasını anlattı. Bu arada
Habeşistan Kilisesinin eşimi cesareti
nedeniyle azizelik mertebesine yükselttiğini
hatırlatayım. Bir kadın kadar bile cesur
olamamıştım! Benim için bir azizlik mertebesi
söz konusu olamazdı.
Ben ne yaptım? Kalabalığı yatıştırmayı denedim. Barabbas
adında hükümlü bir tutsak vardı. Askerlere
onu getirmelerini söyledim. Onu masum
adamın yanına koyarak haykırdım “Bu ikisinden
hangisini sizin için serbest bırakayım?”
Tek bir ağızdan “Barabba, Barabba” diye
bağırmaları beni dehşete düşürdü. Yaptığım
bir manevra daha başarısız olmuştu. Kalabalığın
kararı suçluyu çarmıha çivilememdi. Bu
çarmıh biz Romalılar tarafından icat edilen
ve cezalandırmanın en vahşicesi olarak
tarihe geçmiş bir utanç abidesidir. Gelecek
kuşaklar çarmıh hakkında neler düşüneceklerdi?
Endişe içersindeydim ama yinede bu rezil çarmıh cezasına
engel olabileceğimi düşündüm. Onu şiddetli
biçimde kırbaçlatayım, belki kalabalık
metal ve kemik parçaları takılı deri kırbaçla
uygulanan bu sert ceza karşısında yatışırdı.
Çıplak bedene sürekli yapılan vuruşlar
herkesin acıma hissini uyandırabilirdi.
Gerçeği kavrayabilmekten ne kadar uzaklaşmıştım
ve karar verme konusunda ne kadar beceriksizdim.
Bu zalim cezalandırmadan sonra “ECCE HOMO” (işte o adam)
diyerek kalabalığa gösterdim. O ana kadar
insanın kindarlığının ve kana susamışlığının
sınırlarını bilmediğimi fark ettim. Hiç
bir eylem ve gerekçe çılgına dönmüş bu
insanları yatıştırabilirdi. Nefret dolu
“Çarmıha ger, çarmıha ger” çığlıkları
yükseliyordu.
Çaresizdim. İçimden dövünüyordum,
“Ne kadar zavallı bir insanım! Beni bu
ölümlü bedenden kim kurtaracak ?” O aşağılayıcı
bir şekilde ölecekti.
Onun serbest bırakılması çabalarım tükenmişti ve kalabalık
bunun farkındaydı. “Şayet onu serbest
bırakırsan Sezar’ın dostu değilsin” diye
haykırdılar. O anda Roma’nın sadık dostları
oluvermişlerdi. Beni ihanetle suçlamak
istiyorlardı. Korkuya kapılmıştım. İmparator
Tiberius korkulacak bir yöneticiydi. Zalimliği
sınır tanımazdı. Onun gözünde güvenirliliğimi
korumak zorundaydım. Bu politikada başvurulacak
uygun bir durum değil midir? Oyunun adı,
taviz vermedir.
O an için düşmanlığımız dostluğa dönüşmüş olsa da kurnaz
Hirodes’den de korkuyordum. Elinde ne
gibi kozları olduğunu kimse söyleyemezdi.
Sayısız yan kazançlarıyla beraber iyi
para aldığım saygın işimi fena halde korumak
istiyordum. Bir politikacının üzerinde
yürüdüğü o incecik güvenilmez cambaz telini
anlayabilirsiniz. Bu söylenenlere ilaveten
Yahudi din adamlarından kaynaklanan bir
korku da vardı. Çevirdikleri dolapları
anlamanın imkânı yoktu.
Bu durumda politik-dini aşırı uçlar tarafından kışkırtılan
bir kalabalığın önündeydim. Mantık, sebep,
sağ duyulu düşünme; bunların tamamı ortadan
kaldırılmıştı. Tüm bu öykünün içersinde
benden daha zavallı durumda olan biri
daha yoktu. Burada ben, ana unsurlarını
düşmanlık ve kötülüğün oluşturduğu karşı
konulmaz bir nefret ve kin okyanusunda
yüzen tek başına bir yargıç durumundaydım.
“İşte kralınız” diye seslendiğimde öfkeye kapıldılar. Israrla
çarmıha germe isteklerini tekrarlayıp
duruyorlardı. Bu kralı istemiyorlardı.
Bağlılıkları Sezara’ydı. Düşüncelerini
değiştirebilir miydim? Aklıma gelen her
şeyi denedim ama başaramadım İki ateş
arasında bırakılmış tam arada kalmış bir
kişi olarak bu sıkıntılı ikilimde benimle
aynı sıkıntıyı yaşayan, hem yönetmek hem
de aynı zamanda başarı isteyen kişilerin
ne hissettiklerini anladım. Vicdanım onun
masum olduğuna inanmamı söylüyordu fakat
imparatorluğun ağır basan çıkarları ve
Sezar’ın korkutucu gücü beni karasız bir
durumda bırakmıştı. Bir ya da iki kez
değil tam üç kez onun masum olduğunu söyledim.
Hiç biri fayda etmedi! En sonunda o çok
bilinen kararımı farkında olmadan verdim.
Ne anlaşılabildi ne de kabul edilebildi.
Sonu gelmeyen ironiler içersinde masumiyetin
idamında en önemli rolü oynayan yönlendirilmiş
bir aktör olarak bu manzaranın tam ortasında
yer almaktaydım.
Alışageldik bir uygulama olarak bir miktar su isteyerek ellerimi yıkadım ve
“Ben bu adamın kanından sorumlu değilim”
dedim. Suçsuz bir insan çarmıha gönderilmişti.
Adaletsiz bir yargılamada adaletsizliklerin
en büyüğünü yapmıştım. Peygambelerinden
birinin şöyle söylediği iletilmişti bana “Adalet püskürtüldü, doğruluk bizden uzak duruyor.”
Yeşeya.59: 14, Habakkuk 1:4
Suçu üzerlerine almaya istekliydiler hatta kendi zürriyetlerine
bunu aktarma tehlikesi dahi mevcutken.
Ne kadar cüretkâr bir bildiri. Çarmıha
germe arzularını yerine getirmek için
suçlu Barabba’yı serbest bıraktım ve onu
çarmıha gerilmesi için teslim ettim. Ellerimi
yıkadım ama acılar içersindeki kalbimi
kim yıkayacak?
Taviz verme uğruna inancımı feda ettim, anlaşmak uğruna
güvenimi feda ettim ve yatıştırma uğruna
adaleti feda ettim. Hayatında ve yaptığı
işlerde hiç bir tutarsızlık görmediğimden
ve hakkında yönelttikleri suçlamalar benim
huzurumda başarısız olduğu için duruma
en uygun ifadeyi yaftaya yazdım: NASIRALI
İSA, YAHUDİLERİN KRALI. Tarafsız olduğum
düşünüldü. Baş kahinler bu durumumu değiştirmem
için yine itiraz ettiler. Fakat yaptıkları
dalavereler artık yetmişti. Bu kez katı
durmayı becermiştim. Canlarını sıkma sırası
bana gelmişti.
Dramanın aşamalarını ilgi ve huşu içersinde takip ettim.
Çarmıha asılırken bir kaç şey bildirdiğini
duydum. Bunlardan en şaşırtıcısı ilk cümlesiydi:
“Baba, onları affet!” Ne kadar inanılmaz
bir zirvedir bu! Uğradığı iğrenç haksızlığa
rağmen hiç kimseye kötü bir söz çıkmadı
ağzından. Bunun aksine ona zulmedenler
için bağışlanma diledi. Böyle bir tavır
içersinde ölüme giden birini düşünemiyorum.
İnsanların dua ettiğini daha önceden duymuştum
ama bunun gibi bir şey daha önce hiç kulağıma
gelmemişti. Bu kişi duasına beni de eklemişti.
O zamana kadar kendimden ve yapabileceklerimden
emindim. Biz yöneticiler ve politikacılar
her şeyi bildiğimize ve yönettiğimiz insanları
aydınlattığımıza inandırılmışızdır. Bir
dokunuşta küstah bilgilerimizi yalanladı.
Kesinlikle bu kritik hadisede ben
ne yaptığını bilenlerin arasındaydım.
Cehaletimin ve adaletsizliğimin bağışlanması
için dua etti. Kim benim için bu şekilde
açıkça ve samimiyetle dua edebilir? Benim
için ettiği duaya ve değiştirici dokunuşuna
layık olmayı ne kadar arzu ederdim. Halbuki
buna layık olacak şeyler yapmadım. Ben
sadece yanlış yaptığını kabul etmeyen
ve pişman olan pek çok insandan biriyim.
Bu olaydan sonra pek çok söylenti işittim: Din adamları
askerlere ölü bedenle ilgili duyulmadık
bazı gelişmeleri saklamaları için para
teklif etmekteydiler “Şayet bu Valinin
kulağına giderse biz onunla bu meseleyi
halleder ve sizleri sıkıntıya sokmayız”
demekteydiler. Bu karaktersiz adamlar
acı ve sıkıntı içersinde yalan söylüyorlardı.
Aslında gömüldüğü mezarın boş olarak bulunduğu
haberi bana gelmişti, fakat bende öfke
doğurmadı bu durum. Şüphesiz ört bas etme
sürüp gidecektir. Bu insanlar her zaman
söyleyecek yeni yalanlar bulacaklardır.
Kalbinizin ve aklınızın inadına uymayın.
Benim yaptığım günahı ve sonu tekrar etmeyin.
Thomas Cosmades
Türkçeye
Çeviren www.incilturk.com