Küçük
bir köyde öğretmen bir anne babanın çocuğu
olarak dünyaya geldim. Ben mi hayalimde
canlandırıyorum yoksa gerçekten öyle miydi
bilmiyorum ama yeşillikler içinde, dereleri,
buğday tarlaları, kazları, ördekleri, çeşmeleri
ile benim için harika bir dünyaydı, bir
masal ülkesi gibiydi adeta. Ben ailemin
tek çocuğuydum, evimizde de okulda da özel
bir yerim vardı. Sanırım kendimi prenses
gibi hissediyordum. Küçük bir krallığın
hep sevilen, hep şımartılan, ilgi odağı
prensesi… Bu şekilde ailemin, arkadaşlarımın
gözbebeği olarak, dere kıyılarında, tarlalarda
koşturarak, neşe içinde geçti çocukluğumun
ilk yılları… Taa ki annemlerin mecburi hizmeti
bitip, şehre tayinleri çıkana kadar. Sonrası
zor bir adaptasyon süreciydi.Yeni ev, yeni
okul, yeni öğretmen, yeni arkadaşlar ve
prenseslikten sıradan bir küçük kızlığa
geçişin dayanılmaz ağırlığı… Alışmam gereken
çok şey vardı ve ben her gün kaçıp köyüme,
arkadaşlarıma geri dönmeyi hayal ediyordum.
Halbuki
yaşamın bana sürekli bu yeni ve farklı kapıları
açacağını, her yeni duruma hırsla adapte
olmaya çalışacağımı henüz bilmiyordum. Başarmak,
dünyada sevilmeye giden yolda ilk adımdı
çünkü ve kimse başarısızları kabul etmiyordu.
Ortaokulu henüz bitirmiştim ki yeni bir
ortama adapte olmam gerekti.Yatılı okul.
Yatılı okul sonrası çoğunluğu kolej öğrencilerinden
oluşan bir üniversite.. Sonra daha okul
bitmeden içine girdiğim bambaşka bir dünya;
çalışma hayatı ve adeta bir cangılı andıran
şartları…
Sürekli
bir başarıya endekslenmişti yaşamım. Yatılı
okul sınavları, matematik dersi bile görmediğim
bir okuldan matematik puanı ile öğrenci
alan bir bölüme girişim, orada gene başarıyla
okumam, aileme yük olmamak ve bir an önce
yaşama hazır olmak için okurken çalışmaya
başlamam, tüm bunların bir arada yürümesi,
daha iyi bir iş teklifi, iyi bir evlilik,
mutlu bir aile
yaşamı ve gurur duyulan bir evlat. Yaşamım
harikaydı… Çok iyi konumda olduğum bir işim,
sürekli çıktığımız seyahatler, etrafa saçılan
pahalı hediyeler, neredeyse sahip olmak
üzere olduğumuz evimiz, evimizin önünde
arabamız, haftada en az iki kere buluştuğumuz
arkadaşlarımız vardı … Tabii bu arada Tanrı’yı
düşünecek isteğim de, vaktim de yoktu. Bir
yerlerde bir
Tanrı vardı ama çok da benimle ilgilendiğini
sanmıyordum. Ben çalışıyor ve başarıyordum,
bazen doğru yollardan ,bazen kısa yollardan…
Önemi yoktu, ben yaşam oyununda öndeydim.
Fakat
bir gün bu harika kumdan kale yıkıldı.
Tüm
Türkiye’yi etkileyen ilk ekonomik krizi
bir şekilde atlatmıştık ama ikincisine yenik
düştük. Önce işimi kaybettim, sonra borçlarını
ödeyemediğim için evimi. Ve ödeme gayreti
ile yüklendiğim kredi kartları da ayrı bir
felaketti tabii. Harika olduğunu düşündüğüm
evliliğim de yenik düştü bu ve bunun getirdiği
ağır şartlara. Birdenbire otuz yaşın üstüne
çıkmış ve yaşamı artık oturmaya başlamış
bir kadından; evsiz, işsiz, ailesiz, bankalarla
mahkemelik, ailesinin tüm umutlarını boşa
çıkarmış ve daha kötüsü yaşamdan hiçbir
ümidi kalmamış bir kadına dönüşüm…
O
dönem uykusuzluk ve yemek yiyememe problemlerim
başladı. Öyle mutsuz ve öyle umutsuzdum
ki, herkesin hakkımdaki tüm umutlarını boşa
çıkarmıştım … Okuduğum okullar anlamsızdı
çünkü iş bulamıyordum, eşimle kurduğumuzu
sandığım dünya anlamsızdı çünkü uğruna savaşılmamıştı
bile, ailem gözlerinde umutsuzlukla bakıyorlardı
yüzüme çünkü tüm hayallerini yıkmıştım,
aslında hiçbir şeyi başaramamıştım ben ve
o çok sevdiğim arkadaşlarım da yok olmuşlardı
tek tek… Yapayalnız kalmıştım…
Ve en ümitsiz zamanımda Rab’bi tanıdım.
Yaşamımda önemli yeri olan bir arkadaşımın
İsa’ yı izlediğini öğrendikten ve O’nunla
yaşam, sevgi, inanç, ruh, cennet, merhamet,
bağlılık gibi kavramları konuşmaya başladıktan
sonra, yaşamımı üzerine kurduğum kumdan
kalenin tamamen dünyasal değerlerle örülü
olduğunu fark ettim. Ben yiyor, içiyor,
geziyor, eğleniyor ve yaşadığımı sanıyordum.
Yaşantım herkes gibiydi aslında ; kendimce
“beyaz” saydığım yalanlar, yaşamımı sürdürmek
uğruna kölesi olduğum günahlar, zor zamanlarda
çıkış yolu olarak gördüğüm metotlar, hepsi
benim içinde yuvarlandığım çamurumun bir
parçası gibiydi. İşin kötü yanı ben hiçbir
şeyin farkında değildim, sadece yaşıyordum,
daha doğrusu yaşadığımı sanıyordum…
Oysa
bu arada Rab yüce planını işletiyordu ve
antlaşmasını hatırlıyordu. “Beni
tüm kalbinle, tüm yüreğinle ararsan bulacaksın”.
Üstelik Rab’ bin sözü bizimkiler gibi güvenilmez
de değildi…
Ve
ben aramaya başlamıştım. Bir internet sitesi
üzerinden Kutsal Kitab’ı okumaya başlamıştım.
O yüzden Sunhee der ki ; “Rab’ bi internette
buldun”.
Evet
, Sunhee iyi ve sadık dostum, öğretmenim.
Kutsal Kitap okurken üye olduğum internet
sitesinden telefonumu alıp beni aramıştı
; “ Her Pazar Kadıköy ‘de toplanıyoruz,
bekleriz sizi” demişti.Ama ben okuduklarımın
çok etkisindeydim. Tevrat’ı okuyordum ve
Rab’bin on emirini… Neredeyse her günahı
işlemiştim ve asla affedilemezdim. Tanrı’nın
evinde, onun kutsallarıyla oturmak mı? İmkansızdı
benim için…
Oysa
hiç ummadığım bir anda Rab cevap verdi arayışıma.
Hayatımın belki de en zor gününde, çıkılmaz
sandığım bir girdabın içinde, başımı ellerimin
arasına almış ve gözyaşı dökerken aniden
bir dua okumaya başladım. İstesem de başka
kelimeler dökülmüyordu dudaklarımdan, sürekli
aynı sözleri tekrarlıyordum; “Ateşlerden
geçsem de korkmayacağım, sulardan geçsem
de boğulmayacağım, Tanrı benimle…” Nereden
duymuştum ben bu sözleri, bir filmden mi
? Bilmiyordum, hiç ama hiç bilmiyordum fakat
kendimi an be an daha iyi hissediyordum…
Sonra birden başımın üstünde bir el hissettim
sanki ve bir ses yükseldi sanki içimden
bir yerden “Korkma, seninleyim”… Hiç kimse
duymuyordu ama ben duyuyordum; “Korkma,
seninleyim”
Ne
olduğunu bilmiyordum ve anlamıyordum (Rab
İsa ‘nın yanımda olduğunun farkında değildim)
ama önemli değildi. Tek önemli olan artık
ağlamıyor ve korkmuyordum. Tanrı ne isterse
o olacaktı…
İnanılmaz
bir şekilde çözüldü problemim. Bayram iznine
çıkması gerektiği halde mesaiye kalmış bir
kişi, tesadüfen bulunan bir evrak ve benim
işim iki saat geçmeden çözülmüş ve durum
düzelmişti.
Eve
geldim ve ettiğim duayı aradım merakla Kutsal
Kitapta ve buldum. Yeşeya 43…
"Korkma”
diyordu,
Seni adınla çağırdım, sen benimsin.
Suların içinden geçerken seninle olacağım,
Irmakların içinden geçerken su boyunu aşmayacak.
Ateşin içinde yürürken yanmayacaksın,
Alevler seni yakmayacak.
Çünkü senin Tanrın, Seni kurtaran RAB benim.”
Böylece daha bir şevkle okumaya başladım
ve Rab’bin beni tüm günahlarımla kabul ettiği
ayeti buldum sonunda…
Matta
18 diyordu ki ;
“Ne dersiniz ?
Bir adamın yüz koyunu olsa ve bunlardan
biri yolunu şaşırsa, doksan dokuzunu dağlarda
bırakıp yolunu şaşıranı aramaya gitmez mi?
Eğer onu bulacak olursa, size doğrusunu
söyleyeyim, yolunu şaşırmamış olan doksan
dokuzu için sevindiğinden daha çok onun
için sevinir.”
İşte
ben o kaybolmuş koyundum ve Rab beni bulduğu
için çok sevinçliydi… Kiliseye gidebilirdim,
iman edebilirdim. Çünkü Tanrı diyordu ki
;
Ben
sevgiyim Ve “Sevgi
sabırlıdır, sevgi şefkatlidir. Sevgi kıskanmaz,
övünmez, böbürlenmez. Sevgi kaba davranmaz,
kendi çıkarını aramaz, kolayca öfkelenmez,
kötülüğün hesabını tutmaz. Sevgi haksızlığa
sevinmez, ama gerçek olanla sevinir.
Sevgi her şeye katlanır, her şeye inanır,
her şeyi ümit eder, her şeye dayanır. Sevgi
asla son bulmaz …”
Tanrı
beni sevmek için şart ileri sürmüyordu.
Ne kadar iyi veya kötü olduğum, günahlarım,
sevaplarım, başarılarım, başarısızlıklarım
O’nun beni sevmesi için bir kıstas değildi.
Sunhee’yi
aradım ve kiliseye gittim . Harika bir toplulukla
tanıştım orada. Türkçe ilahilerle Tanrı’yı
öven, kadınlı erkekli bir arada ibadet eden
ve Tanrı’nın sözünü okuyan, ilk saniyeden
itibaren beni gerçek aileme kavuşmuş gibi
hissettiren bir toplulukla… Rab’bin halkıyla
… Sunhee, İsa’dan neredeyse yedi yüz yıl
önce, Yeşeya Peygamber tarafından sözleri
okuduğunda
artık kimin saçlarımı okşadığını biliyordum,
kimin yanımda olduğunu, beni canını verecek
kadar sevenin kim olduğunu…
*****
Şimdi birtakım insanlar diyor ki “İsa varsa
ve Tanrı’nın oğluysa bir mucize göstersin,
inanalım” . Çarmıhta da öyle söylemişlerdi.
Ama İsa Rab’bin muhteşem planını uygulamak
dışında bir mucize göstermedi mucize bekleyenlere.
Ölümünü ve üç gün sonra dirilmesini, öldüğü
an tapınağın depremle sarsılmasını, iyileştirdiği
hastaları, ölümden döndürdüklerini saymazsak…
Ve
dedi ki “Görmeden
iman edene ne mutlu” Bizler
görmeden iman ettik ama bu bizim değil Kutsal
Ruh’un başarısıydı. “Adını avuçlarıma yazdım”
diyen Rab İsa’nın lütfuydu. Ben lütufla
kurtuldum. Rab bana en önemlisi korkmamayı
öğretti ; yalnızlıktan, sevilmemekten, kabul
edilmemekten… Tövbe etmeyi öğretti, günahtan
kaçınmayı ve nefret etmeyi… Ve sevmeyi öğretti,
dostumu, hatta düşman saydıklarımı sevmeyi,
ve affedebilmeyi öğretti, Rab benim yüreğimi
yumuşattı.
Evet
biz görmeden iman ettik çünkü iman budur,
kalbinle, ruhunla, aklınla, mucize beklemeden,
tüm evrenin bir mucize olduğunu bilerek
ve hayatında her gün oluşan mucizeler için
şükrederek yaşanır…
Amin…
|