İKİ
EV: Hangisini Seçiyorsun?
Birinci
Ev!
Tanrı adil olanı yapacak….
Bütün bunlar, Rab İsa alev alev yanan ateş
içinde güçlü melekleriyle gökten gelip göründüğü
zaman olacak. Rabb'imiz İsa, Tanrı’yı tanımayanları
ve kendisiyle ilgili müjdeye uymayanları
cezalandıracak. Böyleleri O’nun varlığından
ve gücünün yüceliğinden uzak kalarak sonsuza
dek mahvolma cezasına çarptırılacaklar.
2.Selanik. 1: 6-9
Gözlerini açtı… İlk gördüğü
şey, görememek oldu. Çünkü her taraf o kadar
karanlıktı ki! Şaşkın şaşkın etrafında bir
şeyler görmeye çalıştı ama nafile. Gözlerini
karanlığa alıştırmaya çalışıyordu. Bir kaç
kere sıkıca kapayıp açtı ancak zifiri karanlık
hala devam ediyordu. Zaman geçiyordu. Aslında
zaman var mıydı ondan bile emin değildi.
Bir türlü gözlerini karanlığa alıştıramıyordu.
Işık aradı. Tek bir ışık. Bir delikten sızan
küçük bir parıltıya bile razıydı. Etrafına
bakınmanın saçma olduğunu biliyordu ama
yine de etrafında şöyle bir döndü. Elleriyle
etrafı yoklamaya çalıştı. Elleri her defasında
boşa gidiyordu.
Tek hissedebildiği şey
tuhaf ve pis bir kokuydu. Havada baskın
ağır bir kükürt kokusu gittikçe yoğunlaşan
bir şekilde dağılıyordu. Boğulacağını sandı
bir an ama olmadı. Hala nefes alıyordu.
Ama her nefes alışı ona bir ıstırap oluyordu.
Her defasında çektiği hava ciğerlerine pis
kokuyla birlikte doluyor, midesini bulandırıyordu.
Bitsin diye düşündü ama bitmiyordu bir türlü.
Temiz hava aradı. Telaşla karanlıkta ilerledi.
Temiz hava almalıyım diye söylendi. Sağa
sola dönüyor bir duvar bir delik dokunabileceği
kaçabileceği bir şey arıyordu. Uzunca bir
süre sonra bundan vazgeçti. Yere çömeldi.
Yavaş yavaş kendi çaresizliğinin farkına
varmaya başlıyordu. Nerede olduğunu biliyordu
ama kendine itiraf edemiyordu. İçinde bir
kızgınlık ateşi yavaş yavaş kabarıyordu.
Belki siz pişmanlık duymasını bekliyordunuz
ama burada pişmanlık yoktur. “Cehennem”
diye fısıldadı. Sonunda kendini burada bulmuştu
işte. Anlatılanlar gibi değildi.
Oysa dünyadaki evi ne kadar
güzeldi. Boğazın en güzel kıyısında iki
katlı muhteşem bir villası vardı. Onu herkese
göstermek için can atardı. Herkesin hayallerini
kurduğu evi o satın almıştı. Bu evin parası
için neler yapmıştı. Çalıştığı şirketin
kasasından kimsenin bilmediği bir para her
ay onun cebine giriyor böylece evin taksitlerini
ödeyebiliyordu. Canım zaten o parayı hak
etmişti. Maaşını hakkettiğinden daha fazla
çalışıyordu. Bu yüzden bu aldığı para hırsızlık
sayılmazdı. Mantığı ona bunları söylüyordu.
Evine baktıkça da bunun kötülüğünü unutup
gidiyordu. Yüzme havuzlu, bahçesi kocaman
bir evdi. İçi en güzel antikalarla döşenmiş
eşyalarla doluydu.
Şimdi ise burada evinden
çok uzaktaydı. Aslında fark etti ki burası
onun gerçek eviydi. Anılarında bir dost
meclisine gitti. Bir içki sofrasında sabaha
karşı keyifleri yerindeydi. Sohbeti iyice
koyulaşmış, memleket meselelerine el atmış
sonunda konu dönüp dolaşıp dini işlere gelmişti.
Kimin daha dindar olduğunu tartışıyorlardı.
Birisi “ her şey kalpte mirim” dedi. “Allah
varmış yokmuş kimin umurunda, senin yüreğin
temizse gerisini boş ver” Bir tanesi de
“Cennette, cehennemde işte bu dünya” diye
bilmiş bilmiş konuştu. “Senin durumun iyiyse
cennettesin, değilse ondan iyi cehennem
mi olurmuş” bir de arkasından kahkaha patlattı.
Bu sefer bizimki bu sohbetlerde en çok kullanılan
şakayı yaptı “Kardeşim, bütün şarkıcılar,
artistler cehennemde. Bütün arkadaşlarım,
hatta siz bile orada olacaksınız. Ben cennette
sıkıntıdan patlarım. Ne yapayım ben cenneti
en iyi yer yine cehennem” dedi. Arkadaşları
bu espriyi onlarca kez duydukları halde
katıla katıla güldüler.
Şimdi bu karanlık pis kokulu
yerde öyle yalnızdı ki. Ne artistler ne
şarkıcılar ne de dostları. Hiç biri yanında
değildi. Birden aklına bir şey gelmiş gibi
ayağa fırladı. Avazı çıktığı kadar bağırmaya
başladı “Heeey! Kimse yok mu?” Sesi yankılanmadı
bile. Karanlığın içinde boğuldu gitti. Bir
süre cevap bekledi. Hiç kimse yanıt vermedi.
Bir daha bağırdı. Bir daha bir daha. Ama
bir türlü yanıt gelmiyordu. Kızgınlığı yavaş
yavaş artıyordu. Küstahça omuz silkti. Dünyadayken
de oldukça küstahtı. Kazandığı para ve çevresi
ona büyük gurur kazandırmıştı. Bu güne kadar
hiç kimseye ihtiyaç duymamıştı. Şimdide
kimseye ihtiyacı yoktu.
Sıcak boğucu kükürt kokulu
bu yerde ne parası ne işi ne de kariyeri
işe yarıyordu. Yavaş yavaş sıcaklıkta artıyor
muydu ne? Anlatılanlar doğru muydu? Burada
bir ateş gölü var mıydı acaba? Bunun artık
bir önemi yoktu ki. O aslında önceleri cehennem
diye bir yere de inanmıyordu. Beden zamanı
gelince ölecek ve toprağa karışacaktı. Yani
gerisi yoktu. Bunun böyle olmadığını şimdi
kavrıyordu. Ölümden sonra bir yer varmış
diye düşündü. Ama buraya ben neden geldim
ki? Dünyada kötü bir insan mıydım? Hayır.
İyiliklerim çoktu diye gururlandı. Kaç kişiye
yardım etmiş- fakir fukaraya yiyecek içecek
dağıtmıştı. Bunların hiç önemi yok muydu?
Demek yokmuş. Hani bir terazi olması gerekiyordu
ya o neredeydi? İyiliklerimle kötülüklerimi
tartacak. Yoktu işte. Olsaydı iyilikleri
kesinlikle ağır gelir böylece direk cennete
gidebilirdi.
Böyle düşünürken kolunda
bir acı duydu.. Kolunda küçük bir yara açılmıştı.
Ama yine de büyük bir acı veriyordu. Bir
şeyle sarayım dedi. Bu sefer ayağında da
aynı acıyı hissetti. Giderek bütün vücuduna
yayıldı. Her tarafında dayanılmaz acılar
duyuyor ne yapacağını şaşırmış bir halde
kıvranıyordu. Zorla ayağa kalktı. Hiç bir
şey cehenneme gelmeme engel olmadı peki
nasıl cennete gidebilirdim? O an yine anılarına
döndü,Vapurda karşıya geçiyordu. Yanında
genç bir adam bir kitap okuyordu. Merak
etti, eğilip başlığına baktı. Başlığı görünce
içinden güldü. “Yine bu acayip dindarlardan
biri” diye içinden alay etti. Çünkü genç
adamın okuduğu kitap İncil’di. Ona bakıp
güldüğünü fark eden genç ona dönüp İncil’i
göstererek “Hiç okudunuz mu?” diye sordu.
Aynı küstah tavırla bizimki “Hayır gerek
duymadım” dedi. Genç bu alaylardan etkilenmeyerek
“O zaman Tanrı’yı nasıl tanıyabiliyorsunuz
beyefendi” dedi. Aynı alaycı tavırla “Tanrı
var mı ki ben onu tanıyayım” Ardından en
bilgiç ve babacan tavrını takınıp gence
doğru eğildi ve devam etti “Ben size bir
şey söyleyeyim mi genç adam, Sizde böyle
şeylerle uğraşmasanız iyi olur. Bunlar boşa
zaman kaybı. Sizi kandırıyorlar. Önemli
olan bu dünya gerisi hikaye dedi” Onu bu
etkileyici sözlerle ikna ettiğine emin olarak
doğruldu. Genç adam gülümsedi “Beyefendi”
dedi. “Bir gün her şey açıklığa kavuşacaktır.
Tanrı'nın varlığını reddeden siz bir gün
onu görmek için yanıp tutuşacaksınız. Lütfen
o gün gelmeden Tanrı’ya dönün. Ve sizi günahlarınızdan
kurtarıp sonsuz yaşam verme gücüne sahip
olanı tanıyın” dedi. Bizimki afallamıştı.
Bu kadar kesin konuşması onu etkilemişti
ama içindeki gurur yine kabarıp “Olabilir,
olabilir” deyip kestirip attı. O günden
sonra da bu konuyu düşünmemeye çalıştı.
Böyle şeyler ona göre değildi ki. Bir kere
çok işi vardı. Tanrı’ya zaman ayıracak kadar
boş zamanı olmuyordu. Nasıl olsa yaşlanınca
bir şeyler yapardı. Ama ya yaşlanmadan ölürse…
Bu soru kafasına takıldı? Aman canım. Nereden
karşılaşmıştı şu adamla. Hava güzel, yaşamak
güzeldi. Karanlık, sıcak, boğucu bu yerde
ve acılar içinde kıvranırken hayatın güzelliğini
şu an düşünecek durumda değildi. Kolundaki
yara sanki geçer gibi oluyordu. Ama hayır
işte tekrar başladı.
Birden aklına bir şey geldi.
Bu acılar bir zaman sonra bitecekti. Bunu
düşününce biraz ümitlendi. Kıpırdadı, ayağa
kalktı. Bitecek, bitecek diye kendi kendini
telkin ediyordu. Hani insanlar cehennemde
biraz yandıktan sonra yine cennete gitmeyecekler
miydi? Tabii ya. Böyle söylendiğini de duymuştu.
Biraz beklesin bunlar geçecekti. Küstah
karakteri yeniden hortladı. Bütün bunlar
zaten onun başına gelemezdi ki. Öfke ile
kabaran bütün benliği küfür etmek oraya
buraya vurup kırmak istiyordu. Yani dünyada
ne kadar kötü hali varsa burada iki katına
çıkmıştı sanki. Bu düşünceler onu o kadar
sarıp sarmalamıştı ki giderek içinin karardığını
kötülüğünün son safhasına geldiğini gözle
bile görebilirdiniz. Pişmanlığı mı, tövbe
yi mi arıyorsunuz? Boşuna. Çünkü günahının
içinde çırpınmaya mahkum bir adamdı o artık.
Anılarında tekrar onu etkileyen
bir olaya döndü. Soğuk bir kış günü şehrin
en işlek caddesinde yürüyordu. Birden birisi
ona küçük bir kitapçık uzattı. İsteksizce
aldı cebine koydu. İşyerine vardığında yine
kendini işe verdi. Öğlen yemeği sırasında
yemeğini beklerken ona verilen o kitapçığı
eline aldı. Okumaya başladı. Yine şu dindar
palavralardan biriydi işte. Başlığı: Kurtulmak
ister misiniz? Di. Güldü. Ne kurtulması.
Kitapçık onun günahkar olduğunu ve bu günahlarıyla
Tanrı'nın yanına gidemeyeceğini anlatıyordu.
Hadi canım diye düşündü. Peki nasıl gidebilirim
ki. İsa Mesih diye biri vardı. O Tanrı'nın
oğluydu ve o günahlarımız için çarmıhta
ölmüş ve dirilmişti. Ona iman edersen Tanrı'nın
yanına gidebilecektin. Bu kadar basit mi?
yani. Ben o kadar çok iyilik yapıyorum her
şeyi yapıyorum sonra Tanrı (tabii varsa)
beni cennetine almıyor da İsa Mesih’e 2000
yıl önce yaşamış ve ölmüş hatta dirildiğini
iddia eden birine iman edeni cennetine alacaktı.
Kitapçığı işine dönerken çöpe attı. Bunlar
saçmalıktı ona göre.
Bunu hatırlayınca biraz
irkildi. Sanırım doğruydu diye düşündü.
Acıları artarken kendini telkine devam etmeye
zorladı kendini. Bitecek. Bitecek hala böyle
söylenip duruyordu. Ama o da ne birden önünde
bir sinema perdesi gibi bir şey açıldı.
Hayal meyal bazı görüntüler gördü. Eyvah
işte korktuğu başına gelmişti. Gördüğü şeyler
onun içindeki bütün öfke, kin, gurur, küstahlık,
duygularını kabarttı. Sahnede bir taht ve
onu üstünde Tanrı vardı. Yanında ellerinde
çivi izleri olan biri daha. Milyonlarca
beyaz giyinmiş insan meleklerle birlikte
onun önünde yere diz çökmüş ilahiler söylüyordu.
Sahne geldiği gibi birdenbire yok oldu.
Elleriyle yüzünü örttü. Keşke görmeseydim,
gözlerim kör olsaydı da bunu görmeseydim.
Ağlamak istedi ağlayamadı. Boğuk, sıkıcı
hava kükürt kokusu ciğerlerine dolarken
sıcak gittikçe de artıyordu. Ölmeliyim dedi
içinden. Ama ölemiyordu işte. Yaraları iyileşmeye
başladıkça yeniden azıyordu. En kötüsü mü
neydi. O gördüğü sahne en son damgayı vurmuştu.
Yalnızdı ve Tanrı onun yanında değildi.
Tanrı,Tanrı, Tanrı diye söylendi. O yok.
Ne dün vardı ne bu gün var ne de yarın olacaktı.
Dünyada onu istememişti ya işte şimdi Tanrı
bu isteğini yerine getiriyor. Cehennemde
onu en çok sevdiği yani kendi ve günahlarıyla
yalnız bırakıyordu.
Sonunda dayanamadı. Bağırmaya
başladı “Ne zamana dek sürecek bu? Ne zaman
dek? Karanlıkta kimseden bir cevap bulamadı.
Ama içinden bir ses o çok iyi bildiği gerçeği
aklına getirdi oradan dudaklarına geldi
ve karanlık sessizliğin içinde sesi boğuldu
gitti; Sonsuza dek, sonsuza dek.
İkinci
Ev!
Tahttan yükselen gür bir
sesin şöyle dediğini işittim. “ İşte Tanrı'nın
konutu insanların arasındadır. Tanrı onların
arasında yaşayacak. Onlar onun halkı olacaklar.
Tanrı'nın kendisi de onların arasında bulunacak.
Onların gözlerinden bütün yaşları silecek.
Artık ölüm olmayacak. Artık ne yas, ne ağlayış,
n de ıstırap olacak. Çünkü önceki düzen
ortadan kalkmıştır. Esinleme 21: 3-4
Gözlerini açtı… İlk gördüğü
şey ışıktı. Bu ışık yüzünden gözleri kamaşmıştı.
Alışmak için bir kaç kez sıkıca gözlerini
açıp kapattı. Sonunda iyice alıştı. Etrafına
bakındı. Gördüğü güzellik karşısında adeta
soluğu kesilmişti. Bir anda gördüğü bu manzarayı
içine sindire sindire tek tek her parçaya
tekrar baktı.Karşısında büyük bir taht vardı.
Çevresi o kadar kalabalıktı ki henüz bir
şey göremedi. Ama oradan yükselen ışığın
bulunduğu yerin aydınlanma kaynağı olduğunu
gördü. Tahtın üstünde bir takım kanatlı
yaratıklar yükselip iniyordu. Korku mu içinde
hissettiği şey korku değildi. Böyle bir
hissin artık içinden kaybolup gittiğini
hayretle fark etti. Orya bakmaktan kendini
alamadığı halde merakla etrafına göz gezdirdi.
Bastığı yer altındandı. O kadar güzel parlıyordu
ki dünyada olsa eline almaya bile kıyamazdı.
Şimdiyse üstünde geziniyordu.
Burası bir şehri andırıyordu.
Ama aydınlık bir şehir. Burayı aydınlatan
şeyin ne olduğunu düşündü. Güneşi aradı
gözleri. Öyle bir şey yoktu ki. Işığın kaynağı
tahttı. Aslında orada oturandı. Sütunlar
değerli taşlarla süslü süt beyazı mermerlerden
yapılmışlardı. Ne kadar değerli şey varsa
gözlerini çevirdiği her yerde onları görebiliyordu.
Birden anılarına döndü,
Yaşadığı ev gözlerinin önüne geldi. Buna
ev demek bile iltifat sayılırdı. Dış yüzeyi
zaten iyice dökülüyordu. Ama içi daha da
acınacak bir haldeydi. Yerin tahtalarına
bastıkça göçecek diye ödü kopardı. Zaten
çoğu yer deldik deşik hale gelmiş fareler
buralarda çoğu zaman oyun oynar olmuşlardı.
Çoluk çocuk kış geceleri birbirlerine sokulur
böylece titremelerini biraz olsun dindirebilirlerdi.
Çalıştığı yerdeki para ancak bu kadardı.
İyi bir işe girebilirdi ama ne yazık ki
girdiği yerler ya o İsa’ya inanıyor diye
bir an evvel işten atıyorlar ya da girdiği
yer İsa’nın istemediği bir şekilde iş yaptığı
için kendisi çıkmak zorunda kalıyordu.
İşte şimdi en güzel evdeydi.
Gülümsedi. Tahttaki ışık bile onun bütün
acılarını unutturacak güçteydi.
Çevresindeki kalabalığı
yeni yeni fark ediyordu. Hepsi kendi gibi
bembeyaz keten giysiler giymişler yüzlerinde
sevinç ışıklarıyla oradan oraya koşuyorlardı.
Bir gurup insan altından koca caddede hiç
duymadığı bir ezgiyle Tanrı’yı yüceltiyorlar
ve de dans ediyorlardı. İçinden onlara katılmak
geldi. Onlara doğru ilerlerken birden gördüğü
şey onu sevince boğdu. İşte yıllar önce
kaybettiği karısı bir sütunun dibinde ona
bakıyor ve gülümsüyordu. Fakirlikten yeterli
derecede tedavi görmemiş olan zavallı kadın
ölüme teslim olmuştu. Onu son gördüğünde
teni bembeyaz yüzü ise zayıf ve kemikliydi.
Gözlerinin altı morarmış zorla konuşuyordu.
Oysa şimdi gençlik günlerindeki haliyle
tam karşısındaydı. Bütün hastalığı şifa
bulmuş capcanlı pembe bir yüzle ona doğru
ilerliyordu. O da ona doğru gitti ve sımsıkı
sarıldı. Konuşamıyordu bile. Karısı dedi;
Beni gördüğüne bu kadar sevindiğine göre
O’nu ve kuzuyu görünce kim bilir ne kadar
sevineceksin. Haklı olduğunu düşündü.
Caddede tahta doğru birlikte
ilerlemeye başladılar. Tatlı yumuşak bir
su sesi birden kulaklarını okşadı. Yan tarafına
bakınca bütün şehrin ortasından bir ırmağın
akıp gittiğini gördü. Bu güne kadar gördüğü
en berrak suydu. Diri su kaynağı bu olmalı
dedi. Bakılışı bile insanın içine esenlik
veren bir güzellikteydi. Pek çok kişi ırmağın
yanında oturmuş ağaçların çeşit çeşit meyvelerinden
yiyorlardı. Ağaçların canlı, yeşil ve gür
dalları göğe doğru uzanıyordu. Ama bir tanesi
vardı ki o hepsinden daha güzeldi. Her dalında
yeryüzünün en güzel meyveleri en olgun halleriyle
yetişmişti. Bu meyvelerden çıkan hoş kokular
etrafı dolduruyordu. Etrafına her ulustan
insan toplanmış meyvelerinden yiyorlardı.
Siyahı beyazı sarısı kızılı her dilden her
ırktan insan birbirlerine sarılmış ilahiler
söylüyorlardı. Şaşırdı çünkü bu insanların
çoğu dünyadayken tarih boyunca savaşmış
insanlardı. Şimdi hepsi bu düşmanlıklarına
şifa bulmuş birlikte tapınıyorlardı.
Birden arkasında bir ses
“Hoşgeldin kardeşim” dedi. Arkasına dönünce
birisi ona sıkıca sarıldı. Adamın suratında
kocaman bir gülümseme ve minnettarlık vardı.
Biraz şaşırarak “Hoşbulduk” dedi. Adam “Tanıyamadın
mı” dedi. Biraz hafızsını yokladı sonra
“Pek tanıyamadım” dedi. Adam gülerek anlatmaya
başladı “ Hani bir gün otobüste sen İncil
okuyordun. Ben de senin yanında oturmuştum.
Ne okuduğunu merak edip sana sordum. Sen
de İncil’i bana verdin biraz da anlattın”
Evet şimdi anımsamıştı. Ama onun buraya
geleceğini hiç mi hiç tahmin etmemişti.Adam
devam etti “ İşte o günden sonra İncil’i
okumaya başladım. Bir kaç ay sonra da İsa
Mesih’e inandım.” Şimdi de buradayım. Sana
teşekkür ederim.” Ne diyeceğini şaşırmıştı.
Adam tekrar geldiği gibi sevinçle uzaklaştı.
Arkasından bakarken şaşkınlığı sürüyordu.
Anılarında tekrar bir yolculuğa
çıktı: Bu sefer çevresinde akrabaları vardı.
Ailenin erkekleri bir içki sofrasının etrafında
toplanmış sohbet ediyorlardı. O ise onların
konuşmalarını dinliyor içinden de dua ediyordu.
Sohbetin ilerleyen ve hatta zıvanadan çıktığı
bir sırada amca bey ona dönüp “Yahu yeğenim
senin hakkında bir şey duydum, doğru mu?”
diye sordu. O da sordu “ Ne duydun amca”
“ Sen Hıristiyan olmuşsun öyle mi?” Bir
an bir sessizlik oldu. O da bütün cesaretini
toplayıp cevapladı. “Doğru amca” Etrafta
buz gibi bir hava esti. “Nasıl yani şimdi
sen bizim dinimizden değil misin?” Amca
bey ısrarlıydı. “Hayır “dedi. O zaman eniştelerinden
biri atıldı “Kim bilir kim senin kafanı
çelmiştir. Üç gün sonra unutursun” Yok,
dedi. Kimse kafamı çelmedi. Kendi isteğimle
Hıristiyan oldum. Onlara anlatmaya başladı.
İs Mesih bizim için öldü ve dirildi. Şimdi
yaşıyor. Tek kurtuluş yolu da budur. Sizin
iyi işleriniz ibadetlerini Tanı’nın yanına
gitmeye yeterli değildir. “ O şurada sözünü
kestiler. “ Ya kes tamam. Fazla anlatma.
Hadi biz işimize bakalım. Bunlarla uğraşamayız.
Hem kimseye de anlatma da ailemizi utanca
boğma” Öbürleri de onu tasdik edip arkalarını
ona dönüp içmeye devam ettiler. İçinden
ağlamak geliyordu. O anda gözyaşlarını tuttu
ama o gece uzun uzun onlar için dua edip
ağladı. O günden sonra bu konu aile arasında
açılmadı ama akrabalardan kimse onunla konuşmaya
ya da evine gelmeye tenezzül etmediler.
Şimdi ise hiç tanımadığı
bir adama bir İncil verdiği için teşekküre
boğuluyordu. Bundan büyük ödül olamazdı.
Daha da ilerledi. Görmeyi arzuladığı tek
şeyi görmek için artık sabırsızlanıyordu.
Kalabalığı yararak tahta
doğru koşar adımlarla gidiyordu. İşte sonunda
büyük tahtın üzerinde oturanı gördü. Bu
tarif edilmez bir sahneydi. Tanrı şimdi
gerçekten halkının arasında oturuyordu.
Tanrı insanlarla olmaktan memnun insanlar
Tanrı’yla olmaktan daha da büyük sevinç
içinde birlikte yaşıyorlardı. Aslında bu
sahneden sonra diğer gördüğü şeylerin pek
önemi kalmamıştı.
Tanrı kendi sözü uğruna
ölenleri ve kendisi için çalışanları yanına
çağırıyor onlara taçlar veriyordu. Bu kişiler
ise verilenleri tekrar Tanrı'nın ayakları
dibine atıyor onun önünde secde kılarak
“ Bizler tek isteğimize kavuştuk bunlar
sana aittir ya Rab” diyorlardı. Bunlardan
şaşkına dönmüştü. Kendisi de farkında olmadan
dizleri üzerine çökmüş olanları seyrediyordu.
Öyle bir yerdi ki burası ne en uzaktaki
kişi uzak ne en yakındaki kişi yakındı.
Herkes Tanrı’ya aynı uzaklıkta görülüyordu.
İçinde sevinç ve esenlik dalgası büyüdükçe
büyüyor tapınmaya hayranlığa ve yücelik
vermeye dönüşüyordu. Ağzından farkında olmadan
övgü sözleri dökülüyordu.
Birden gözleri tahtın sağında
durana çevrildi. İşte orada. Kendisi için
ta sonsuzlukta boğazlanan kuzu orada duruyordu.
Melekler onun da etrafını çevrelemiş Kuzunun
ezgisini söylüyorlardı.
“Boğazlanmış Kuzu, Gücü,
Zenginliği, bilgeliği ve kudreti, saygıyı,
yüceliği ve övgüyü almaya layıktır.” Diyorlardı.
Kaç gece Kutsal Kitapta
elçi Yuhanna’nın onu gördüğü şekilde tarifini
gözlerinin önüne getirmiş ve bir gün onu
görme hayaliyle yanıp tutuşmuştu. İşte hayallerindekinden
daha muhteşem biz manzara karşısındaydı.
Giysileri ayağına kadar uzanmış. Göğsüne
altın bir kuşak sarınmıştı. Başı ve saçı
ak yapağına benzer bir görünüşteydi. Gözleri
ise alev alev yanan bir ateş gibi parıldıyordu.
Ellerine baktı. İki avucunun tam ortasında
çivilerin izleri öylece duruyordu. Ona doğru
koştu ve ayaklarına kapandı “Rabbim ve Tanrım”
dedi. İsa Mesih ona elini uzattı ve onu
adıyla çağırdı. Bu isim dünyada kullandığı
isim değildi yepyeni bir isimdi bu ama onu
çağırdığını biliyordu. Gözlerini ona doğru
kaldırdı. İsa ona sarıldı. Çektiği bütün
acılar o anda geçip gitmişti. İsa’nın eline
bir şişe vardı “Bak” dedi. “Bu senin çektiğin
bütün acılarda döktüğün gözyaşları . İşte
hepsini siliyorum.” Böyle diyerek şişedeki
gözyaşlarını eline döktü. Döküldüğü anda
kayboldu. İşte bütün yaptıklarından sana
verdiğimiz ödül dedi. Başına altın bir taç
taktılar.
Sevinci binlerce kat artıyordu.
Burada sonsuzluk içinde Tanrı’yı övecek
ve yüceltecekti. O da diğerleri gibi yaptı.
Başındaki tacı çıkarıp Tanrı'nın ayakları
dibine attı. “Burada seninleyim Rab” dedi.
“Buna ancak sen layıksın” “ Çünkü benim
günahlarım için çarmıhta öldün ve dirildin.
Bende bunun için yaşıyorum ve işte bu yüzden
buradayım. Başka bir şey istemem”.
Sonra başkaları da onun
yanına gelerek yeni bir ezgi söylemeye devam
başladılar. İçinden bu ne zaman dek sürecek
dedi ne zamana dek. Sonunda dudaklarında
dökülüverdi “Sonsuza dek, sonsuza dek”…
|