Kilise tarihinde Reform hareketinin büyük
isimlerinden söz ederken; büyük güçlüklere
rağmen; nasıl ayakta durabildiklerine de
değineceğiz. Bu konuları işlerken şunu hiç
unutmayın: Burada çalışmakta olan Tanrı’nın
Kendisidir. Çünkü insanı yüceltmekte, büyük
tehlikeler vardır. Bu derslerde göreceğimiz
Tanrı’nın insanlara rağmen çalışmasıdır.
Üç ana konudan sözedeceğiz.
1.
Martin
Luther
2.
John
Calvin
3.
Ana
Baptistler Grubu adı verilen bir gruplar.
Bu üç konuya ilişkin bazı
temel olaylara bakacağız.
1. Martin Luther:
Kişilikli bir adamdı. Kişiliğinde
bir tür güç vardı. Bu güç ise, içindeki
derin inançtan kaynaklanmaktaydı. Çok cesur
bir insandı. Bu cesaretin sebebini de biliyoruz.
Çünkü hayatının son 25 yılında onun başına
bir ödül konulmuştu. Fakat bu bile onu hiçbir
şekilde durdurmadı ya da yavaşlatmadı. Onun
hakkında bazı yanlış anlamalar vardı. Bazı
insanlar Luther’in bir köşeye çekilip; Reformasyonu
planladığını düşünürler. Bu, Luther’in değil;
Tanrı’nın Reformasyonuydu. Esasen Luther’in
kendisi de buna inanıyordu. Şu şekilde bir
tanım yapmıştı: “ Reformasyon aslında tamamen
bir rastlantıydı. Ben bu gibi konularda
akılsız ve yetersizdim. Hepsine kaza eseri
karıştım. Özellikle bunun içersine girmek
istediğimden olmadı.”
Martin Luther, 1483 yılının Kasım ayında
bir köylü olarak doğdu. “Ben bir köylüyüm,
babam da; büyükbabam da köylüydü. Biz hepimiz
köylüydük.” Halktan bir insandı. Luther’in
alışılagelmişliğin dışında bir yönü vardı.
Bu da, bir köylüye nazaran; çok derin bir
eğitim almış olmasıydı. Babası bir maden
işçisiydi. Babası Hans, işini sürekli olarak
geliştirmeyi planlıyordu. Arkadaşlarıyla
birlikte bir maden satın aldılar. Belli
bir zenginliğe ulaştılar. Böylece de oğluna
üniversitede okurken yardımcı olabildi.
Babası onun bir avukat olmasını istiyordu.
Bu kendisinin değil; babasının yaptığı bir
seçimdi. Çünkü o devirlerde oğullarının
mesleklerine babalar karar verirdi. Bu yüzden
master yaptıktan sonra, üniversitede hukuk
eğitimine başladı. Bu eğitim esnasında yüreği
bunu istemiyordu. Çok yakın bir arkadaşının
ölümünden sonra, Luther sonsuzluk hakkında
düşünmeye başladı. O günlerde her insanın
kabul ettiği görüş şuydu: Şayet kişi cennete
gitmek istiyorsa; kendini bir manastıra
kapayıp, rahip olmalıdır.... Avukatlık
eğitiminde geçirdiği yaklaşık 2 aylık eğitimden
sonra, vicdanı kendisini rahatsız etmeye
başladı. Ve yüreğinin derinliklerinde Tanrı’ya
hizmet etmesi gerektiğini hissetti. Eğitiminin
2. ayında babası ile bu konuyu görüşmek
için köyüne döndü. Babasının kendisine,
rahip (sofu) olması için izin vermesini
istedi. Babası kabul etmeyip, okuluna geri
dönmesini istedi. Luther, söz dinleyen bir
evlat olduğundan, okuluna geri döndü fakat
bu yaptığından hoşnut değildi. Luther, okula
dönerken çok yakınına bir şimşek düşer.
Korkuyla: “Aziz Ann! söz veriyorum,
rahip olacağım.” der.
Bir yemin etmişti ve bunu da kesinlikle
yerine getirmeliydi. Babasına tekrar giderek:”
Baba, Tanrı senin isteğinden farklı bir
şeye karar verdi.” dedi. Daha sonra Luther,
hukuk kitaplarını satarak; bir manastıra
gitti. Babası bu durumdan hiç hoşnut değildi.
Luther, birçok ünlü manastıra girebilecek
nitelikteydi. Dominikler ya da Fransiskalılar
manastırı gibi. Fakat Almanyadaki diğer
manastırların yanı sıra, Augustin
manastırını seçti. Çünkü çok disiplinli
ve katı kurallara sahiptiler. Luther, cennete
gitme konusunda çok ciddiydi. Birkaç alıntıya
bakalım:
“Eğer herhangi bir kimse, bir rahip olduğundan
cennete girebilecektiyse; o ben olurdum.”
diyor . Yaklaşık 3 gün boyunca hiçbirşey
yiyip içmeden oruç tutardı. Kışın dondurucu
soğuklarda geceleri soğuk taşın üzerinde
uyurdu. Fırsat bulduğu her durumda dua ederdi.
O kadar çok günah çıkarmaya giderdi ki;
papaz ona artık gelmemesini bile söylemişti.
İmanı konusunda çok büyük bir ciddiyet içersindeydi.
Tüm bu kargaşanın içersinde Luther’in içindeki
ses ona, tüm bu yaptıklarının Tanrı’yı hoşnut
etmediğini söylüyordu. Aslında yaptığı iyi
işlerde bile bir bencillik olduğunu biliyordu.
Kendi amaçlarına hizmet etmek için Luther,
Tanrı’yı kullanıyordu. Tüm bu yaptığı iyi
işlere rağmen ruhunun derinliklerinde bir
boşluk hissederek şöyle diyordu: “Ben Tanrı
ile barışık değilim.” Kendisine bir anlamda
hocalık eden kişiye giderek, içindeki huzursuzluğu
giderebilmek için ne yapabileceğini sordu.
Hocası ona iki şey yapabileceğini söyledi:
“Birincisi, git doktora programına yazıl,
o seni çok meşgul edecektir. İkincisi de:
kendine bakmayı bırak ve o bakışlarını İsa’ya
yönlendir!.” Aslında çok bilgece bir tavsiye
bu!
Bunun üzerine Luther, 1512’de doktorasını
tamamladı. Bunun sonucunda da artık onun
mesleği, Tanrı Söz’ünü okumak, çalışmak
ve Kutsal Yazıları öğrencilerine öğretmekti.
Ama Luther sadece bir profesör değildi.
Aynı zamanda Wittenberg adlı bir şehirde,
vaizlik de yapıyordu. Yani burnu büyük teologlardan
değildi. Halkın içinde ve onların yaşantısıyla
bir aradaydı. Çoğu Pazar günleri vaaz verirdi.
Kutsal Yazıları çalışmasıyla birlikte Aziz
Augustin’in yazılarını da okumaya başladı.
Kutsal Kitap’ta da elçi Pavlus’un Romalılar
ve Galatyalılar kitapları üzerine yoğunlaştı.
Belirli bir zaman sonunda sadece imanla
aklanma konusunda fikir sahibi olmaya
başladı. Bu görüşlere ve bu birikimlere
bir anda değil; 4-5 yıllık çalışmanın sonucunda
yaptı.
Biliyorsunuz, Aklanma hem Lutheranlar,
hem de Reformistler için çok anahtar bir
öğretidir.
Aklanma Nedir?
İçinde hissettiği huzursuzluk
ve endişe yüzünden Luther, iyi işlerle Tanrı’yı
hoşnut edemeyeceğini çok iyi biliyordu.
Bu yüzden de bir günahkarın, Kutsal bir
Tanrı’yla nasıl doğru bir ilişki içersine
girebileceği konusunda derin derin düşünmeye
başladı. Luther için Aklanma Öğretisi
çok büyük oranda ilk günahla ilişkiliydi.
Onun için ilk günah (Özgün günah)
konusunda iki şey çok önemliydi. Adem meyveyi
alıp yediğinde iki şey oldu:
a)
Meyveyi
yemesiyle birlikte hem kendi üzerine;
b)
Hem de
kendisinden doğan bütün insanlık üzerine yasal bir
suçluluk getirdi. Bu yasal suçluluğun yanısıra, ahlaki
bozukluk da geldi.
İşte Aklanma öğretisi
de kişinin üzerine getirmiş olduğu bu
yasal suçluluktan nasıl kurtulabileceği,
bunu ortadan nasıl kaldırabileceği ile ilgilidir.
Tanrı ile doğru bir ilişkiye nasıl
girebilirim? Yani özellikle benim yüreğim bozulmuşken,
çürümüşken, Tanrı’yı hoşnut eden şeyi yapmak istemezken;
doğru bir ilişki içersine nasıl girebilirim?
Bunun sonucunda Luther anladı ki,
Aklanma ve Kurtuluş, kendi yapmış olduğu
şeylerle değil, Tanrı’nın yapmış olduğu şeylerle
ilgilidir. İşte bu öğretiler sonucunda Luther, “içine
konma” kavramını buldu. Bu öğretiye göre, Mesih’in
doğruluğu günahlıya, günahlının günahı ise Mesih’e
aktarılır. Yani “İçine konur” Ve Luther şunu dedi: “Ben
bu gerçeği fark ettiğimde; kendimi yeniden doğmuş gibi
hissettim.”
Luther’in kim olduğunu anlamak için, tüm
bunları bilmek çok önemlidir.
Fark ettiyseniz, Martin Luther’in
yaşadığı içsel çelişkilerinden bahsettim.
Şimdi de Reformasyon hareketini başlatan
çok önemli tarihsel bir olaya değinmek istiyorum:
Endüljans: Papa X. Leo Roma’daki aziz
Petrus katedralini tekrar inşa etmek istiyordu.
Bu projeye maddi olarak destek bulmak için
tüm Almanya üzerinde endüljans satılması
için direktif verdi. Endüljans dedikleri
bir kağıt parçasıydı. Papanın verdiği bu
kağıt parçası yetkisiyle bir insanın, Araf
denilen yerde geçirdiği zamanı ya tamamen
ortadan kaldırılıyor; ya da azaltabiliyordu.
Katolik öğretisinde Araf, acı verici bir
yerdir. Öyle ki, kişiler işledikleri her
bir günah için cezalarını çekerler. Katolik
öğretisine göre, herkes de günahkar olduğundan,
bundan şu anlam çıkmaktadır: hemen hemen
herkesin bir zaman için Araf’a gideceklerine
inanıyorlardı. 1000 ya da 2000 yıl. Bu da
küçük günahkarlar için. Eğer para vererek
bu endüljansı satın alabilseydiniz; Araf’ta
geçireceğiniz zamanı azaltabilir ya da tamamen
ortadan kaldırabilirdiniz. Bu nedenle de
insanlar büyük bir istekle endüljansları
satın aldılar.
Soru: Katolik öğretisindeki bu
öğreti hala olduğu gibi devam ediyor mu?
Yanıt:
Evet. Bu öğreti hiçbir zaman Katolikler arasında
reddedilmedi.
Bir başka önder: Ama şimdi
endüljanslar satılmıyor.
Konuşmacı: Belli durumlarda,
belli konumlarda hala satılmaktadır. Ama
Katolikler bundan bahsetmeyi fazla sevmiyorlar.
Tüm Ortaçağ boyunca kendi kişisel durumlarınız
için endüljans alabiliyordunuz. Ama 1460
yılında çok olağandışı birşey oldu. Papa
IV. Sixtus’un kararına göre artık herhangi
bir kişi bir başka kişi adına da endüljans
alabiliyordu. Bu o yıllarda yeni bir düşünceydi.
Diyelim ki kişinin annesi ölmüşse, Araf’ta
ise, onun için endüljans alabilecekti. Roma’daki
aziz Petrus katedralini işte böyle inşa
ettiler. X. Leo ve başka bir piskopos arkadaşı
Tetzel adında bir kişiyi endüljans satması
için tuttular. Şahşaalı yürüyüşler yaparak
endüljans satmaya çalışırdı. Bu kişi şehire
geldiğinde orkestralarla, müzik eşliğinde
bayraklar sallanırdı. Böylece tüm dikkatler
Tetzel üzerine çekilirdi ve o, vaaz verirdi.
Bu kişinin verdiği bir vaazdan küçük bir
parça okumak istiyorum:
“Ölmüş anne-babalarınızın sesini işitebiliyor
musunuz? Onlar acı içinde bağırıyarlar:
‘Acı bana! Acı bana! Çok büyük cezalar çekiyoruz.
Lütfen bizi kurtarın! ’ diye. Kulak verin!
Anne-babalarınız bağırıyorlar.” Ve insanlar
da büyük meblalarda paralar ödüyorlardı.
Tetzel satış yaparken şu sözü söylüyordu:
“ Torbaya atılan her para, cennetten çıkan
canı gösterir. Bir para bir can” Tetzel
bu yolla çok açıkca insanları sömürüyordu.
Martin Luther, kendi kilisesinin de endüljans
satın almaya giden kişilere doğru kaydığını
gördü. Fakir insanlar bile, son kuruşlarıyla
endüljans satın aldılar. Halkın çobanı olan
Luther, kendi halkının iyiliği konusunda
kaygılanmaya başladı. Bu konuda birşeyler
yapmaya karar verdi. Hatırlarsanız o, aynı
zamanda bir profesördü. Ve endüljans satışlarını
çürüten ve 95 tane karşıt görüş içeren
Latince bir yazı yazdı. Bu yazının Latince
yazılması çok önemli bir detaydı. O zamanın
halkı Latince bilmiyordu. Böyle yapmasının
sebebi, profesörler yani tüm eğitimli kişiler
arasında bir tartışma başlatmaktı. Yazmış
olduğu bu 95 maddeyi gidip, kilisenin kapısına
çiviledi.
Daha sonra kendisinin bile özel olarak planlamadığı
birşey oldu: Kim olduğu hakkında kesin fikrimiz
olmayan bir kişi, bu 95 maddelik yazıyı
alarak Almanca’ya çevirdi. Bunları alıp,
çoğaltarak; tüm Almanya’ya dağıttılar. Ve
bu dağıtım sonucunda Luther, birdenbire
bir kahraman oldu. İnsanları sömüren bu
kişilere kafa tutan tek kişi olarak gösterildi.
Aniden halkı temsil eden bir kişi durumuna
getirildi. Bu 95 madde kilisenin öğretisini
reddetmiyordu. Bu aşamada Luther’in ilgilendiği
şey, kilisenin öğretisi değil; kişilerin
sömürülmesiydi. Bu yüzden asıl ilgilendiği
kilise öğretisinde bulunan bir şeyin saptırılmasıydı.
Luther bu olaydan sonra daha da cesaretlendi.
İnsanlar ne öğrettiği konusunda gelip kendisine
sorular soruyorlardı. İçinde bulunduğu Augustin
manastırının liderleri bu durumdan biraz
kaygılanmaya başladılar. Tüm bu olayların
cereyan ettiği sırada Luther, sadece var
olan kuralın saptırılmasının ötesine geçip,
Kutsal Kitab’ın temel öğretileri üzerine
düşünmeye başlar. Ör: Aklanma..1518
yılında kendi önderleri Heidelberg’e gelip
kendi görüşlerini onlarla paylaşması için
Luther’i çağırırlar. Şu ana kadar onu hiçkimse
yanlış öğreti yayan bir kişi olarak nitelemiyordu.
Sadece onun için “biraz alışılmışın dışında”
diyorlardı. Ertesi yıl Leipzig’de çok ünlü
bir münazaraya girer. Almanya’daki çok ünlü
bir bilim adamı Johann (Yohan) Eck ile münazara
yapar. Ve herkesin kafasında Eck, Luther’e
sanki gününü gösterecek gibi bir düşünce
hasıl oldu. Çünkü Eck, Ortaçağ bilginlerini,
Luther’den çok, Luther ise, Kutsal Kitab’ı
Eck’den çok daha fazla biliyordu. Çok açık
olan Luther’e sahip olduğu gücü ve yetkiyi
veren budur. Eck, tüm bu tartışma boyunca
Luther’i çok radikal ya da beklenmeyen bir
şeyi söylemesi için kışkırtmaya çalışıyordu.
Sonunda bunu başardı da....
Luther kızarak şöyle dedi: “Papa hata yapabilir.”
.......Herkes bunun üzerine çok şaşırır.
Luther, papanın ve kilise komitelerinin
de hata yapabileceğini söylediğinde; başını
birçok belalara sokmuş olur. Zira Luther
için en üst yetki ne papa, ne de kilise
komitesiydi. Onun için tek yetki Tanrı Söz’üydü.
Eck, Luther’i öylesine kızdırdı ki, o daha
sonra çok daha fazla çalışmalar yaptı, yazılar
yazdı. Yazdığı her kitap, kiliseye karşı
bir önceki yazdıklarından daha cüretkar;
daha cesurdu.
1520 yılında
hat safhaya gelen Luther, en sonunda papayı
red ettiğini söyledi.Yazdığı ilk kitabın
adı: “Hristiyan Asaletine İlişkin”
Bu kitapta kilisenin kendini yenileyemediğini,
bu yüzden de Hristiyan asil ve liderlerinin
kiliseye bu reformasyonu getirmeleri gerektiğini
söyledi. Kutsal Kitab’ı yorumlayabilecek
ve anlayabilecek olanların sadece papa ya
da üst mertebedeki kişiler olmadığını söyledi.
Bunu red etti. Aynı zamanda rahiplerin de
bekar kalması gerektiğini söyleyen öğretiyi
de kabul etmediğini vurguladı. İsteyen her
rahip ya da manastıra kapanmış olan kişinin,
bulunduğu yeri bırakıp çıkabileceğini
aktardı. Bu kitap Katolik kilisesinde
çok tepki uyandırdı ve çok kızdırdı. Ve
bu ilk kitabın akabinde aldığı tepkilerden
sonra, adı “Babil Tutsaklığı” olan daha
cüretkar bir kitap daha yazdı. Sanki
bu kitabı yazmakla eline bir bıçak alarak,
Katolik kilisesinin kalbine saplamış oldu.
Bu sefer de Katolik kilisesinin yaptığı
Rabbin Sofrası öğretisine saldırmıştı. Zira
Rabbin sofrası öğretisi, Ortaçağ sonlarındaki
Katolik kilisesinin çok merkezi bir öğretisiydi.
Bu öğreti ile ilgili Roma Katolik kilisesinin
3 tane hatası vardı.
a)
Katolik kilisesi 9. yy.’ın içinde
normal insanların bu şaraptan içemeyeceğini; sadece
ekmekten alabileceğini söylemeye başladılar. Luther:”
Bu, Kutsal Kitab’a karşıdır. Herkes hem şaraptan, hem
ekmekten alabilmelidir. ” dedi.
b)
Katolik öğretisinde ekmek ve şarabın Rabbin Sofrasında o
anda gerçekten İsa’nın kanına ve bedenine dönüştüğü
öğretisi vardı. Luther bunu red etti. Bu dönüşüm
öğretisine göre Katolik kilisesinde bu inanışa göre
rahip ekmeği ve şarabı bereketleyip dua ettiğinde;
elindeki ekmek ve şarap gerçekten hem İsa’nın bedeni,
hem de kanı oluyordu. Her ne kadar İsa’nın bedeni ve
kanı gibi tadı olmasa da; bu kişilere göre gerçekten hem
beden hem kan oluyordu.
Luther bunun da Kutsal Kitab’a aykırı
olduğunu söyleyerek, reddetti.
c)
Ayin içinde kurban sunuş öğretileri vardı.
Çünkü Katolik öğretisine göre, bu kişiler
Rabbin Sofrasını her yapışlarında O’nun
tekrar ve tekrar çarmıhta öldüğünü düşünüyorlardı.
Luther yine bunun da Kutsal Kitab’a uygun
olmadığını söyledi.
Luther 1520 yılının Haziran ayında Roma
papalığı üzerine küçük bir kitap yazdı. Bu kitapta da
papanın Mesih karşıtı olduğunu söyledi. Çok cesurca bir
söz değil mi? Bu laftan sonra Luther’in aforoz
edilmesine şaşırmamalı. Martin Luther’in aforoz edilmesi
Mezmur 74:22. ayete dayandırılmıştı: “Kalk, ey
Allah, kendi davanı gör; Akılsızın bütün gün sana sitem
ettiğini an.” Kısacası Katolik kilisesi Luther’e
“akılsız” diyor. Bu yaptığı şeyden tövbe etmesi
için kendisine 60 gün süre tanındı. Yoksa, aforoz
edilecekti. Aforoz edileceğini bildiren kağıdı alarak,
çok büyük bir ateş yaktı. Bütün arkadaşlarını çağırdı.
Herkesin gözü önünde bu kağıt parçasını ateşe atarak
yaktı. Bu davranış papayı daha da kızdırdı. 1521 yılının
Ocak ayında resmen aforoz edildi. Fakat sapkın öğreti
yayan bir kişiyi aforoz eden kilisenin kendisi değil; o
zamanlarda bunu yapan yerel hükümetti. Luther, kilise
tarafından sapık öğreti yayan bir kişi olarak ilan
edildikten sonra, onu bir mahkeme dahilinde yargılamak
devletin görevi olmuştu. Bunun üzerine o zamanın Alman
imparatoru olan V. Charles, cezasını çekmek üzere bir
şehre çağırıldı. İmparator Luther’e bu davaya geldiği
takdirde ceza vermeyeceğini, ve mahkeme sonucu ne olursa
olsun onun hür bir kişi olarak çıkıp gideceğini söyledi.
Zararsız bir kişi gözüyle bakılıyordu. Luther bunun
üzerine katılacağını bildirdi.
Katılmaya karar vermesi cesurca bir
davranıştı. Zira daha önce bir başka kişiye de aynı söz
verilmiş ama bu kişi mahkeme sonunda yakılmıştı. Luther
aslında bu şehre giderek çok büyük bir risk almış
oluyordu. Luther bulunduğu şehirden mahkemenin bulunduğu
şehire gidinceye dek, geçtiği tüm şehirlerde insanlar
onu alkış yağmuruna tutuyorlardı. Halk arasında tanınan
ve sevilen bir kişiydi. Yargılanacağı şehire geldiğinde
ise kimse onu alkışlamamıştı. Halk Luther’i seviyor ve
imparatora karşı büyük bir şüphe besliyorlardı. 17 Nisan
1521 yılında Luther papanın, prenslerin ve imparatorun
önünde muhakeme edilmek üzere geldi. Saat 16’da muhakeme
edilecekti. Traş olup, rahip giysisini giyerek mahkemeye
gitti. Herkeste iyi bir izlenim bırakmak niyetindeydi.
İmparator Luther’i 2 saat bekletti. Ne kadar
heyecenlanabileceğini, rahatsız olabileceğini bir
düşünün! Sonunda onu çağırdıklarında hava kararmıştı.
Saat 18’di. Odanın etrafında yanan meşaleler ortamı hem
ısıtmış, hem de dumanlı bir görünüm vermişti. İspanyol
askerleri odayı çepeçevre sarmışlardı. İmparatorun
yanındaki insanlar Luther’i konuşturmaması gerektiğini
ve onun bir şeytan olduğunu söylüyorlardı. Bunu, Luther
ağzını açtığında imparatoru ikna edebileceğini
düşündüklerinden istemiyorlardı. Luther bu büyük odanın
tam ortasında durdu. Önünde imparatorun tahtı ve onun
yanında Almanya’nın farklı bölgelerinin prensleri
oturuyorlardı. Burada oturan kişiler güçlü kişilerdi.
Luther’i yargılayacak olan savcılar Luther’i odanın
ortasında karşılayarak; iki soru yönlendirirler: Aachen
(Ekın) adında bir kişi köşedeki masayı göstererek şöyle
der:
Aachen: Masanın üzerindeki
kitaplar sizin mi?
Luther:
Evet
benim.
Aachen: Yazdığınız şeyleri
reddedecek misiniz?
O ana kadar cesur olan Luther korkar ve
şöyle cevap verir:
Luther:
Lütfen
bunu düşünmek için bana 24 saat verin.
Ne kadar cesur olursa olsun hayatının
tehlikede olduğunu gören her kim olursa olsun Luther
gibi korkudan titrerdi.
İmparator Luther’in teklifini kabul
ederek, 24 saat düşünmesi için ona bu zamanı tanımaya
karar verir. Luther yaşadığı yere geri döner. Tüm gece
boyunca Kutsal Yazıları okur, dua eder ve arkadaşlarıyla
konuşur.
Bu süre zarfında mahkeme olduğu salon
daha da kalabalıklaşmıştır. İmparator yine karanlık
basıncaya kadar onu bekletir. Luther saat 18’de yine bu
odaya getirilir. Savcı Aachen yine aynı soruyu
yönlendirir:
Aachen: Bu yazıları reddedecek
misiniz?
Luther bu soruya çok ünlü bir yanıt
vermiştir.
Luther:
Kutsal Kitab’ın Söz’üyle ikna olmadığım
sürece tövbe edemem ve etmeyeceğim! Çünkü bir kişinin
vicdanına karşı eylem içersinde olması, ne güvenli; ne
de bilgecedir. İşte burada duruyorum. Başka hiçbirşey
yapamam. Tanrı’m bana yardım etsin!
Ve bu sözün akabinde odada buluna
İspanyol askerleri:
"Ateşe
atın! Ateşe atın!"
diye bağırmaya başlarlar.
Luther’in
korkudan yüreği ağzına gelir. Fakat imparator sözünün
eridir. Ve der ki:
"Yaşadığın
yere git ve bekle!"
Çok ilginçtir ki, bu imparator kendi
adamlarını Luther’in yaşadığı yere göndererek; onun
fikirlerini bir parça yumuşatma, geri çekme çabasını da
göstermiştir. Ve Luther herşeye rağmen:
"HAYIR!"
der.
Bunun üzerine imparator Luther’i 21
günlük bir koruma altına alır. Luther yargılandığı
şehiri terk ederek yaşadığı yere döner. Havanın
karardığı bir anda at arabasıyla giderken; beş atlı
Luther’in arabasını durdurarak, onu dışarıya çıkarırlar.
Onu bir ata bindirerek gecenin karanlığında gözden
kaybolurlar. Herhalde Luther o anda hayatının sonunun
geldiğini düşünüyordu. Fakat daha sonra Luther’in prens
Frederick tarafından kendi güvenliği için kaçırıldığı
anlaşılır. Prense ait bir kaleye götürülür.
Luther’e tanınan bu 21 günlük
süre sonunda artık o yanlızca sapık öğreti
yayan bir kişi olarak değil; aynı zamanda
bir kaçak gibi başına ödül konulmuş bir
kişi olarak da aranıyordu. Luther bu kalede
yaklaşık bir yıl boyunca kaldı. Kimliğini
değiştirdi. Sakal uzattı. Bir asker üniforması
giyerek asker kılığına girdi. Fakat yaptıkları
bundan ibaret değildi. Bu kalede yaşadığı
süre zarfında, reformasyon hareketi için
de çok önemli etkisi olan bir şey yaptı.
İncil’i halkın dili olan Almanca’ya çevirdi.
O ana dek hiçbir Alman, Tanrı Söz’ünü kendi
dilinde ne okumuş; ne de duymuştu. Çünkü
hepsi Latince idi. Yaptığı bu işin sonucunda
artık kişilerin ellerinde kendilerinin anlayabileceği
bir Kutsal Kitapları vardı. Reformasyon
hareketinde bu olay çok önemlidir. Çünkü
Kutsal Kitap artık halkın elinde vardı.
Bu noktadan sonra reformasyon hareketi başlamış
oldu.
Luther 1 yıl sonra yaşadığı şehire geri
döndü ve insanları bu konuda yönlendirmeye başladı.
Almanya’dan başlayarak, İskandinav ülkelerine yayıldı.
1555 yılında Lutheranlık yasal olarak kabul edildi.
Soru: Kutsal Kitab’ın Almancaya
çevirilmesinden sonra, İskandinav ülkelerine yayılması
nasıl gerçekleşti?
Yanıt:
İki şey oldu. Bunlardan birincisi: Halk Kutsal Kitab’ı
kendi dilinde okuduğunda; bu Araf üzerine olan
öğretinin, Kelam’a uygun olmadığını fark ettiler. Bundan
sonra da birkaç Alman prensi Luther’i desteklemeye
başladılar. Her ne kadar Luther’in kafasına ödül konmuş
olsa da, imparator hiçbir zaman ona ulaşamadı. Zira hem
prenslerin, hem de halkın bir bölümünün koruması altında
idi. Bir üniversite bulunan bu şehirde Luther, liderler
yetiştirmeye başladı. Kitaplar yazarak başka şehirlere
de yolculuk yaptı. Çalışmalarını ilerletti. Tüm bunlar
olurken alışılmamış bir şey gerçekleşir. Beklenen şey
imparatorun ordusuyla gelip Luther’i tutuklamasıdır. Ama
bu esnada I. Francis ile uğraşmak zorunda kalan
imparator, Luther yerine onlarla savaşmak zorunda kalır.
Luther’in en savunmasız kaldığı zamanda Tanrı tarihin
akışını değiştirerek onu korumuştur. Böylece Luther’i
idam etmek ya da hapse atmayı düşünecek zaman bile
olmamıştır. Çok ilginç olan da şuydu. Siz Türkler de
Luther’e yardım ettiniz. Ne olduğunu duymak istiyor
musunuz?
1521 yılında Türkler Roma
imparatorluğunun doğu sınırlarını, Fransızlar
da batı sınırlarını işgal etmeye başlamışlardı.
Böylece imparatorun onunla uğraşacak durumu
yoktu. Yani sizler de böylece yardım etmiş
oldunuz.
Luther öğretide ve aile hayatında da
reformasyon yaptı. Martin Luher’den önce evlilik, kilise
tarafından çok küçük görülen birşeydi. Çünkü düşünce
şuydu: Eğer bir kişi gerçekten Tanrı’yı seviyorsa;
evlenmez ve gidip bir manastıra üye olurdu. Fakat buna
kaşılık şöyle dedi: ”Hayır, iyi bir Hristiyan aynı
zamanda iyi bir baba ve iyi bir koca olabilir.” Bu söz
başını çektiği teolojik reformasyon kadar büyük bir etki
yaratmıştı. Kilisenin evlilik hakkındaki görüşlerini
anlatabilmek için aziz Jerome’un bir sözünü iletmek
istiyorum: Hayatın farklı kesimlerine ilişkin sayısal
çokluklar vardır. Bu sayısal çoklukları kalite
bakımından verdi. Şöle söyledi: “Bir bakire kendisinde
yüzde yüz kalite bulundurur. Bir dul yüzde altmış, evli
bir kişi ise yüzde otuz.” Yani bu düşünce yapısındaki
bir kişi için bakire kalmak yüz puan değerinde, dul
olmak altmış, evli olmak ise sadece otuz puan
değerindeydi.
Fakat Luther ise buna kaşılık
evliliğin asil ve önemli birşey olduğunu
söyledi. Kale içersinde bulunduğu zamanlarda
İncil’i Almanca’ya çevirmekten başka
önemli şeyler de yaptı. Manastır hayatı
üzerine yazılmış olan kitapta, edilen yeminlerle
ilgili bir kitap yazdı. Luther’in yazdığı
bu kitaba göre bekarlık yemini etmiş olan
bu kişiler yeminlerini bozarak evlenebilir
diye yazıyordu. Bu kitap yakında olan bir
manastıra ulaştı. Ve burada bulunan birçok
kişi bunun olabileceğini söyledi. Rahibelerden
birisi olan Katy Von Bora ile Luther 13
Haziran 1525’de evlendiler. Bu büyük bir
skandal oldu. Çünkü sapık öğreti yaymakla
suçlanan bir kişi, kaçak bir rahibe ile
evlenmişti. Bu kişilerin batıl inançlarına
göre, eğer bir rahip ile bir rahibe cinsel
ilişkiye girerse; çocukları Mesih karşıtı
olurmuş. Başlarının arkasında boynuzları,
arkalarında yüzgeçleri bulunurmuş. Bu kişilerden
çirkin bir yaratık doğarmış. Luther ilk
oğlu doğduğunda onu dikkatlice inceledi.
Ama oğlu çok sağlıklıydı. Hiçbir deformasyonu
yoktu. Yani Mesih karşıtı falan da değildi.
Katolikler arasında geçen inanca göre,
Luther’in Reformasyon hareketini başlatmasının tek
sebebi şuydu: İçindeki şehvet duygusunu bastıramamış
olması ve bekarlık yeminini bozmak için bir bahane
yaratmasıydı. Luther’in evliliği yanlızca Katolikler
için değil; kendi arkadaşları için de bir şoktu. En
yakın arkadaşlarından biri olan Philip Melanchthon da
aynı düşüncedeydi. Bu evliliğin onu bağlayacağını ve bir
hata yaptığını düşünüyordu. Kendisini tam anlamıyla
Reformasyona veremeyeceğini söylüyordu. Arkadaşlarının
itirazlarına rağmen Luther yine de evlendi. Luther sırf
sevgi için evlenmemişti. Bu aslında bir ilke sorunuydu.
Bu ilke sorunu da şuydu: Bir erkeğin hem evli olup, aynı
zamanda da Tanrı’ya hizmet edebileceğini göstermek
istiyordu. Luther’in eşi ile olan ilişkisinden bahsetmek
istiyorum:
Katy, küçük bir kızken, yakınlarında bulunan rahibe
manastırına verilmişti. Luther’in yazmış olduğu kitabı
okuduğunda doğru olduğuna kanaat getirdi. Bu kitabı
okuyan 12 rahibe de doğruluğuna inandı ve kaçmak için
planlar yapmaya başladılar. Kasabalarında balıkcılık
yapan bir kişiden yardım istediler. Bu balıkcı manastıra
12 tane büyük varil getirdi. Ve aynı gece 12 varil
dolusu rahibe ile orayı terk etti. Peki bu rahibeler
nereye gideceklerdi?
Önce Luther’e gittiler. Zira ettikleri yemini
tutmamalarını söyleyen kendisiydi. Luther’den
kendilerini evlendirmesini istediler. Luther bir kişi
dışında diğer 11 rahibeyi evlendirmekte başarılı oldu.
Evlendiremediği eşi olan Katy idi. Onun genç bir adamla
evlenmesini istedi. Her ikisi de birbirlerinden
hoşlanmışlardı. Fakat erkeğin ailesi oğullarının kaçak
bir rahibe ile evlenmesini uygun görmediler. Bu yüzden
de Katy evlenmekten kaçtı. Bu kez de Luther yaşlı doktor
Glad ile evlendirmeye kalktı. Bu adam çok yaşlı, Katy
ise çok gençti. Onunla da evlenmeyi red etti. Çok güçlü
bir karakteri vardı. Luther’e “bu kişi neden sen
olmayasın?” diye sordu. Güçlü bir karaktere sahip olan
bu rahibe karşısında Luther afallamıştı. Her dediğini
yaptıran bir kişi olduğunu düşünüyordu. Ama kendisi bir
kişinin hem evlenip, hem de Tanrı’ya hizmet
edebileceğini papaya göstermek istiyordu. Ve böylece
Luther Katy Von Bora’ya acıyıp, onunla evlendi. Her ne
kadar evliliğe karar verdiyse de; bir arkadaşına yazdığı
mektubunda: “Bu bayana karşı hiçbir şekilde
yanıp-tutuşan cinsten bir sevgi ya da aşk hissetmiyorum.
Fakat ona çok değer veriyorum. “ Yani Katy ile
evliliğinde bir aşk değil; ama sorumluluk hissettiğini
ve acıma hissinin baskın geldiğini görüyoruz. Sonunda
çok harika bir evlilik oldu. Luther ve Katy’nin 6
çocukları oldu. Onlarla ilgili birçok hikaye kulaktan
kulağa dolaşmıştır. Çocuklar ortalıkta koşuşurken,
Luther’in kitap yazmakta ya da Kutsal Kitap çalışmakta
ne kadar zorlandığı; Katy’nin ise sorumluluklarını
yerine getirmeyen Luther’i azarladığına dair hikayeler
duyulmuştur. Ama tüm bunlara rağmen çok zevkli bir
evlilikleri oldu. Yolculuğa çıktığı zamanlarda eşine
mektuplar yazardı. Bazen mektuplarına “domuz çiftliğinin
kraliçesi” diye başlıyordu. Çünkü yemek için domuz
yetiştiriyorlardı. Aralarında çok ince şakalaşmalar
vardı. Tüm bunlarla birlikte Luther, eşine olan
sevgisini anlatmakta çok nazikce bir yaklaşım
sergilerdi. Bu derin sevgisini anlatabilmek için birkaç
mektubundan alıntı yapmak istiyorum:
“Tüm Fransa’yı verseler bile, eşim
Katy’yi vermezdim. Çünkü Tanrı beni ona, onu da bana
verdi. “
“Katy’mi çok seviyorum. Evet onu o kadar
çok seviyorum ki, kendimden bile çok. “
“Katy! Kocan (kendisi için) sana o kadar
bağlı ki! Sen bir imparatoriçesin!”
İlşkileri hakkında birçok komik hikayeler anlatılır.
İşte bir tanesi:
Luther para ile ilgili konuları hiç
umursamazdı. Zenginlik, para onu hiç ilgilendirmiyordu.
Bu konuda kötü bir ünü vardı. Her zaman masraflar ve
faturalarla ilgilenen eşiydi. Evlendiklerinde Luther’in
arkadaşı prens Frederick, bir çift gümüş şamdan
vermişti. O kadar güzeldiler ki, Katy herşeyden çok bu
şamdana değer vermeye başlamıştı. Birgün bir dilenci
gelir ve kapıyı çalarak:
Dilenci:
Dr. Luther karnım çok aç, bana yiyecek
birşey verebilir misiniz?
Luther:
Evde hiç yiyecek yok ama şu şamdanları sana verebilirim.
Ve şamdanları dilenciye verir. Katy
küplere biner.
Luther’in kendi biralarını yapabilecek gereçleri vardı.
Çok iyi bir bahçıvandı. 30 kişilik öğrenci grubunu evde
yetiştiriyorlardı. Katy çok iyi bir ev sahibiydi.
Luther’in ailesi ile ilgili düşüncelerinden birkaç
alıntı yapmak istiyorum:
“Bazı evlilikler sadece şehvet
duygusundan ileri gelir. Fakat bu şehvet pireler ve
diğer küçük yaratıklar arasında bile seyredilir. Ne
zaman birbirimize hizmet etmeyi arzular ve bunu
yaparsak, o zaman sevgi başlar.”
Çocuklar için söylenen bir başka sözü:
“Çocukları sevmeyen insanlar domuzdurlar.
Domuz ve aptaldırlar. Erkek ve kadın denmeye layık
değildirler. Çünkü Tanrı’nın bereketini hor görürler.”
Luther’in yaşamına baktığımızda her ne kadar sorumsuzluk
gösterse de; çok iyi bir baba ve iyi bir eşti. Luther’in
oğluna yazdığı çok müşvik ve teşvik edici mektupları,
onu Kutsal Kitab’ı okumaya yönlendirmiştir.
Son bir hikaye ile bitirmek istiyorum:
16. yy.’da Almanya’da bir adam mirasıyla
ilgili vasiyetini bildirdiğinde, bu mirası uygulamaya
geçirecek bir başka erkek ismi vermek zorundaydı. Fakat
yine Luther bu kuralları da alt ederek, bu sorumluluğu
eşine verdi. Martin Luther’in bu davranışı, eşine olan
saygısının emaresiydi. Zira eşi bu konuda tanıdığı
birçok erkekten daha büyük bir yeteneğe sahipti.
Bu ana kadar olan konuşmalardan
anlamanızı istediğim iki şey var:
1)
Martin
Luther Reformasyonu hem öğreti olarak; hem de Kutsal
Kitap olarak yönlendirmiştir. Çünkü bu iki şey bizler
için çok önemlidir.
2)
Ailenin ve
evliliğin yüceltilmesidir.
Eğer Luther’in bu iki önemli Reformasyon
hareketin başını çektiğini bilmezsek, gerçekten bu
kişiyi olduğu gibi algılayamayacağız.
Luther ve Lutheranlıkla ilgili konuya
devam etmek istiyorum:
Aslında Luther’in kendisiyle, başlattığı
akım arasında bazı farklar var. Bu kilise tarihinin çok
üzücü gerçeğidir. Bazen belli akımları başlatan kişiler
daha sonra bu akımın içindeki kişiler ya da oluşumlar
tarafından reddedilirler ya da ihanete uğrarlar. Bunu
bir pastör olarak söylemek istiyorum, konuşmacı olarak
değil. Zaman içersinde gerçeği yumuşatmadan, ya da
gerçeği başka bir tarafa yönlendirmeden; gerçek olan
öğretiye bağlı kalmak çok önemlidir. Şu anda olduğu
kadar, gelecekte de gerçeğe sıkı sıkıya bağlanmalısınız.
Bu gerçek ne yazık ki, Luther’in korunmasını istediği
kadar korunamadı. Luther, daha önce de bahsettiğimiz
gibi, Philip Melanchthon adında bir kişiyle irtibatta
idi. Bu kişiyi tanımak hem Luther’i, hem de onu izleyen
kişileri anlamada çok önemlidir. Melanchthon adeta bir
tür bulmaca gibiydi. Aslında Protestanlık akımının ilk
sistematik teoloji öğretmeniydi. Bu kişi ilk sistematik
teoloji kitabını yazdı. Kitabın ismi ” Loci Commones”.
Ama Luther hiç de sistematik bir kişi değildi. çoğu
zaman yüreğinden konuşan bir kişi idi. Aslında
Luther’in, Melanchthon gibi düşüncelerini alıp,
sistematik ve düzenlenmiş bir biçimde sunabilecek
birisine ihtiyacı vardı. Luther, Melanchthon’u bir oğul
gibi sevmişti. Luther onun için Kutsal Kitab’ın dışında
dünyada gördüğü en iyi teolog olduğunu söylemişti. Bu
yüzden Luther, Melanchthon’u kendi adına birçok
toplantılara gönderirdi. Bildiğiniz gibi başına ödül
konulduğundan; özgür değildi. her zaman dışarı
çıkamıyordu. Ünlü Augsburg konferansına giderek;
Augsburg İnanç Açıklamasını burada Melanchthon
yazmıştır. Bu da Protestanlığın, ilk İnanç Açıklaması
olarak geçmektedir.
İşte bu yüzden Philip Melanchthon, 28 yıl
Luther’in iyi bir iş arkadaşı ve dostuydu. Hatta
bazıları bu kişiyi Luther’in sağ kolu olarak nitelerler.
Fakat aynı zamanda bu kişi bir hain olarak da
nitelenmektedir. Bunun birkaç sebebi vardır.
Martin Luther öldükten sonra kendi
yaşadığı şehirdeki (Wittenberg) ünivesitedeki ders
programını değiştiriyor. Bu üniversitenin dersleri daha
önce çok Augustinci, humanist ilkelere dayanırken;
Melanchthon gelip Aristo mantığının öğretilerine
dayandırıyor. Şayet Luther hayatta olsaydı, böyle
birşeye onay vermezdi. Bazen Melanchthon Katoliklerle
sanki aynı fikirde olmakla ya da bazı şeyleri sırf
onlarla uyuşmak için kabul etmiş olmakla suçlanıyor.
Aslında Luther’in son zamanlarda yaşadığı çok ilginç
olaylar var. Bu iki olay da Melanchthon üzerinde
gelişiyor.
Soru: Bu suçlamalar acaba Luther
öldükten sonra mı yapıldı?
Yanıt:
Kimi suçlamalar Luther’in ölmeden önceki dönemlerinde,
kimisi de ölümünden sonra yapılmıştır. Hala bugün bile
bazı şeyler için sorumlu tutulmaktadır. Bu konu aslında
bir kilisede iyi ve sağlam liderliğin ne kadar önemli
olduğunun bir göstergesidir.
Ör: Pastörünüz birçok kişinin
gelerek sizlere seminer verebilmelerini sağlıyor. Bu
kilisede önderler yetiştiriyor. Bunun gelecek için çok
önemli olduğunu düşünüyorum.
Konumuza devam edersek;
1541 yılında Katolikler ve Protestanlar
arasında çok önemli bir toplantı gerçekleşir.
(Almanya’da) Luther kendi adına yine bu toplantıya
Melanchthon’u göndermişti. Hatta Luther’in yaşamının
büyük bölümünde bile, Protestanlar ve Katolikler
arasında bir anlaşma yolu bulabilmek için hep bir çaba
vardı. Luther çok ilginç birisiydi. Belki Katolikler bu
önemli öğretiler (ör: aklanma gibi) hususunda
fikirlerini değiştirirler diye umud ederek; her
seferinde toplantılara gidiyordu.
Aslında 16. yy.’da Katoliklerin ve
Protestanların yaptıkları toplantıda çok ilginç birşey
oldu. İlk olarak bu iki grup arasında “aklanma öğretisi”
hakkında bir anlaşma sağlandı. Ama bu anlaşma tam olarak
Luther’in öğretisini yansıtmıyordu. Anlaşmaya varabilmek
için sanki bu öğretinin bazı temellerinden ödün
verilmişti. Biraz Katolikti ve biraz Protestandı. Bu
anlaşmanın arkasında olan kişilerin en önemlilerinden
birisi de Melanchthon’du. Bu anlaşma sonunda yazıya
dökülen öğretiyi Luther’e getirdiğinde; bunu reddetti.
Çünkü onun için bu öğreti çok fazla Katolikti. Aslında
papa da bu öğretiyi gördüğünde çok fazla Protestanca
bulduğundan; o da kabul etmedi. Böylece bu konferans
büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Melanchthon’un bu
davranışlarına karşın Luther yine de onu sevmeye devam
etti. Melanchton bir bulmaca gibi gibiydi. Geriye dönüp
baktığımızda, Luther’in Melanchthon’a neden bu kadar
müsamahakar davrandığı da biraz muamma gibi. Bana göre,
bu kişiyi bir oğul gibi sevmesi ve kolayca bırakmak
istememesinden kaynaklanmakta.
Şimdi biraz Philip Melanchthon’un
eğitimine bakalım:
Melanchthon 1518 yılında (bu 95 maddenin
kilise kapısına çivilenmesinden 1 yıl sonra) Wittenberg
üniversitesine gelir. 21 yaşında olmasına rağmen, tüm
Avrupa’da bulunan en iyi bilim adamalarından biri olarak
kabul edilir. 17 yaşında Tubingen üniversitesinde
master’ını tamamlamış, daha sonra da kitaplar yazmaya
başlamamıştı. 21 yaşında Grekçe bir ders kitabı yazdı ve
uzun yıllar boyunca standart bir kitap olarak kabul
görüp, okutuldu. Dahi bir çocuktu. Küçük denilebilecek
bir yaşta (21) Wittenberg üniversitesinde Grekce
profesörü olarak çalışıyordu. Aslında Luther ile
Melanchthon’un ilişkisinin bir başka boyutu da şundan
kaynaklanıyordu: Melanchthon Luther’e Grekçe öğretmişti.
Luther’in düşüncelerini ve teolojisini düzenlemesinde de
yardımcı olmuştu. Öyle ki; insanlar bunları daha kolay
anlayabilsinler. Melanchthon, Luther’e sanki Mesih’in
bir elçisiymiş gibi bakıyordu.
Melanchthon, üniversiteye geldiğinde bir
Lutheran değildi. Ama kısa bir süre sonra bu akıma
katıldı. Luther’e saygı duyan ve destekleyen bir kişi
oldu. Kutsal Kitap dersleri vermeye başladı. Bu iki
değerli kişiye ait bir hikaye var. Bu hikayeden de
Luther’in Melanchthon’u ne kadar çok sevdiğini ve ne
denli saygı gösterdiğini anlamak mümkün oluyor.
Melanchton, Pavlus’un 1. Korintliler’e
yazdığı mektupla ilgili ders veriyordu. Luther de bu
derslerin ne kadar harika olduğunu duymuştu. Dersler
bittiğinde öğrencilerden bu notları istedi.
Melanchthon’dan habersiz Luther, bu notları alarak bir
kitap olarak yayınladı. Melanchthon ise buna itiraz
etti. Luther: “Umurumda bile değil. Bunlar o kadar iyi
ki, herkese dağıtmalıyız.” dedi. Luther bunu üç kez daha
tekrarladı.
Tüm bu hikayeler Luther’in ne kadar değer
verdiğinin ve saygı duyduğunun resmidir. Aslında
Melanchthon da küçük yaşta iken Luther’in öğretisine
bağlı kalmıştı. Melanchthon’un yazdığı İnanç
Bildirgesini okuduğumuzda, Luther’in öğrretilerine ne
kadar benzer olduğunu fark etmemek mümkün değildir.
Fakat onun yazdıkları, Luther’in yazdığının bir
kopyasıydı, kendisi değildi.
Melanchthon büyüdükce, teoloji konusunda
kendi vurgulamak istediklerini keşfetti. Teolojik olarak
üzerinde durduğu noktalar, Luther’in üzerinde durduğu
noktalarla aynı değildi. Wittinberg üniversitesindeki
öğrenciler bir süre sonra Luther’e gelerek: “Bak!
Melanchton bir kitap yazdı. İçinde birtakım şüpheli
sözler geçiyor.” Luther bunların hiçbirini dinlemiyordu.
Sebebi, onu bir oğul gibi sevmesinden
kaynaklanıyordu. O ne yaparsa yapsın, hiçbir zaman
kendisini reddetmiyecekti. Belki bu konuda Luther biraz
daha akıllı olabilirdi. Çünkü 1546 yılında Luther
öldüğünde, Melanchthon bu öğretiden daha fazla sapmaya
başlar. Luther hayatta iken, Melanchthon bir anlamda
kısıtlanıyor ve düşüncelerini açığa vurup, istediği yöne
gidemiyordu.
Luther öldükten sonra, Melanchthon
teolojik konular hakkında olan birkaç düşüncesini yazıya
geçirdi ve bunların açıkca Luther’in öğretileri ile aynı
olmadığı görülür. Ama belirtmek gerekirse bu yazdığı
öğretiler, kendisinin daha önce yazmış olduğu
öğretilerden de farklıydı. Luther’in ölümünden sonra iki
grup Lutheranlar ortaya çıkar. Bunlardan bir tanesi,
Luther’in öğretilerini çok katı bir şekilde hiç
değiştirmeden çoğaltıp, katı Lutheranlardı. İkinci grup
ise Philip’ciler diyebileceğimiz gruptu. (Bu ayrım resmi
bir ayrım değil, sadece farklı öğretilerin vurgulanması
ile beliren bir ayrımdı.)
Melanchthon’un öğretisinin değişmesinden
sonraki haliyle, Luther’in öğretileri arasındaki
değişiklerde 4 ana fark göze çarpıyordu.
1)Önceden belirlenmişlik: Bugün
birçok Lutheranlar aslında bu farkı bilmiyor ama Luther
çok katı bir şekilde önceden belirlenmişliği
öğretmişti. Luther şunu savunuyordu: “Daha dünyanın
başlangıcından önce Tanrı bazı insanları, Kendisine oğul
olmaları için üzerlerine sevgisini koymuştu. Onları
sevmişti.”
Kısa bir kişisel hikaye anlatmak
istiyorum:
Küçük kardeşim bir Lutheran kızla
evlendi. Onlar henüz nişanlı iken bir akşam kardeşimle
birlikte kızın ailesinin evine yemek yemek için gittik.
Kızın babasına Luther’in önceden belirlenmişlik
hususundaki görüşünü bilip-bilmediğini sordum. Babası
benim bir deli olduğumu, Luther’in böyle bir şeye
inanmadığını söyledi. Bense Luther’in “İradenin
Tutsaklığı” adlı kitabını ve daha birçok kitaplarını
okuduğumu, kendisinin bu düşüncesini çok çarpıcı bir
şekilde belirttiğini söyledim. Amerika’da olan birçok
Lutheran, onun bu “önceden belirlenmişlik” öğretisine
inandığını bilmiyorlardı.
Bu nedenle Melanchthon’un Luther’den
ayrılmasını sağlayan en temel öğretilerden bir tanesi
idi.
2)Yanlızca İmanla Aklanma: Bu da
birçoğunu şaşırtmaktadır. Çünkü Luther öldükten sonra
Melanchthon, onun bu konudaki öğretisi üzerinde bile
değişiklik yapıp; oynadı. Melanchthon, kişinin inancına
göre insan kurtuluş işinde Tanrı ile ortak çalışır. Bu
da Luther’in öğretisinden çok farklıdır. Çünkü Luther’e
göre aklanma, kutsallaştırılma öğretisinden çok
farklıydı. Fakat Melanchthon yaşça büyüdükce, bu iki
öğretiyi bir yaptı. Bazı insanların Melanchthon’a neden
hain dediklerini belki anlayabiliriz.
3) Melanchthon Rabbin Sofrası
konusunda, Calvin’in görüşlerini benimsiyordu. (Bu
konuda farklı düşünmesinden ben şahsım adına aslında
memnunum) Yani bu Sofrayı oluşturan öğelerde Mesih’in
ruhsal varlığını benimsiyordu. Luther’e göre de, Rabbin
Sofrası esnasında Rab İsa fiziksel anlamda orada
bulunuyordu. Melanchthon bu görüşü red etti ve Ruhsal
bir varlık olduğunu söyledi.
4) Martin Luther’in ölümünden
itibaren (1546) Almanya’da ortam çok bozuldu. O
zamanlarda Almanya 300’ü aşkın yerel yönetimlerden
oluşmaktaydı. Bu eyaletlerin prensleri (katı) Lutheran
olmuş kişilerdi. Bu prensler Katolik öğretisinden
gelebilecek olan herhangi bir tehlikeye karşı kendi
aralarında bir birlik oluşturmuşlardı. Luther öldükten
sonra, karşısında muhakeme olduğu V. Charles çok sürpriz
bir saldırıyla, birlik kurmuş prenslere karşı atağa
geçer. Bu savaşın ismi: “Smalcald” idi. V. Charles ve
Katolikler bu savaşı kazandılar. Aslında şaşılacak olan
şey de şuydu: Lutheran prenslerden biri, diğerlerini ele
vermiş olabilirdi. Prens Philip’in iki eşi vardı. Bu
konuyla ilgili başı derde girmişti. Zira bu Almanya’da
yasa dışı birşeydi. V. Charles bu prense gidip şöyle
dedi: “Ya kendi makamından inersin; ya da savaş
sırasında diğer prenslere yardıma gitmezsin.” Bu savaş
sonrasında Katolikler kısa sürede zafer kazanıp; tüm
Almanya üzerine hükmettiler. İmparator bu savaştan sonra
Lutheranlarla bir nevi dini bir anlaşma yapmaya çalıştı.
Bütün Lutheranların Katolik tarzında tapınmalarında
ısrar etti. Fakat aynı zamanda Lutheran din
görevlilerinin evli kalmalarına da izin verdi. V.
Charles daha bu anlaşmayı yaptığında, Trent Konseyinden
resmi bir karar çıkmasını bekliyordu. Ve bu karar çıkana
kadar, kendisi Lutheranlarla geçici bir anlaşma
yapmıştı. İşte Melanchthon konusunda en büyük sorun
şuradaydı: Kan akıtılmasını durdurmak için papanın
isteğine destek çıkması ve bütün Lutheranlara
yüreklerinde bir Lutheran olarak kalmakla beraber,
Katolik olarak tapınmalarını
söylemesi......Melanchthon’a bu nedenle “işbirlikci”
denir. Melanchthon’un, Lutheranların amacını bu şekilde
satmasıyla, aralarındaki farlıklıklar daha da büyür.
Fakat Katoliklerin kazandığı bu zafer çok
uzun sürmez. Bütün Lutheran prensler bir araya gelerek
karşı saldırıya geçerler. Savaş başlar. Bu savaş
öylesine ilerlemiştir ki; V. Charles savaşmaktan yorulur
ve “savaşmayı bırakıyorum!” der. V. Charles çok ilginç
bir kişidir. Çünkü imparatorluktan hiçkimse kendi
isteğiyle çekilmemiştir. Artık o kadar yorulmuştu ki;
savaşı bırakmış, imparatorlukan vaz geçmiş ve bütün
hayatı boyunca huzurlu yaşayabilsin diye kendisini bir
manastıra kapatmıştı.
Bu savaş 1555 yılına kadar devam etti. Bu
savaşın sonunda Katoliklerle Lutheranlar, resmi bir
anlaşmaya vardılar. Tarihte ilk olarak Katolikler,
Lutheranların yasal bir din olabilmesi konusunda izin
verdiler.
Soru: İlk Protestanlık
Lutheranlıktır diyebilir miyiz?
Yanıt:
Evet!
Sorunun devamı: İlk Protestan adı ne zaman
kullanıldı?
Yanıt:
Lutheran ismi, kişilerin onun öğretilerini takip
etmelerinden dolayı verilmişti. Protestanlık kelimesinin
kullanıldığı ilk tarih 1526 yılıydı. Bu kelimenin çıkış
yeri ise prenslerin Katolik kilisesini protesto etmeleri
sonucunda verilmişti. Daha sonra bu terimin anlamı
genişleyerek; hem Lutherancıları, hem de Reformcuları
kapsamıştı. İlk Protestanlar Lutheranlardı.
Soru: İngiltere’de yapılan Reformasyon
hareketinin hangi zaman aralığında olduğuna dair bir
açıklama yapar mısınız?
Yanıt:
Aslında İngiltere’de yapılan Reformasyon, Reformasyonun
3. hareketini oluşturmaktadır. Ki bunların birincisi
Lutheranlar, (1517 yılı ve sonrasında) ikincisi Reform
Hareketi, (ki Calvin’i kapsar: 1530’lu yılların
sonlarında başlar) üçüncüsü de (1547) İngiltere’de
olandı. Üçüncü Reform hareketi 1540’lı yılların sonunda
başlamış olmasına rağmen; daha sonra durur. Kraliçe Mery
5 yıl boyunca Katolikliğe geri dönmüştür. Böylece de
Reform hareketinin ilerlemesi yavaşlar. Bir dizi savaş
sonrasında Katolikler ve Protestanlar 1555 yılında bir
anlaşmaya varırlar. Bu anlaşmaya göre, (300 ayrı
eyaletten daha önce bahsetmiştik) bu bölgede hüküm süren
kişinin dini uyarınca tapınılacaktı. Yani yöneten prens
Katolikse halk o inanca göre, Lutheransa da Lutheran
öğretisine göre tapınılacaktı.
Yani 1517 yılından itibaren başlayan
mücadeleler sonucu 1555 yılında Lutheranlık artık
Almanya’da resmi bir din olarak kabul edildi. Ve verilen
bu uzun mücadele kazanılmış oldu. Her ne kadar kadar
Katoliklerle yapılan bu savaşı kazanmış olsalar da,
mücadele vermeleri gereken bir başka şey daha vardı. Bu
da kendi içlerindeki savaştı. Yani burada artık katı
Lutherciler ile Philip’cilerle güçlü bir ayrımcılığa
girmişlerdi. Bu iki gruplaşmayı 1577 yılına kadar
çözümleyememişlerdi. Bunun adı da: “Concord Çözümü” idi.
Bu önerilen çözümde Luteranlık artık tamamen
tanımlanmıştı. Concord Çözümü diye ortaya çıkan anlaşma
sanki, her iki tarafın da biraz kendinden ödün vererek
ulaştığı bir anlaşma idi.
Ödün verilen inançlardan bir tanesi
önceden belirlenmişlik öğretisi idi. Bu anlaşmada
önceden belirlenmişlik inancı, kesinlikle
Lutherinkine benzemiyordu. Çok yumuşatılmış ve zayıf bir
önceden belirlenmişlik’di.
Kısacası tüm bu söylediklerimiz Luther ve
Lutheranlıkla ilgili gelişime dair olan gerçeklerdir. Ve
Luther’in bu hareketi nasıl onaylamadığını gösteriyor.
Soru: Peki bugünkü Lutheranların
Kurtuluşlarına ilişkin öğretileri nasıl? Hala Tanrı’nın
Lütfuna herhangi birşey eklemeleri gerektiğine mi
inanıyorlar?
Yanıt:
Korkarım ki bir anlamda evet. Çoğu modern Amerikalı
Lutheranlar, kurtuluşlarına kendi güçleri ile birşeyler
eklemeleri gerektiği inancını taşıyorlar. Fakat buna
rağmen çok küçük bir grup da olsa, Luther’in öğretisine
bağlı kalanlar var.
Soru: Avrupadaki durum nedir?
Yanıt:
Avrupa’da Lutheranlık bir devlet dini haline gelmiştir.
Çok az Müjdesel Lutheranlar bulunmaktadır. Aslında
Avrupa Hristiyanlığı çok geride bırakmış bir bölgedir.
Çünkü Avrupa’nın büyük bir kısmı düzenli olarak kiliseye
gitmemektedir. Her ne kadar Alman devleti ile Lutheran
kilise arasında bir alaka bulunsa da; bu küçük
kilisenin öğretisi ile Luther’in öğretisi ile kesinlikle
bağdaşmıyor.
Soru: Avrupadaki Lutheranizmden bahsederken,
devlet dini demekle neyi kasdettiğinizi açıklar mısınız?
Yanıt:
Ör: İngiltere’de devletin (yönetimin) bir kilisesi
vardır. Bu Anglikandır. Bu kilisenin vaizinin maaşını
devletin kendisi öder. Bir kilisenin vaizinin kim
olacağı konusunda da yine devlet söz sahibidir. Bir
başka örnek: Amerika’da, devletle kilise arasında kesin
bir ayrılık vardır. Ama bu Avrupa için geçerli değildir.
Bence kilise ile devletin birleşmemesi gerekir. Çünkü
böyle bir birleşim meydana geldiğinde devletin baskısı,
kilise üzerinde fazlalaşır. Böylece de kilisenin
canlılığı yok olur. Bence Avrupa bu konu nedeniyle çok
fazla acılara maruz kaldı.
Sorunun devamı: Luther’in bu
konuda bir fikri var mıydı? Var ise bu fikri neydi?
(Yani devletin bir dini olması konusunda)
Yanıt:
Aslında evet vardı. Kilise ve devletle aralarında bir
ilişki olması konusunu güçlü bir şekilde desteklemişti.
Çünkü Lutheranlığın ilk başlama şekli, bazı prenslerin
bu inancı kabuluyle başladı. Bu prensler de bulundukları
yönetimin başı idiler. İşte bu prenslerin tekrar
Lutheranlığı benimsemesi ile, kendi yönetimleri altında
bulunan halkı da bunu benimsemiş ve böylece Lutheranlık
tüm İskandinav ülkeleri arasına yayılmıştı.
Soru: Luther hakkında bir iddia
vardı: prenslerle fikir birliğine girerek, köylülerin
öldürülme olayında onları desteklediği söyleniyordu. Bu
sizce doğru mu?
Yanıt:
Evet doğru. Ama buna biraz açıklama getirmem gerekir. Bu
çok önemli bir sorudur. 1524’lü yıllarda tüm Almanya’da
köylülerde büyük bir toplu ayaklanma söz konusuydu.
Aslında Almanya’da kurulu olan düzen çok zayıf ve yarar
getirmeyen bir düzendi. Bu köylüler tarla sahiplerine
çalışırlar ve bütün yetiştirilen ürünleri tarla
sahipleri toplardı. Bunun karşılığında da tarla
sahibinden koruma alırlardı. Ürünlerden sadece kendisine
yetecek olan kısmını kendisinde tutar; diğer kısmını
tarla sahibine verirdi.
Luther’in zamanında hiç şüphe yok ki arsa
sahipleri çalıştırdıkları köylülere karşı çok katıydılar
ve kötü davranıyorlardı. 1524 yılında Luther arsa
sahiplerinin köylülere karşı yapmış oldukları bu haksız
davranışlarına karşı durarak, köylülere destek vererek
bir anlamda yönlendirmeye çalıştı. Luther: “her ne kadar
tarla sahipleri size haksız davranıyorlarsa da, Mesih
sizlere diğer yanağınızı dönmemenizi, ve işverenlerinize
karşı silahlanmamanızı söylüyor. “ der. Bu yüzden de
1524 yılında yazdığı kitapta prenslere, köylülere daha
adil daranmaları gerektiğini söylediğinde, aynı zamanda
da köylülere de prenslere ya da tarla sahiplerine karşı
gelmemeleri gerektiğini söylemişti. Köylüler Luther’i
dinlemeyip karşı saldırıya geçerek, birçok kişiyi
öldürdüler. Bunun üzerine Luther başka bir kitap yazdı.
Herkesi, başkaldıran her tür köylüyü öldürmeye teşvik
etti. Bunun sebeplerinden biri: Luther’in sözlerini
dinlememiş olmaları, ikincisi de: Kutsal Kitap
öğretisini göz ardı etmiş olmaları idi.
Her ne kadar daha önceden köylüleri
desteklemiş olsa da, bu davranışlarından ötürü fikrini
değiştirerek prenslerin tarafına geçerek böyle bir görüş
savundu. Aslında burada birşey daha eklemeliyim:
Köylüler yakalandıktan ve bazıları
öldürüldükten sonra Luther, tüm dikkatini arsa
sahiplerinin disipline edilmesine verdi. Çünkü sanki
çok gaddarca davranmışlardı. Bu aslında çok karmaşık
bir soru. Zira Kutsal Kitap bizlere düşmanlarımız bize
saldırdığında diğer yanağımızı döndürmemiz gerektiğini
ve hiçbir şekilde bize saldıran birine karşı
silahlanmamamız gerektiğini söyler. Luther: “birisi size
saldırıyorsa bile, hiçbir şekilde silahlanmamalısınız.”
der. Ama unutmayalım ki Luther de kesinlikle mükemmel
bir insan değildi.
Soru: Reform hareketinin
görüşlerinin 1., 2. ve 3. yy. ile ilişkisi nasıldı?
Birbirlerinden kaynak olarak bu görüşlerden
yararlandılar mı? Zira Reform hareketine inanmayan bazı
kitaplar şöyle diyor: “3-5 adam bir araya gelerek, merak
ettikleri sorulara cevap aradılar ve bu öğretişler böyle
ortaya çıktı.” Bu kadar basit değil elbette.
Yanıt:
Luther’in ana amacı 1. yy. kilisesinin aynı şekilde
bir kopyasını ortaya koymak değildi. Kendi içinde
bulunduğu yüzyıla uyacak, yer edinebilecek bir kilise
ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Aslında 1. yy. kilisesi
ile; Luther’in içinde bulunduğu yy.’daki kilise arasında
çok büyük farklılıklar var. 1. yy.’daki kilise bir
birlik olarak yaşıyorlardı. Fakat bunun 16. yy.’a
uymayacağını düşünerek daha farklı bir model benimsedi.
2. Reform Kilisesi:
Reform kilisesi ile Lutheran kilisesi
arasında gerçekten büyük farklılıklar bulunmaktadır. Ör:
Lutheranlar, Melanchthon’dan sonra önceden
belirlenmişliğe inanmıyorlardı. Ya da vaftiz
konusuna. Lutheranlar bir bebeği vaftiz ettiklerinde; o
bebeğin tekrar doğduğuna inanırlar. Presbiteryenler
vaftiz öğretisine gerçekten büyük bir saygı duyar ve
değer verirler. Vaftizin bebeğe yeniden kurtuluş ya da
yeniden doğuş verdiğine inanmazlar. En büyük
farklılıklardan bir tanesi de bu devlet yönetimine olan
tavırlarında yatmakta. Ör: Lutheranlar katı bir şekilde
devlete karşı silahlanmamayı, karşı gelmemeyi ve de
bilinçli bir şekilde onlara direnmemeye inanırlar.
Luther her zaman: “Diğer yanağınızı dönün!” der.
Reformcular aslında bunda biraz taşkındırlar. Özel
durumlarda halk yönetime biraz karşı gelebilir,
ayaklanabilir. Bunu, canları her istediğinde
yapamazlardı. Bu ayaklanmanın sebebi makul bir sebepse
ve önderleri de kraliyet soyundan gelmişse, bu önderi
takip ederek; devlete karşı ayaklananbilirlerdi.
16. yy.’ın başlarında Lutheranlar en
güçlü ifadelerini sunuyorlar. Ancak 1550 yılından sonra
bu etkinliği Reformcular teslim alıyor. Aslında Reform
kilisesinin bir anlamda Lutheran kilisesinden çıktığını
anlamak gerekir. Yani Reform kilisesi çoğu zaman
Luther’e bakıp saygı duymuşlardır. Anlamamız gereken çok
önemli birşey var.
Çoğu zaman Reform kilisesinin Calvin’le
başladığı düşünülür. Nasıl çoğu insan Luther’in
Lutheranlığı başlattığını düşünürse; Calvin’in de Reform
kilisesini başlattığını düşünürler. Bu doğru değildir.
Calvin bu süreç içersinde önemlidir ama tek başına
değildir. Aslında Reform, dört adamın birbirlerine
mektuplar yazarak; teolojik konularda tartışmaları ile
başlar. Bunlardan bir tanesi ve önemli bir kısmı
Calvin’dir. Diğer kişi Heinrich Bullinger, Martin Bucer,
Peter Marter. Bu hareketin içindeki diğer kişileri
bilmek de çok önemlidir. Zira insanlar Reform hareketini
sadece Calvin’in başlattığını düşünüyorlar. Bu kişilerin
birbirlerine yazdığı mektuplar elimizde bulunmaktadır.
Her ne kadar bu dört kişi başı çekmekte
ise de; bu hareketin içinde başkalarının da bulunduğunu
bilmeliyiz. İşte Reform hareketi bu yazışmalardan
doğmuştur. Eğer Reform teolojisine bu dört kişi şekil
vermişse;
Zwingli’ye ne demeli?
Ulrich Zwingli İsviçreli bir teologtu.
Yaklaşık Martin Luther’le aynı zamanda yaşamıştı. Ben
Zwingli’ye Reform teolojisinin “büyükbabası” adını
veriyorum. Zwingli’yi diğer dört kişiden ayırış sebebim;
birtakım teolojik farklılıkların, kendine has bazı özel
niteliklerinin bulunmasıdır. Bu nedenle önce Zwingli’den
bahsetmek istiyorum.
Ulrich Zwingli:
Zwingli Zürih’in
yakınlarında bir kasabada doğmuştu. Luther gibi bir
köylüydü. Zwingli’nin babası da ünlü ve tanınmış bir
kişi idi. Zwingli de Luther gibi derin bir eğitim aldı.
İlk önce Viyana üniversitesine, daha sonra Basel
üniversitesine gitti. “Hristiyan hümanistliği”
diye birşeyle karşılaştı. Ve bu Erasmus adında bir kişi
ile ilişkilendirilir. Genel anlamda Erasmus ve Hristiyan
humanistler, iki anlamda kendilerini gösterirler.
Erasmus her ne kadar Katolik olsa da; kilisenin ahlaki
açıdan bozulmuş olduğunu öne sürdü. Bu bozulmuşluğu
düzeltmenin yolunun da, Kutsal Yazılar’a tekrar geri
dönmek olduğunu vurgulamıştı. Bu nedenle Erasmus,
Katolik kilisesinin ne kadar sapmış olduğunu gördüğü
için bu konu hakkında çok eleştirici idi. Tek düzelme
yolunun da Kutsal Kitab’a dönmek yoluyla olduğuna
inanıyordu.
İşte Zwingli Viyana’da iken,
bu Hristiyan hümanistliği görüşüne yani Katolik kilisesi
hakkında çok eleştirici olurken; çözüm olarak Kutsal
Kitab’a dönüşün savunulduğu görüşle karşılaşıyor.
Zwingli, Hristiyan hümanistliği görüşü ile tanıştırtan
bir profesör ile karşılaşıyor. Bu aşamada bir pastör
olarak bu işin içine girmeyi düşünüyor. (1506) Küçük bir
kasaba olan Glaris’e gelir. Aslında bununla ilgili küçük
bir hikaye biliyorum:
Glaris köyünün daha önceden
bir vaizi zaten vardı. Ama Zwingli de bu köyde pastör
olmak istiyordu. Pastör’e başka bir köye gitmesi için
rüşvet verdi. Böylece o köyde pastör olur. Glaris
köyünde Grekce ve İbranice öğrenmeye başlıyor. Bunun
sebebi sizce ne olabilir? Birinci nedeni: Çünkü Kutsal
Kitab’ı yazıldığı orjinal dilinde okumak istiyordu.
İkincisi ise; Augustin’in kitaplarını okumaya
başlamaktı. Aslında bu çok tehlikeli bir karışımdı. Her
ikisini okumaya başladığında gördüğü şey şuydu:
Kilisenin ne Kutsal Kitap’la, ne de Augustin’in yazıları
ile uyuştuğuydu. Genç bir vaiz olarak Zwingli de
Erasmus’un yaptığı gibi, kiliseyi teoloji açıdan
düzeltmek değil; ama ahlaki açıdan daha doğru bir yola
getirmeye çabalamaktı. Bu değişimi de Kutsal Kitab’ın
otoritesi üzerinde durarak yapmaya çalışıyordu. Glaris
köyünde kaldığı 10 yıl boyunca teolojisini daha da
derinleştirip, geliştirmeye başlıyor. Fakat hala bir
Katolikti. Daha sonra Einsiedeln adında bir köye
taşınıyor. Burada 1516-1518 yılları arasında yaşıyor.
Zwingli’nin yaşantısı ile Luther’in yaşantısı arasında
müthiş bir paralellik vardır. Bu paralellik de şuradan
kaynaklanır: Tetzel’ın Wittenberg’de endüljans sattığı
gibi, Samson da burada endüljans satıyordu. Ve aynı
Luther gibi Zwingli de içinde bulunduğu kasabada
Endüljans satışlarına karşı çalışmalara başlamıştı.
Aslında 1518 yıllına dek
bile Zwingli’nin çok katı bir Erasmus’cu olduğunu
görebiliyoruz. Ama bu izleyiş öğreti açısından değil;
kiliseyi ahlaki açıdan belirli bir bir düzene sokma
çabasıydı. 1518 yılında Zwingli ülkedeki en onurlu
pastörlük konumundaki iki kişiden biri haline geliyor
ki; o da Zürich pastörlüğüydü. Zürich’teki kilise bir
komite oluşturarak yeni bir pastör arayışına girmişti.
Özel olarak Zwingli’yi düşünürken; onun hakkında çok
yanlış bir dedikodu duydular. Vaiz olduğu dönemde
(rahipken) bir kadınla cinsel ilişkiye girdiği
söyleniyordu. Komite Zwingli’ye bir mektup yollayarak;
bunun gerçek olup-olmadığı konusunda aydınlanmak istedi.
Zwingli bu günaha düştüğünü kabul etti, fakat kadını
suçladı. “Onun suçuydu!” dedi.
Bu günahı yüzünden işi
kesinlikle alamayacaktı ama diğer adayın da bir dostu ve
ondan da 6 tane çocuğu vardı. Böylece Zwingli ile
diğerini mukayese ettiklerinde; Zwingli’nin daha iyi
durumda olduğuna karar verdiler. Bu seçim sonucunda
Zwingli, Zürich kilisesinin pastörü ilan edildi.
Hizmetine 1511 yılının 1 Ocak günüde başladı. İlk
gününde herşeyde çok büyük bir yankı uyandırdı. Zürich
halkının daha önce hiç duymadığı bir şekilde vaaz
vermeye başladı. Kutsal Kitab’ı açıp ordan vaaz
veriyordu. Zira daha önceki vaizler hiçbir şekilde
Kutsal Kitap’tan değil; daha önce hazırladıkları şeyleri
halkın karşısına çıkıp okuyorlardı. Tüm Kutsal Kitab’ı
bölüm bölüm ve ayet ayet açıklayarak vaaz ediyordu.
Kimileri için sevindirici iken, bazıları içinse
kızgınlık uyandırıyordu. Zürich o zaman bağımsız bir
devletti. Birkaç kişiden oluşan konsil tarafından
yönetiliyordu. Konsil’e gelen bazı kişiler bu adamın
daha önce hiç verilmeyen bir şekilde vaaz verdiğini, ne
yapmaları gerektiği konusunda danıştılar. Konsil, bu
yeni vaaz türünü araştırmaya başladı. Bu araştırmanın
sonunda bu tür bir vaazın iyi ve doğru olduğu kararına
vardılar. Tüm vaizlerin de Zwingli gibi vaaz etmesini
istediler. Bu nedenle görevinin en başından beri
İzviçre’nin Zürich kantonundaki konsille çok iyi
ilişkiler içersindeydi. Yani 1519 yılından itibaren
Zwingli Katolik bir vaiz olarak ortaya çıkmış olmasına
rağmen; daha sonra farklı bir yöne doğru yönelmeye
başladı. Böylece Kutsal Kitap’tan vaaz etmesi ile bazı
olaylar ortaya çıktı. Bu olaylar da kendi gittiği yönün
Katoliklikten çok daha fazla hızlı bir derecede
ayrılmasına neden oldu.
1522 yılında karmaşa yaratan yeni bir olay meydana
geldi. Bunun adı “Büyük Sosis Olayı” idi. Alçalış
döneminde Katolik kilisesi et yenmemesi gerektiğini
söylemişti. Buna karşılık Zwingli’inin kilisesinde
bulunan bazı görevliler, Kutsal Kitap’ta böyle birşey
göremedikleri için; bu dönemde et yemeye karar aldılar.
Bunu yapmaları üzerine tutuklanarak, hapse atıldılar.
Zwingli bu aşamada onları kurtarmaya gitti. Tüm
vaazlarında bu dönem içersinde Kutsal Kitap’ta et
yenmemesi gerektiğine dair birşey olmadığını vurguladı.
Bu nedenle şehir komitesi bir araya gelerek konuyu
araştırmak zorunda kaldılar. Zwingli’yi çağırarak; bu
konuyu açıklamasını istediler. Zwingli Kutsal Kitab’ı
işaret ederek: “Burada böyle bir şey yok” dedi. Zwingli
kendi düşüncelerini savunarak kazandı ve arkadaşlarını
hapisten kurtardı.
Buradan da fark edilebildiği gibi, Zwingli ile komite
arasındaki ilişki gayet iyiydi. Zwingli’nin daha sonra
gizlice evlendi. Çünkü kendisi bir Katolik rahibi idi.
Bir bekarlık yemini etmişti. Ama Kutsal Kitap’ta
rahiplerin bekar kalmalarına dair bir ayet olmadığından;
evlenmek istedi. Fakat kimseye söylemedi. Zira şehir
komitesinin buna karşı koyacağını düşünüyordu. Bu yüzden
karısını iki yıl saklamayı başardı. Ancak bu kadar
cüretkardı. 1523-1524 yılında Zürich’te Reformasyon
hareketi tamamen açıldı ve resmi olarak başladı.
Zürich’te Katolikler ve Zwingli yandaşları arasında
tartışmalar baş gösterdi. İlk tartışma 1523 yılının Ocak
ayında çıktı. Zwingli herkesin önünde 67 tez ortaya
koydu. (Luther 95 madde ortaya atmıştı.) Diğer
öğretilerin dışında, papanın yetkisini ve Araf’la ilgili
öğretiyi reddetti. Çünkü Kutsal Kitap’ta papanın
yetkisini ve Araf’la ilgili bir ayet göremiyordu.
Evlilik konusundaki kuralı da kabul etmedi. Bunun
üzerine şehir komitesi (ki bu kişiler Katoliklerdi)
tekrar toplanarak, Katoliklerin mi yoksa Zwingli’nin mi
haklı olduğunu tartışmaya başladılar. Bütün bunlara
rağmen komite Zwingli’nin haklı olduğuna dair karara
vardılar. Daha sonrası için de herşeyde Kutsal Kitab’ı
kendilerine örnek alacaklarını ve ona göre yorum
yapabileceklerini söylediler.
Fakat Zürich tamamen Protestan olmadan önce
halledilmesi gereken bir madde daha vardı. Daha önce de
bahsettiğimiz gibi, Rabbin Sofrası hakkında ne
düşündüğünüz, sizin inancınızı tam olarak belirtir. Ve
bu tartışma da iki yıl sürdü. Bu konu ile ilgili çok
ilginç sorular ortaya çıktı. Zwingli bu konudaki Katolik
görüşünün yasaklanmasını ve Protestan görüşün
savunulmasını önerdi. Ve bu artık, şehir komitesinin
yüzleştiği en ciddi karar aşaması idi.
1525 yılının Nisan ayında bu şehir komitesi kesinlikle
Katolik inanışındaki Rabbin Sofrası öğretisini reddedip;
tamamıyle Protestanlığa döndü. İşte burada görmüş
olduğunuz süreç bir bölgenin Protestanlığa geçiş
süresidir. Ve bu bir anda gerçekleşmeyip, belirli bir
zaman içersinde oldu. Zwingli’yi çok farklı yapan ve ona
bu denli saygı gösterilmesinin nedeni, tüm bu
mücadeleleri içersinde onun Kutsal Kitab’ı kullanması
idi. Yani ilk önce mücadelesine teolojik açıdan
başlamadı ama dedi ki: “Bizim itaat etmemiz gereken en
yüce yetki nedir?” Ve bu yetkinin Kutsal Kitap olduğu
konusu oturtulduğunda; artık farklı konularda (Rabbin
Sofrası, Araf, v.s) tekrar Kutsal Kitab’a dönerek:
“Kutsal Kitap’ta bunlar yoktur.” diyebildiği içindi.
Reformasyon hareketindeki
dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, halktan
kişilerin değil, (ki halktan da bazı kişiler vardı)
devletin üst seviyesindeki kişilerin ikna edilip onların
bu harekete dahi edilmesi ile başlamış olmasıdır. Bu da
Luther’in yapmış olduğu Reformasyon hareketi ile çok
pararleldi. Zira Luther de en tepeden aşağı doğru
ilerlemişti. Buna bir anlamda “Yönetim Reformasyonu” da
diyebiliriz. O zamanlarda bir kilisenin ya da bir
bölgenin Katolik mi, Reform mu ya da Protestan mı
olacağı, bu yönetimlerce belirlenirdi. Zwingli’nin
öğretisi ile ilgili birkaç şey söylemek istiyorum:
Zwingli çok ilginç bir kişi.
Oxford üniversitesindeki profesörüm, onun tam bir
Protestan olmaktan çok, Hristiyan humanist olduğunu
söylerdi. Daha sonra anlatacaklarımda göreceğiniz gibi
Zwingli’nin de komik ya da garip birtakım şeyleri vardı.
Tanrı’nın sağlayışı hakkında çok ünlü bir kitap yazdı.
Çok şaşırtıcı olan şey de, bu kitabı yazarken Kutsal
Kitab’a değil de; eskiden var olan Stoacı öğretilere baş
vurmuş olmasıdır. Zira Tanrı’nın sağlayışı gibi önemli
bir konuda böylesi bir felsefeye baş vurması beni
fazlası ile hayal kırıklığına uğrattı. Yineliyorum ki
Kutsal Kitab’a gitmek yerine, Seneca adında Stoacı bir
filozofa baş vuruyor. Zira Zwingli’ye baktığımızda,
Kutsal Kitap sevgisinin yanı sıra, eski dönem
felsefelerine de büyük bir ilgi ve sevgi duyduğunu
görebiliyoruz. Bu, bizim bakış açımıza göre çok garip
gözükebilir. Fakat Erasmus’u bu kadar takip eden biri
için ilginç değildi. Zira Erasmus’da da birbiri ile
çelişen hareketler vardı.
Sonuç olarak kişilere
“kişisel olarak İsa’ya iman etmeniz gerekli” derdi,
fakat Mesih’i hiçbir şekilde tanımamış bir kişi olan
Seneca’nın sadece iyi bir insan olduğu için cennete
gittiğini de söylerdi. Yani Zwingli’nin öğretisinde
sevdiği filozofların cennete gittiğine dair çelişkiler
mevcuttu. Ve Calvin bu kitabı okuduğunda çok paradox
(çelişki) içinde olduğunu söyledi.
Burada dikkatinizi çekmeye
çalıştığım bir başka nokta da:
Zwingli’nin Rabbin Sofrası
hakkında Luther’in benimsediği görüşlerden farklı bir
görüşe sahip olduğudur. Bu dört görüşü birbirleri ile
kıyaslamak istiyorum.
Daha önce Katolik inancında
Rabbin Sofrası hakkında ne düşündüklerini (ekmek ve
şarabın mucizevi olarak gerçekten Rab’bin bedenine ve
kanına dönüştüğü) görmüştük. Luther bu maddenin
dönüşümündeki maddeyi reddetmişti. Her ne kadar Luther
bu mucizevi dönüşüme inanmasa da; ekmek ve şarapta bir
şekilde çok özel bir yolla; bu elementlerin içinde, bu
elementlerle beraber ve bu elementlerin altında fiziksel
olarak varlığının bulunduğuna inanıyordu. Bunu şöyle
söyleyebiliriz:
Luther’in Rabbin Sofrası
hakkındaki görüşü, Calvin’inki ile de (Katoliklerin
inanışı kadar olmasa bile) bayağı farklıdır. Katolik
öğretisine göre; Rabbin Bedeninin gerçek anlamda orada
oluşunu sağlayan bir mucize söz konusu. Luther’e göre,
hiçbir mucize olmaksızın Mesih bu öğelerin içersinde, bu
öğelerle beraber bulunmaktadır. Buna karşılık Calvin
ise, Mesih’in ruhsal olarak orada bulunduğunu ileri
sürmektedir. Calvin’e göre Mesih, Baba’nın sağ tarafında
oturmaktadır. Ekmek ve şaraptan aldığımızda, Kutsal
Ruh’un bizlerin ruhunu Mesih’in varlığının olduğu yere
(cennete) yükselttiğini öne sürer. Fakat Zwingli ise,
ekmek ve şarabın Mesih’in Bedeni ile hiçbir ilişkisi
olmadığını, yanlızca semboller olduğunu söyler. Çünkü
Zwingli’nin düşünce noktası şudur: Mesih ekmek ve
şarapta fiziksel olarak bulunamaz. Çünkü Mesih göktedir
ve Baba’nın sağında oturmaktadır.
Bu dört ayrı görüşü
söyledikten sonra, Zwingli ve Luther’in yüz yüze
yaptıkları bir toplantıdan bahsetmek istiyorum: kendi
bakış açılarına göre, teolojik açıdan tartışmak üzere
bir araya gelmişlerdi. Burada olan şey şuydu: Lutheran
olan Alman prenslerin İsviçredeki Protestanlarla bir
birliktelik içine girmeyi amaçlıyorlardı. Protestanlar
kendilerini Katolikler tarafından çepeçevre kuşatılmış
olarak hissettiklerinden; birleşerek bir ordu birliği
kurmak ve herhangi bir saldırı esnasında kendilerini
korumak için böyle bir şeye ihtiyaç duydular. Ama
teolojik bir birliğe ulaşamadıklarında, politik bir
birliğe de ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden
Zwingli ve Luther 1529 yılında Marburg kentinde teoloji
konuşmak için biraraya geldiler. Tartıştıkları 15 öğreti
vardı. 14’ü üzerinde mutabık kaldılar. 15. maddenin de
3/2’sinde anlaşmaya vardılar. Bu tek bir maddenin
3/1’lik kısmında anlaşma sağlayamadılar. Anlaşamadıkları
bu madde ise, Rabbin Sofrası konusu idi. Bu madde
dönüşümünü reddetmekte fikir birliğine vardılar.
Mesih’in her seferinde Rabbin sofrasında
çarmıh üzerinde kurban edildiğini reddetmek üzere de
birleştiler.
Tek anlaşamadıkları nokta
Mesih’in bu Sofra’da nasıl var olduğu idi? Luther,
Mesih’in bu Sofra’da bulunduğuna dair ısrarını sürdürdü.
Bu konuda tartışmaya başladılar. Öyle bir aşamaya
geldiler ki, Luther cebinden bir bıçak çıkarıp masaya
saplayarak şöyle dedi: “Mesih bizlere ‘Bu Ben’im
Bedenimdir!’ dedi. Bu Söz benim için yeterlidir.”
Zwingli ise bu görüşü kabul
etmeyerek şöyle söyledi. “ Ama Kutsal Kitap aynı zamanda
Mesih’in Tanrı’nın sağında oturduğunu da öğretir.”
Bu yüzden bir anlaşmaya varamadılar. 15 maddenin 14’ünü
ve hatta son maddenin de 3/2’sini kabul etmelerine
rağmen; Almanlarla İsviçreliler arasında bir anlaşma
olamadı. Bu denli anlaşmaya yakınlaşmışken, son maddenin
3/1’lik kısmı nedeniyle uzlaşamamaları ne üzücüdür!
Zwingli buna rağmen İsviçre’nin farklı kantonları
arasında bir birlik sağlamayı başardı. En çok korktuğu
şey başına geldi. 1531 yılında İsviçre’nin Katolik
nüfuslu kantonları, diğer kantonlara karşı saldırıya
başladılar. 1531 yılının Ekim ayında Katolik ordularının
gelişi görüldü. Zürich’e doğru yaklaşan 8000 tane
Katolik asker gördüler. Buna karşılık orada 1500 tane
Protestan bulunuyordu. Fakat yine de savaşmaya karar
verdiler. Zwingli’nin kendisi bu orduyu yönetti ve
onlarla beraber savaşmaya gitti.
Zwingli’nin Kappel’deki öldürüldüğü yeri geçen hafta
gördüm. Katolik güçlerinin ikiye ayrıldığını duydum.
Buna karşılık Zwingli’nin güçleri onların ikiye
ayrıldığını fark etmemişlerdi. Savaşın ilk bölümünde
Protestanlar, Katolik ordusunun ana kısmı olduğunu
düşündükleri orduyu yenmişlerdi. Ama esas Katoliklerin
ana ordusunun arkadan dolaştığını fark edememişlerdi.
Böylece Katolikler Kappel denen yerde Protestanları
yendiler. Zwingli savaş alanında savaşırken
öldürülmüştü.
Bu anlamda Zwingli, Luther’den çok farklıdır. Çünkü
Luther hiçbir zaman kılıç kuşanmaz ve savaşmazdı. Çünkü
Luther’e göre tüm yönetimler Tanrı’dan gelmişti ve amaç
imanı savunmak olsa bile; hiçbir şekilde bu yönetime
karşı silahlanılmamalıydı. Ama bu iman için pasif olarak
ölmeye istekli olunmalıydı. İşte bu anlamda Zwingli
Luther’den çok ayrıydı.
Soru: Ama Zwingli kendi yönetimi ile değil, başka
bir yönetim ile savaşmadı mı?
Yanıt: Her ne
kadar durum öyle olsa da Luther, hiçbir Hristiyanın
imanını savunmak için silahlanıp savaşmasına katılmazdı.
Aslında İsviçre bazı açılardan birlik içersinde idi.
Aynı çatı altındaydılar. Farklı ülkeler arasındaki bir
savaş değil; aslında dini bir savaştı. Yani Luther’in
bir pastör olarak Zwingli’nin kılıç çekip imanını
destekleyeceğini hiç sanmıyorum. Şu anda Amerika’da
inançlarını korumak için birçok kişi savaşmaya hazır
durumda.
Soru: Luther ve Zwingli anlaşamadıkları Rabbin
Sofrası hususunda, İsa’nın Tanrı’nın özünden geldiğini
ve Ruh’u olduğu gerçeğini neden arka planda tuttular?
Yanıt: Bu soru
bugün bile yüzleşmeleri gereken zor bir soru. Ben şahsen
Tanrı’nın Hristiyanları neden farklı yollara
yönlendirdiğini bilemiyorum. Ör: Sadece yetişkinlerin
vaftiz edilmesi gerektiğine inanan kişiler olduğuna
inanıyorum. Bir de benim gibi bebek vaftizine inanlar
olduğunu da biliyorum. Aynı Kutsal Kitab’a inanıyoruz.
Ve farklı sonuçlar çıkarıyoruz. Neden? Gerçekten
bilmiyorum. Fakat bildiğim birşey var: Kutsal Kitab’ın
yorumunda farklılık olan yerlerde dizlerimizin üzerine
çöküp; Rab’be dua etmeliyiz ve Kutsal Kitab’ı daha fazla
çalışmalıyız. Bu, tek yoldur. Ama tüm kilise tarihi
boyunca Tanrı’yı çok seven ve Tanrı’yı izleyen erkek ve
kadınların Kutsal Kitap üzerinde farklı bakış açılarına
sahip olduklarını görüyoruz. Bu yüzden birey olarak her
birimiz Kutsal Kitab’ı kişisel olarak öğrenmek için
çalışmalıyız. Bu çok önemlidir.
Soru: Daha önce sorulan soruda Zwingli’nin başka
devletten olan birilerine savaş açtığını gördük. Kutsal
Kitab’a göre başka devletle de savaşabilme özgürlüğü söz
konusu mu?(Kendi yönetimine değil ama başka yönetimlere
karşı savaşılabilir mi?)
Yanıt: Bu çok
iyi bir soruydu ve ben bir pastör olarak konuşabilirim.
Ben tüm hükümetleri Tanrı’nın yarattığını düşünüyorum.
Bunu Romalılar 13. bölümde çok açıkca belirtiyor.
Ve biz Hristiyanlar olarak hangi yönetimin altında
olursak olalım; (İslami, Kominist ya da Demokratik) her
durumda uymak zorundayız. Fakat yönetime olan bu itaat,
kesin bir itaat değildir. Ör: Bu hükümet benim bir Hindu
tanrısına tapınmamı isterse: “Bunu yapmayacağım!”
diyebilirim. Fakat ben bu hükümetle aynı fikirde değilim
diye savaş mı açmalıyım? Pasif olarak direnişe
geçebilirsin. Bu konuda kişiyi tutuklayacak ya da ölümle
cezalandıracaklar ise: “RAB en iyisini bilir!” tavrına
bürünmemiz gerekir. Bence Hristiyanları bağlayan en
büyük yetki Kutsal Yazılardır. Diğer tüm yetkilere
uyulabilir. Ama bizler en üst düzeyde öncelikle Kutsal
Yazılara uymakla mükellefiz. Ör: Kutsal Kitap evlilikte
eşin kocasına itaat etmesi gerektiğini söylemektedir. Bu
öğretiden de anlaşılabileceği gibi Kutsal Kitab’ın
öğrettiği bir yetki derecesi söz konusudur. Ama bu koca,
eşine suç işlemesini söylüyorsa; tabi ki sözü dinlemek
zorunda değildir. Yani o yetki bile Tanrı Söz’ünün
yetkisi ile tamamlanabilir. Bu örnekler
çeşitlendirilebilir. İşveren ve işçi gibi.... Ama
işverenin senin yalan söylenmeni ya da usulsüzlük
yapmanı istiyorsa, bu uyulamayacak bir otoritedir. Bu
yüzden tek otorite Kutsal Kitap’tır. Diğer otoriteler de
geçerlidir ama Kutsal Kitab’ın yanında geçerlidirler.
(Bir başka önderin fikri)
Reform anlayışında tanrısal olmayan bir otoriteye karşı
çıkmak, aslında kişisel bir karşı çıkış değildir. Ama
yetkili olan kişiye gidilerek; o kişi aracılığıyla
diğer yetkilerle görüşme sağlanması söz konusu olabilir.
Yani kişisel bir karşı çıkış değil, kendi üzerinde olan
bir yetkiye baş vurma olayı söz konusudur.
Soru: Luther’in savaşmamak konusunda neye
dayanarak bunu yaptığını anladık. Peki Zwingli bu savaşa
katılmayı neye dayanarak yapmıştı?
Yanıt: Bu
anlattıklarım teolojik anlamda bir görüş olduğu için
değil, sadece neden bu kişilerin savaştıklarını ya da
neden bu tip davranışlar içersinde bulunduklarını
anlayabilmek açısındandı. Tarihi anlatmak açısından
bunları aktardım. Tarihsel olarak Augustin’in sözünü
ettiği haklı bir savaş düşüncesi vardı. Sebep, gerçekten
haklı bir sebep olduğunda ve gerekli otoritelere baş
vurulduğunda, Hristiyanların savaşa gitmelerine izin
veren kilise açısından belirli, istisnai sebepler
vardır. Her ne kadar kilise tarihinde pasif direnişte
bulunmayı seçen bir grup Hristiyan bulunmuş olsa da;
genel anlamda bu tarihin akışı içersinde genel görüş ve
davranışlar savaşan davranış biçimidir. Pasif değildir.
Soru: Bugünki Reformist düşüncemiz, Zwingli’nin
asılmasından sonra sahip olduğumuz doktrin, aslında 1.
yy.’daki İncil’in değişmemiş olan düşünceleri ile aynı
değil mi?
Yanıt:
Şunları söylemek çok önemli. Daha sonra Calvin’den
bahsedeceğiz ama Calvin de, 3.yy.‘da yaşamış olan ilk
kilise önderlerinin yazıtlarına kadar uzanmıştır ve
bunları okumuştur. (Augustin gibi)
Ör: Calvin’in en çok etkilenerek okuduğu başka
biri de Altın ağızlı Yuhanna’dır. Calvin ve Zwingli gibi
kişiler bilinçaltında 3. ve 4. yy. olarak bu kilise
düşünürlerinin öğretişlerini okuyarak; o düşünüşü tekrar
uyandırmışlar. Bu düşünüşe sahip olarak; ilk kilisenin
sahip olduğu düşünüşlerden uzaklaştığını göstermiş, bu
anlamda bir Reformasyon başlamıştır. Aslında burada çok
mantıklı ve temel birşey vardır. (1. yy. kilisesi ile
Reformasyon kilisesinin öğreti bakımından ilişkisi
nasıldı?) Reformasyon’un temeli Kutsal Kitab’a dönüş
olduğundan; dolayısıyla Kutsal Kitab’a uygun temelleri
var demektir. Yani aslına bakarsanız Kutsal Kitab’ın
yazılımının 1. yy.’a rastlaması ile de doğal olarak bir
dönüşüm söz konusudur. Ama tarihsel olarak kilisenin
gelişimi ile Kutsal Kitab’a uygun olan kilise farklıdır.
Yani elçilerden sonra ortaya çıkan kilise ile elçiler
zamanında kilise farklıdır. Zira farklı gelişimlere
maruz kalmıştır. Ve kiliseyi tekrar yapılandırmak ile 1.
y.y. kilisesinin modelini, aynısını kurmak arasında fark
vardır.
Şu ana kadar Reform Hareketinin başlangıcından ve
kişilerden bahsetmiştik. Şimdi de önemli bir noktaya
değineceğiz.
3. John Calvin: (1509-1564)
Luther’den çok farklı
bir kişi idi. Calvin çok utangaç, içine dönük ve sessiz
bir insandı. Ama her nasılsa bu sessiz kişi tarih
boyunca kendisine birçok düşman edinmiştir. Çoğu insan
geçmişe bakarak onun hakkında çok kötü şeyler söyler.
Amerika’da meşhur bir tarihcinin sözleri şunlardır:
“Calvin’i sevmek her zaman için zor
olacak. Çünkü Calvin Tanrı hakkındaki en saçma
düşünceleri ile, insan ruhunu ve canını karartmıştır.“
Amerika’daki ünlü bir vaiz de onun hakkında şöyle
söylemiştir:
“Calvin birçok canın
lanetlenmesine sebep olmuştur.”
Bunlar onun hakkında
haksızca söylenen sözlerdir. Calvin’in yaşadığı süre
zarfında görevde olan papa bile dolaylı yollardan da
olsa, onun hakkında daha iyi sözler sarfetmişti. Papa
IV. Pius şunu söyledi:
“Bu sapık öğreti yayan
kişinin gücü şurada idi: Öyle ki para onun için hiçbir
zaman çekici olmadı. Eğer böyle hizmetkarlarım olsa idi,
benim hükümdarlığım kıtalar arası yayılırdı.”
Yani Calvin’in öğretilerine
karşı çıkan papa bile, bu kişiye büyük bir saygı
duyuyordu. O, bizlere Tanrı’nın farklı kişilikler
aracılığı ile çalışabileceğini hatırlatmaktadır. Bazen
Tanrı’nın, aracılığı ile çalışmayı seçtiği kişi çok
sessiz ve sakin birisi olabilir. Calvin de kesinlikle bu
tür bir insanı simgelemektedir. Calvin, Protestan
Reformcularının ikinci nesilden olduğunu söylediğimiz
bir kişidir. Luther ve Zwingli, Reform Hareketinin 1.
neslini temsil eder. Calvin ve diğerleri ise; 2. nesli
oluştururlar. Calvin gerçekten de Luther’e büyük saygı
duyuyordu. Her ne kadar Luther ile bazı teolojik
konularda fikir ayrılığına düşmüş olsa da; her zaman onu
yüceltti ve onu övdü. Calvin bir keresinde Luther
hakkında şöyle birşey söylemişti:
“Bana
‘şeytan’ dese bile ben, onun ismini hep öveceğim.”
Bu anlamda kendini Luther’e
oranla bir oğul gibi gördüğünden hiç şüphemiz yok.
Calvin bir Fransızdı. Zwingli ve Luther’le aynı geçmişe
sahip değildi. Orta sınıf bir ailenin çocuğu idi.
Paris’in kuzeyinde küçük bir şehirde yaşadı. Babası
Noyon şehrinde yerel piskopos için çalışıyordu. Her ne
kadar babası zengin değilse de; genç Calvin’in eğitimi
için büyük miktarlarda maddi destek sağlamıştı.
Calvin’in babası yakınlarda yaşayan asil bir ailenin
çocuklarının gördüğü özel eğitim ile eğitilmesini
sağladı. Aslında Calvin’in babası öncelikle oğlunun bir
kilise önderi olmasını amaçlıyordu. Calvin henüz
eğitimini sürdürürken; fikrini değiştirerek hukuk
alanında eğitimini tamamlamasını istedi. Bildiğimiz
kadarıyla Calvin babasının sözünü dinledi ve hukuk
alanında çalışmalara başaldı. Avrupa’daki en ünlü Paris
üniversitesinde eğitim gördü. En ünlü 2 hukuk
üniversitesinde okudu.
Yaklaşık 25 yaşlarında iken,
ilk kitabını yazdı. Bu yazmış olduğu kitap çok üst
düzeyde, anlaşılması zor, akademik bir kitaptı.
Calvin’in Katoliklikten Protestanlığa geçişinin ne zaman
olduğunu kesin olarak bilmiyoruz ama sanırım 1524 ile
1528 yılları arasında olabilir. Calvin’in
anlaşılamamasının bir sebebi de kendisi hakkında fazla
konuşmamasından kaynaklanıyordu. Ama Calvin buna
karşılık bir yerde çok az olarak nasıl iman ettiğinden
bizlere bahsetmektedir. Kendisiyle ilgili “RAB için
tutku ile yanıp tutuştuğunu “ söylüyor. Bu sadece
düşüncede meydana gelen bir olay değil; yüreğinin
değişmei ile ilgiliydi. Bu konuda şüpheler olsa da
Calvin’in üniversitede iken 2 kişi ile paylaştığı
söylenir. Calvin’e Grekçe öğreten kişi daha sonra
Lutheranlığa dönmüş. Bu yüzden de diğer insanlar bu
öğretmenin Calvin’e Luteranlıkla ilgili birkaç şey
söylediği hakkında fikir yürütüyorlar.
İlginç bir kişi var ki; bu
kişi, Calvin’le aynı üniversitede okuyan kuzenidir. Bu
kuzen inancından çok emin ve güçlü bir Lutherandı.
Herkes kuzeninin Calvin’le paylaştığını ve onu
Lutheranlığa çekmeye çalıştığını söylerdi. Ancak 1533
yılında Calvin’in yaşamında çok büyük bir değişiklik
olduğu açıkca görülüyordu. Zira bu yıllarda kendisine
eğitimi için Katolikler tarafından iki burs verilmişti.
Calvin’se bunları geri çevirerek: “Sizlerin parasını
almayacağım!” dedi. Aynı yılın Ekim ayında yine çok ünlü
bir olay oldu. Calvin’in arkadaşı (Nicholas Cop) Paris
Üniversitesinin rektörü olmuştu. Nicholas birgün göreve
başlama konuşmasını yaparken; eğitimden bahsettikten
sonra, konuşmasının tam sonunda herkesin önünde şöyle
dedi: “Bir kimse sadece lütufla kurtulabilir!” Böylece
birçok kişi Nicholas’ın Protestan olduğunu anladı.
Nicholas hiçbir zaman görevine başlayamadı, çünkü bu
konuşamayı yaptıktan sonra hayati tehlike nedeniyle
sürekli kaçmak zorunda kaldı. İşte Calvin de olaya bu
noktada giriyor. Öyle görünüyor ki bu kişinin
konuşmasının tamamını Calvin yazmadıysa bile,
yazılmasına büyük ölçüde yardım etmişti.
Bu yüzden tüm yetkililer
Calvin’i aramaya başladılar. Bir akşam kapı çalındı.
Pencereden bakıp birçok polis ve yetkilileri gören
Calvin, arka pencereden atlayarak kaçtı. Ve 1533
yılından itibaren Calvin bir kaçak olarak yaşadı. (Öyle
sanıyorum ki 1533 yılının Ekim ayından itibaren Calvin
Protestan olmuştu.)
Calvin bu kaçışı sırasında
farklı bölgelere gitti. Bu esnada İtalya’ya da uğradı.
Daha sonra Fransa’da ünlü olan bir Reformist arkadaşı
ile görüştü. Kaçarken bazı çalışmalarda bulundu. Güney
Fransa’da depo gibi bir yerde idi. Louis du Tillet
adında bir kişinin evinde kaldı. Şans eseri bu kişinin
müthiş bir teoloji kütüphanesi vardı. Böylece Calvin bir
kitap yazma arzusu duydu. Bu kitap “Hristiyanlığın
İlkeleri” idi. Bu kitap Hristiyanlığın edebi bir eseri
olarak yayınlandı. Kitabın ilk hali 6 bölümden
oluşuyordu. İnce bir Kitaptı. Ama hayatının geri kalan
kısmını, bu kitabı genişleterek sürdürdü. (1559 yılına
kadar bu kitabın bölümleri 6 bölümden 80 bölüme çıktı)
İlginç olan, bu kitap aracılığı ile insanlara Tanrı’nın
daha açık bir şekilde kim olduğunu anlatabilmekti. Bir
anlamda bu 80 bölüm Hristiyanlığa giriş niteliği
taşıyordu. Çok kısa bir sürede satılan bu kitap
sayesinde Calvin tüm Avrupa’da tanındı ve sevilen bir
kişi oldu. Calvin insanlara şöyle diyordu: ”Benim
herhangi bir konuda ne düşündüğümü anlamak istiyorsanız;
gidip o kitaba bakın!” (Şayet bu kitabı okumadıysanız,
okumanızı salık veririm. Zira tüm zamanınızı vermeye
değer nitelikte bir kitaptır.)
Bu
kitabın içinde 4 ana bölüm vardı.
Birinci bölüm,
Tanrı’nın doğası hakkında idi. Calvin bu bölümde en
temel soruyu sormuştu: “Tanrı’yı nasıl bilebiliriz?”
Yanıtında da çok temel birşey söylemişti. “Şayet
Tanrı’yı tanımazsanız; kendinizi bilemezsiniz.” Bence bu
tüm kitap içinde yazılan en temel kavramdır. Eğer kim
olduğunuzu bilmek istiyorsanız; ilk önce Tanrı’ya
bakarak: “Kimsin Sen!” diye sorun. Ancak O’nu anladıktan
sonra, kendinizin kim olduğunu kavrayabilirsiniz. Kutsal
Kitab’ı ve Tanrı’yı bilmeden de, yine kendinizi bilme
ihtmali yoktur.
İkinci bölümünde
“Kurtuluş” hakkında konuşmaktadır. Tüm okuyucularına,
kendilerinin günahkar olduklarını, düşmüşlüklerini ve
günah içinde yaşadıklarını söyler. İçinde bulundukları
günah yüzünden artık Tanrı hakkında olması gerektiği
kadar doğru düşünemediklerini ve doğru
düşünemediklerinden de doğruyu yapamadıklarını
hatırlatır. Bu yüzden: “Sizin bir kurtarıcıya, İsa
Mesih’e ihtiyacınız var!” der.
Üçüncü bölümünde
de; “Aklanma”, “kutsallaştırılma”, ve “önceden
belirlenme” kavramlarından bahseder. Bu bölüm hakkında
çok ilginç birkaç şey söylemek istiyorum: Calvin ve
Kutsl Ruh hakkında bazı ilginç söylentiler vardı. Çünkü
Calvin’in yaptığı önemli olan şeylerden biri, Kutsal
Ruh’un ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktı. Kutsal
Ruh’un kişinin yaşantısındaki değerini bilmek ve
anlamak; Reform geleneğinin bir parçasıdır. Princeton
Üniversitesindeki ünlü bir teolog Calvin’i bir keresinde
“Kutsal Ruh Teoloğu” olarak nitelendirdi. Zira Calvin
her fırsatta Kutsal Ruh’un kişilerin hayatındaki
işleyişini vurguluyordu. Kutsal Ruh’un işlevi, rolü
kavramlarının yanısıra, “Aklanma ve Kutsallaştırılma”
kavramları arasındaki ilişkiden de bahseder. Calvin
bizlerin sadece Mesih’in doğruluğu temeli üzerinde Tanrı
ile barıştırıldığımızı vurgular. Yasal olarak
günahlarımız bağışlandığında, Kutsal Ruh içimizde
bizleri yeniler, değiştirir ve bunun aracılığı ile
kutsallaştırılırız, kutsal oluruz. Her ne kadar
“Aklanmayı” “kutsallaştırılma”dan ayrı tuttuysa da;
bunların her ikisi de Mesih’in işinde el ele yürüyordu.
Calvin ahlaki bir yaşam
sürme üzerinde çok duruyordu. Yine Calvin’in savunması
ile ünlü olan öğreti de; “Önceden Belirlenmişlik”tir.
Çoğu insan Calvin’i duyduğunda; “Önceden Belirlenmişlik”
öğretisini hatırlar. İnsanlar bu öğretiyi Calvin’in dış
dünyayla irtibatının kesildiği, karanlık bir ortamda öne
sürdüğünü düşünürler. Bedeni olmayan bir zihin gibi,
yani adamı sırf beyin gibi düşünün!
Ama gerçek şu ki Calvin, bu
öğretiye ilişkin çok eğitici bir seviyede kaldı. Kendi
yazdığı kitapta, “önceden belirlenmişlik” konusuna
başlamadan önce, şöyle bir soru sordu: “Neden bir pastör
aynı grup insana her yıl boyunca aynı Müjde’yi tekrar
vaaz eder?” Bazıları inanır, bazıları ise inanmazlar.
Aslında Calvin hep bir pastörün bakış açısından olaya
yaklaşıyor. Böylece neden bazıları inanır ve bazıları
inanmaz? Sorusuna cevabı, Kutsal Kitap’ta Tanrı’nın bazı
insanları inanması için seçtiğine dairdir. Bazı insanlar
bu öğretinin Calvin’in en çok üzerinde durduğu, en
merkezi kabul ettiği öğreti olarak bahsederler.
Fakat bunun çok merkezi bir öğreti olmadığı ama çok
önemli bir öğreti olduğu oldukça belirgindir. Calvin’in
öğretilerinin en merkezisinin ne olduğunu öğrenmek
istiyorsanız; bence bu öğreti “Tanrı’nın Kudreti”dir.
Benim okuldaki profesörüm şöyle diyordu: “Calvin’in
teolojisi hayatının erken safhalarından itibaren bile
tamamen şekillenmiş, oturmuştu.“ Ama bizler yazmış
olduğu Hristiyan İlkeleri kitabını okuduğumuzda,
“önceden belirlenmişlik” öğretisinin çok büyük ve güçlü
temeller üzerine oturmadığını, lakin zaman geçtikçe
(Calvin Kutsal Kitab’ı araştırdıkca, okudukca) bu
öğretiyi benimsediğini ve konuştuğunu görebiliyoruz.
Dördüncü bölüm
de, kilise üzerinedir. Calvin gerçek Hristiyan
kilisesini belirginleştiren 3 özellik olduğundan
bahseder.
a)
Kutsal Kitab’ın sadık bir şekilde vaaz edilmesi
b)
Sacramentlerin uygun bir şekilde saklanılması
c)
Kilise disiplinin uygun bir şekilde yürütülmesi
Katolik kilisesine
baktığında, bu 3 kritere göre gerçek bir Hristiyan
kilisesi olmadığını gördüğü için bunun bir parçası
olmamayı düşündü.
İşte tüm bu bahsettiğimiz
şeyler yazmış olduğu bu kitap içinde bulunan ve hayatı
boyunca gittikce büyüyen öğretilerdir.
Şimdi de Calvin’in
Cenevre’ye (İsviçre) nasıl geldiğine bakalım:
Calvin yazmış olduğu ilk
kitabın başarılı olması nedeniyle; hayatının geri kalan
bölümünü sessizce Hristiyan bir ilim adamı olarak,
kitaplar yazarak sürdürmeyi seçti. Bu yüzden çok sessiz
ve güzel bir kasaba arıyordu. Ama yaşamayı düşündüğü
şehir Strassburg’du, Cenevre değil. Zira Strasburg
Protestan bir şehir olduğundan; burada kitaplarını
yazmak için güvende olabileceğini düşünüyordu. Calvin
karar verdikten sonra kızkardeşini ve erkek kardeşini
yanına alarak; Strasburg’a doğru yola çıktı. Fakat yol
üzerinde bir savaş olduğunu görünce, Strasburg’a Cenevre
üzerinden geçerek gitmeye karar verdi. Cenevre’de sadece
bir gece kalmayı düşünüyordu. (1536) Fakat aynı gün
Reformist bir teolog olan Guillaume Ferel, Calvin’in o
kente geldiğini duydu. Calvin de bu kişi ile olan
buluşmasını açıklayan bir mektup yazdı. Bu mektubu
kısaca özetlemek istiyorum:
Calvin hiçbir şekilde yazmış
olduğu bu ünlü kitabın yazarının kendisi olduğunun
bilinmesini istemiyordu. Sadece yapması gereken işi
sessizce yapmak ve hiçkimsenin kendisini rahatsız
etmesini istemiyordu. Fakat inancı konusunda çok
heyecanlı bir kişilğe sahip olan Ferel, Calvin’in evine
kadar giderek; buluşup- buluşamayacaklarını sordu. Ferel
halka tüm yüreğindekileri vaaz ediyor ve dinleyen
kişiler bu vaazların sonucunda yeni yeni Protestan
olmaya karar veriyorlardı. Ona giderek: “Senin
Cenevre’de kalman gerekir. Zira senin yardımına
ihtiyacım var.” dedi. Calvin’se: “Hayır! Hayır! Ben
sadece Strasburg’a gidip, sessizce kitap yazmak
istiyorum.” Ferel ise onun Cenevre’de kalması için ısrar
ediyordu. Ferel, Calvin’in inatçılığına ve gitmek
isteyişine o kadar kızdı ki; bağırarak ona şöyle
söyledi: “Tanrı senin bütün çalışmalarını lanetlesin!”
Calvin bu söz üzerine korktu ve kalmaya karar verdi.
Bu nedenle Calvin, isteksiz
bir Reformcuydu. Birkaç yıl Guillaume Ferel’in çalışma
arkadaşı olarak Cenevre’de kaldı. Gerçekten de içine
girdikleri hizmet, büyük zorluklarla doluydu. Her ne
kadar şehir komitesi Protestanlık lehine düşünüyor olsa
da; bütün halk Katolikti. Bu nedenle Calvin’i kimse
sevmiyor ve kötü davranıyorlardı. Sokakta yürürken
köpeklerini onun peşinden salıyorlardı. Bazen de gecenin
ilerleyen saatlerinde insanlar Calvin’in penceresinin
altında silahlarını ateşliyorlardı. 1547 yılında birgün
vaaz vermek için kürsüye çıktığında bir tehdit mektubu
gördü. Şayet şehri terk etmezse onu öldürecekleri
yazıyordu. Bunlar sadece Katoliklerle olan sorunlardı.
Oysa bir de Protestanlarla olan sorunları vardı.
Cenevre’de bulunan Protestanlar arasında daha büyük
gruplaşmalar vardı. Öyle ki, Calvin adeta Protestanlar
arasındaki bu çatışmanın tam ortasında kaldı. Belki de
genç bir pastörün başına gelebilecek en kötü şey
Calvin’in başına geldi. Düşmanlarından bir tanesi onun
hakkında asılsız haberler yaymaya başladı. Bu heber:
Calvin’in aslında gizliden gizliye Tanrı’yı reddeden bir
kişi olduğuydu. Zavallı Calvin kendini savunmak
zorundaydı fakat o kendini müdafaya çalıştıkca; bu
dedikodu da o denli yayıldı.
Cenevre’de geçirdiği bu
birkaç yıl onun için herhalde çok zordu. Calvin’in
Cenevre’ye gelişinden birkaç yıl sonra (1538) artık
herşey o kadar kötüye gitmişti ki; en sonunda şehir
komitesi Guillaume Ferel ile Calvin’in bu şehirden
çıkmasını ve bir daha bu şehire girmemesini istediler.
Bu nedenle pastör olarak yaşadığı ilk deneyim oldukça
zordu.
Bir anlamda Cenevre’den
atıldıktan sonra, Strasburgdaki Fransız inanlı
topluluğunun pastörü olarak çalışması için davet edildi.
Strasburg’da geçirdiği yıllar, hayatının en mutlu
yıllarıydı. Burada eşi ile tanışıp, evlendi. Bu esnada
da kitap yazma fırsatını da buldu. Fakat Tanrı zavallı
Calvin’in peşini bırakmıyordu. Çünkü 1541 yılında
Cenevre komitesi yeni bir kararla Calvin’i tekrar geri
çağırdı. Calvin’in cevabı şöyleydi: “Cenevre’ye geri
dönmektense, 100 kez ölürüm daha iyi!” Guillaume
Ferel’a: “Beni bağışla! Belki o şehir lanetli olduğu
için korkuyorum!” Ferel ise: “Eğer Cenevre’ye dönmezsen,
Tanrı seni lanetlesin!” dedi. Zavallı Calvin: “Peki Rab
istiyorsa, o zaman giderim!” diyerek, gitti. Bundan
sonra Calvin 20 yılını Cenevre’de ve yine zor şartlarla
geçirdi. Ama şehir komitesine bazı şartlarıyla geri
döndü. Kilise için yeni bir yapıyı bizzat kendisi yapmak
için şartlarını şehir komitesine sundu. 4 katlı bir yapı
ortaya koydu. Öğretmenler, pastörler, ihtiyarlar ve
dyakonlar için bazı uygulamalar getirdi. Öğretmen adını
verdikleri kişiler, akademide öğretim verebilen ya da
çocukları eğitebilen kişilerdi.
Calvin bu düzenlemeleri
yaparken, bir anlamda Presbiteryenliğin babası konumuna
gelmiş sayılır. Calvin, yanlızca Cenevredeki kiliseyi
organize etmekle kalmadı, aynı zamanda başka şeyler de
yaptı. Bu yaptıkları genelde insanların pek fazla
bilmediği türden şeylerdi. Cenevre’de birçok göçmen
bulunuyordu. Tüm Avrupa’da Protestanlara baskı
yapılıyordu. Onlar da bu baskılardan kaçarak; Cenevreye
geliyorlardı. Zira Cenevreyi sığınılacak bir yer olarak
görüyorlardı. Calvin bu sığınmacılara nasıl yardım
edebileceği hususunu düşünüyor ve bu konuda kaygı
çekiyordu. Yüreğindeki bu istekle Cenevreye gelen
sığınmacıları orada yaşayan yerli halkla kaynaştırmak,
birleştirmek için bazı çalışmalara başladı. Onlara
yiyecek, kalacak bir yer ve para sağlamaya çalıştı.
Bazen de onlara iş buluyordu. Gelen sığınmacı ve yetim
çocuklar için sığınma evleri açtırdı. (Ki bu benim çok
hoşuma gidiyor.) Calvin’in Hristiyanlığı tüm yaşamını
kapsayan birşeydi. Sadece kilise ile değil; yoksullarla
da ilgileniyor, onlar için kaygı çekiyordu. Bir süre
için Calvin’in pastörlüğü açısından bakalım:
Calvin’in pastörlüğü
konusunda elimizde çok fazla bilgi yok. Onun ne tür bir
pastör olduğu hakkında fikir edinebilmek için kaynak
olarak kendi mektuplarına baş vurabiliriz. Eğer Calvin
hakkında tek birşey öğrenmeniz gerekiyorsa; şunu
öğrenmenizi salık veririm: O, yanlızca önemli bir teolog
değil; en önemlisi de o, bir pastördü. Bu her ne kadar
kendi isteğinin dışında bir görev gibi görünse bile!
Kendisinin çok yetenekli ve iyi bir pastör olduğunu
kanıtladı. Pastör Calvin hakkında birşey daha söylemek
istiyorum:
İyi bir pastör olmayı, iyi
bir teolog olmaktan ayırmadı. Tersine bunları
birleştirerek şöyle dedi: “İyi bir pastör olmak demek;
iyi bir teolog olmak demektir.” Bu iki öğe bir arada
yürürler ve birlikte çalışmak üzere güçlerini
birleştirirler. Calvin’in Cenevre kentinde insanlara
verdiği hizmet konusunda birkaç hikaye anlatmak
istiyorum:
Calvin mektuplarından
birinde kendisinin özel olarak ilgilendiği yaşlı bir
kadından bahseder. Bu yoğun hayat temposu içersinde
Calvin, her sabah saat 5’de bu kadının yatağının başına
gelerek; ona Kutsal Kitap okurdu. Bu yaşlı kadının
ölümden nasıl korkmaya başladığını anlatır. Kutsal
Kitab’ın Söz’leriyle ve kendi düşünceleri ile bu kadına
esenlik vermeye, rahatlatmaya çalışırdı. Yazmış olduğu
aynı mektupta, bir pastörün sorumluluklarından bahsetti.
Bu sözleri dikkatle dinleyin!
“Bizler ağlayanlarla ağlamalıyız. Bunun anlamı şudur:
Eğer bizler Hristiyansak; komşularımızın üzüntülerini
paylaşmalıyız ve onların gözyaşlarına isteyerek ortak
olmalıyız. Onları rahatlatmalıyız. “
Mektuplarındaki bu sözlerinden Calvin’in gerçekten
topluluğu ile nasıl derin bir iletişim içinde olduğunu
anlamalı, düşüncelerini fark edebilmeliyiz. Bir başka
mektubu da Fransa’da misyonerlik yapan bir grup gence,
Katolikler tarafından yakalanarak hapise atıldıkları bir
sırada yazılmış. Bu 5 genç mahkemeye çıkarılarak; ölüm
cezasına çarptırılmışlardı. Calvin bir anlamda bu
mektubu onları rahatlatmak ve teşik etmek için yazmıştı.
Bu konuda yüreği çok doluydu. Bu mektubu, onların
öleceklerini bilerek yazdığı anlaşılır. Onları
imanlarında güçlü kalmaları için teşvik eder. Calvin’in
gerçek kişiliğini ve pastörlüğü ile ilgili gerçekleri
belli eden başka mektupları da elimizde mevcuttur. Doğal
bir afet sonucunda eşini kaybeden bir adama (ki bu kişi
de pastördü) yazmış olduğu bir mektubu elimizde var.
Yani bu mektup aracılığı ile bir başka pastöre,
pastörlük yapmıştı. Calvin bu mektubunda çok önemli
bulduğum iki şeyi vurgulamıştı:
İlk önce arkadaşının içinde
bulunduğu acıyı paylaşarak; onu anladığını söyleyerek:
“Senin neler hissettiğini biliyorum. Çünkü ben de eşimi
kaybettim.” demişti.
Fakat Calvin o kişiye
yanlızca nasıl hissettiğini bildiğini söyleyerek, kesip
atmamıştı. “Böylesine güç zamanlarda bizleri teselli
eden tek şey, Tanrı’nın yüceliğine ve iyiliğine
bakmaktır.” demişti.
Şahsi fikrime göre iyi bir
pastör, her zaman bu iki şeyi bir arada yapmalıdır. Eğer
insanları Tanrı’ya yönlendiremezsek; bu kişiler
teselliyi nerede bulacaklar? Bu esenlik nereden gelecek?
Bu nedenle ben, Calvin’in olağanüstü iyi bir pastör
olduğunu düşünüyorum. Calvin’in pastörlüğünü göreceğimiz
bu örnek de oldukça ilginç!
Avrupa’da Michael Servetus
adında sapkın öğretilere inanan bir kişi vardı. Üçlü
Birliği reddediyordu. Bunu belirten iki kitap yazdı.
Katolikler ve Protestanlar bu kişiye yaptıklarından
dolayı çok sinirlenmişlerdi. Bu yüzden Michael kendi
memleketi olan İspanya’dan kaçmak zorunda kaldı.
Fransa’ya geldiğinde, Katolikler Servitus’u yakalayarak;
hapise attılar. Daha sonra onu mahkemeye çıkararak;
Tanrı’ya karşı küfretmekten suçlu buldular ve ölüm
cezasına çarptırdılar. Fakat bu kişi her nasılsa
hapishaneden kaçmayı başararak; Cenevreye gitti.
Birgün Calvin kilisede vaaz
verirken, vaazının tam ortasında Avrupa’da sapık
öğretisi ile ün yapmış olan Servitus içeriye girdi.
Servitus’un neden Cenevreye gittiğini hala anlamıyorum?
Çünkü Cenevre böylesi bir kişinin hoş karşılanamayacağı,
Protestanlarla dolu olan bir yerdi. Servitus içeri
girdiği anda tanındı ve yakalandı. Protestanlar da Üçlü
Birliğe karşı çıkan bu adamı, en az Katolikler kadar
istemiyorve tolerans tanımıyorlardı. Böylece Servitus
Protestanlar tarafından da yargılandı. Calvin de uzman
tanık olarak bu mahkemede istendi. Daha sonra geçen 15
yıl içersinde Servitus’un Calvin’e bazı mektuplar
yazmış olduğu ve bu mektuplarında Calvin’le fikir
çatışmasına girmek istediği ortaya çıkmıştır. İşte bu
nedenle Calvin, Servitus’un öğretisinin ne olduğunu çok
iyi biliyordu. Servitus herşeye rağmen Üçlü Birliğe
karşı olan inancında direterek; herkesin önünde bunu
kabul etmediğini tekrar belirtti. Bu mahkeme süresince
Calvin, Servitus’e yol göstermek ve pastörlük yapmak
istedi. Onunla Müjde’yi paylaşarak; içinde bulunduğu
yanlıştan kurtarmaya çalıştı. Fakat Servitus her
seferinde bunu reddetti. Sonra mahkemenin yargıcı
Servitus’u ölüm cezasına çarptırdı. Calvin inanılmaz bir
merhamet ve acıma duygusu ile hakime giderek; ölüm
cezasının kaldırılmasını, daha farklı bir ceza ile
cezalandırılmasını istedi. Calvin bütün bu uğraşlarına
rağmen; böylesi sapık bir öğreti ile Üçlü Birliğe karşı
çıkan birinin ölüm derecesinde bir ceza ile
cezalandırılmasına katılıyordu. Buna rağmen daha
insancıl bir cezaya çarptırılabilmesi için, gidip
hakimle konuşmuştu. Calvin’in bu isteği hakim tarafından
reddedildi ve Servitus Cenevre’de diri diri yakılarak
öldürüldü.
Yine elimizde Servitus’la
Calvin’in ilişkisine yönelik bir mektup bulunmaktadır.
Mektup Servitus’in yakılmasından 16 yıl önce bu
ilişkinin başladığını açıklıyordu. Calvin’in Katolik
yetkililerden kaçarak Fransa’ya gittiği dönemlerde
Servitus ona bir mektup göndererek; buluşmak ve neden
Üçlü Birliğe inandığını açıklamasını istemişti. Paris’te
buluşmak üzere randevulaşmışlardı. Calvin o gün
Servitus’la Müjde’yi paylaşabilmek için hayatını
tehlikeye attı. Lakin Servitus randevuya gelmemişti.
Bundan da anlaşılacağı üzere, Calvin bu kişiyi kazanmak
için tekrar ve tekrar çaba sarfetmişti. Bunu
anlatıyorum, çünkü bu çoğu zaman tarih kitaplarında göz
ardı edilir.
Vaiz olan Calvin hakkında
birkaç söz söylemek istiyorum:
Calvin bu kadar içine
kapanık, sessiz, sakin olmasına rağmen kürsüye çıkarak;
büyük bir özgürlük ve güçle vaaz edebiliyordu. İlginç
olduğunu gördüğüm birşey de; Tanrı’nın Calvin gibi
utangaç bir kişiyi kullanabileceği gerçeğiydi.
Vaazlarından da anlaşıldığı gibi aslında o, iyi bir
vaizdi. Normalde Calvin, haftanın 5 günü vaaz veriyordu.
Her seferinde farklı bir vaaz konusu sunuyordu. Pazar
günleri iki kez, Pazartesi, Çarşamba ve Cuma günleri de
günde bir kez vaaz veriyordu.
1541-1561 yılına kadar
(ölümüne dek); diğer sorumluluklarının yanı sıra,
haftada 5 gün, her hafta vaaz verdi. Pazar sabahları
çoğunlukla Yeni Antlaşma’dan, Pazar öğleden sonraları
Mezmurlardan, hafta arası da Eski Antlaşma’dan
paylaşırdı. Bu vaazlar esnasında direkt olarak İbranice
ve Grekçe metinlerden okuyarak vaaz ediyordu.
Alışılmışın dışında, olağanüstü bir insandı.
Calvin
yanlızca haftada 5 kez vaaz vermekle kalmayarak; aynı
hafta içinde 3 kez de teolojik çalışmalar ortaya
koyardı. Kutsal Kitab’ın içindeki kitaplarla ilgili
dersler verir ve teolojik konularda da aynı şeyi
yapardı. Haftada 5 vaaz ve 3 teoloji dersi.
Soru:
a) İnsanlar bu
kadar çok vaazı, seminerleri dinleyebilecek kadar
kiliseye gelebiliyorlar mıydı? Daha farklı bir iş
alanında çalışan insanlar ne yapıyordu.
b) Acaba Calvin
daha sonra bu vaaz ve dersleri toparlayarak, kitabını mı
oluşturdu?
Yanıt:
b) "b" Sorusunun yanıtını
vererek başlamak istiyorum: Calvin’in vaazları
kaydediliyor ve dersleri de aynı şekilde yazılıyordu.
Avrupa’nın birçok yerinden insanlar Calvin’le çalışmak
için geliyorlardı. Daha önce bahsettiğimiz göçmen olan
ailelerin de katılımı ile Cenevre’de üniversite
kuruluyor ve bu üniversiteye gidiyorlardı.
a) Evet,
Calvin’in derslerine katılan kişiler çoktu. Boş
sınıflara ders vermiyordu. Unutmayın ki Calvin çok ünlü
bir kişiydi.
Calvin haftada 5 vaaz ve 3
kez de ders vermesine ek olarak; her Perşembe de tüm
Cenevredeki pastörlerin toplantısında gözetmenlik
yapıyordu. Bu toplantılarda tüm kiliselerin sorunları
hakkında konuşuluyordu. Ör: Bir kadının evliliği ya da
kocası ile ilgili bir problemi olduysa, sorununu bu
komiteye getirir ve sorunları üzerinde durulurdu.
Komitedeki kişiler bu konuyu Calvin’e götürerek; onunla
birlikte bir karara varırlardı. Ya da herhangi bir kişi
sarhoş olmuş, yakalanmışsa; bu komite önüne çıkması için
çağırılır ve kişiden hesap sorulurdu.
Hatırlarsanız doğru bir Hristiyan kilisesini belli eden
3 öğeden bahsetmiştik. Ve bunlardan 3.’sünün de “Kilise
Disiplini” olduğunu vurgulamıştık. Calvin bu konuyu çok
ciddiye alıyordu.
Geçen hafta Zürih’te idim. Bir profesörle görüştüm.
Profesör bir anlamda Calvin’in de başı olduğu bu
komitenin Fransızca yazılan tüm kayıtlarını tercüme
ettiğini söyledi. Profesörün, Calvin ve bu komitedeki
kişilerin ne denli yumuşak huylu ve merhametli
oluşlarına yönelik düşüncesi çok ilginçti. Tüm bunlardan
anlaşılacağı üzere Calvin çok aktif bir pastördü.
Haftada 5 kez vaaz, 3 kez teolojik ders veriyordu.
Perşembeleri tüm kiliselerdeki sorunlarla ilgileniyor ve
Cuma günleri de tüm pastörlere yönelik olan Kutsal Kitap
çalışmalarını yönetiyordu. Boş vakitlerinde ise düğün
törenlerinde bulunuyor, vaftiz yapıyor ve kişilere
birebir danışmanlık sunuyordu.
Cenevredeki son 10 yılının kayıtları elimizde
bulunmaktadır. Bütün bu resmi kayıtlara göre Calvin, 270
düğün ve 70 vaftiz yapmıştır. Eğer John Calvin’i anlamak
istiyorsanız; bu kişinin her zaman topluluğu için ne
kadar çok çalışan biri olduğunu da algılamalısınız.
Soru: Niçin ?
Yanıt:
Calvin evliydi. Bu anlattıklarımızdan da belli
olduğu üzere, Calvin’in öncelik verdiği şeyler biraz
karışıktı. Bu benim görüşüm. Ben genç pastörleri
eğitirken her zaman aynı şeyi söylüyorum: “İlk önce
aileniz, ikinci olarak hizmetiniz gelir.” Bu bizler için
çok zordur. Şayet Rabbi bu denli çok seviyorsanız; diğer
şeyleri bırakıp, herşeyinizi O’na vermek istersiniz. Ben
Calvin’in Rabbe hizmet etmek için içinde olan tutkuyu
anlayabiliyorum. Fakat ben aynı zamanda şunu da
biliyorum: Tanrı sizlere bir eş verdiyse, hizmetten önce
bu eş, önceliği almalıdır. Korkarım ki Calvin, bu tempo
içersinde eşine ve iki çocuğuna yeterince zaman
ayıramadı. Daha önce bahsetmedim ama Calvin eşi ile
evlendiğinde, eşi bir duldu. Kadının önceki eşinden olan
iki çocuğu daha vardı. Calvin’in hangi konularda tutkulu
olduğunun anlaşılması açısından birkaç şey daha söylemek
istiyorum:
Calvin evliliğinin ilk 52 haftasının, 45 haftasında
kilise hizmetini yapabilmek için evde yoktu. Her ne
kadar Rabbe olan hizmet aşkını takdir etsem de, diğer
taraftan de karısı ile daha çok zaman geçirmesi
gerektiğini düşünüyorum.
Soru: Calvin’in
bazı sağlık sorunları olduğunu biliyoruz. Sizce bu yoğun
temponun sağlığına olumsuz etkileri olmuş mudur?
Yanıt:
Bu çok güzel bir soru. Calvin ne istediğini bilen ve
güçle çalışan bir insandı. Günlük programlarından da ne
kadar aktif bir kişi olduğunu görebiliyoruz. Normal
olarak günde yaklaşık 5-6 saat uyurdu. Üniversitede iken
arkadaşları onunla dalga geçerlerdi. Çünkü onlar
yattıklarında Calvin ayakta olurdu. Uykudan
uyandıklarında da Calvin’in yine ayakta olduğunu ve ders
çalıştığını görürlerdi. Şunu söylemek çok bilgece olur:
Tanrı önünde önceliklerimizin ne olduğuna çok dikkat
etmeliyiz!
Soru: Servitus’un yargılandığı mahkemedeki yargıç
bir din görevlisi miydi?
Yanıt:
Hayır, sivil bir hakimdi.
Sorunun Devamı: Peki sivil bir otorite, dinsel
bir konuda nasıl karar alıp, yargılayabilir?
Yanıt:
16. yy.’da her zaman kilise ile devlet ayrı değildi. Bu
da aynı Luther’in yargılanışı esnasında olduğu gibi
sivil bir hakimdi. Fakat teolojik bir konu için
toplanılmıştı. 16. yy.’da yanlış öğreti yaymak, aslında
devlete karşı işlenmiş bir suçtu. Yani bu konu
karşısında fazlaca şaşırmamak lazım. Zira dünyanın
işleyiş şekli buydu. Kilise tarihi dersini çalışırken;
20. yy. dünyasını alıp, 16. yy. kilisesi üzerine
oturtamaz ya da uyum içersinde olmasını bekleyemezsiniz.
Şimdi de Calvin’in vaaz veriş şekillerine değinmek
istiyorum:
Calvin çok titiz ve itinalı
bir pastördü. İnsanların problemleri karşısında her
zaman hazırdı ve onlara yardım etmek istiyordu. Aynı
zamanda tüm bu hayatının çılgınlığı içersinde farklı
konularda, çok büyük yazı çalışmalarında da bulundu.
Kutsal Kitab’ın her bir kitabı üzerine yorum
kitapçıkları yazdı. Bunlar o kadar ilginç kitaplar ki,
500 yıl önce yazılmış olmalarına rağmen hala değerleri
günümüz teolog ve öğretmenleri tarafından anlaşılmakta
ve okunmaktadır.
Benim bu yorum kitapları ile
ilgili hoşlandığım şeyse, bu kitapların kişilere Kutsal
Kitap hakkında bir öğretmen tarzında açıklamalarda
bulunuyor olmasıdır. Aynı zamanda bazı anlaşılması güç
teolojik konular üzerinde de çok derin çalışmalar
yapmıştır. Hristiyan İlkeleri adlı kitabını 7 kez
yazdığını, ve 6 bölümden 80 bölüme kadar genişlettiğini
söylemiştim. Yazdığı bu kitabın üzerinde daha çok
çalıştı ve 7 kere yeniledi. Kilise hakkındaki öğretiler
bu kitapta tekrar ve tekrar daha derinlemesine işlendi.
Böylece de kitap gittikçe büyüdü. Bu kitabı 3 kez de
Fransızcaya tercüme ettiğini de biliyoruz. Çalışmaları
bu kadarla kalmayıp, dünyanın faklı yerlerindeki birçok
kişilerle de mektuplaştığını da hatırlıyoruz.
Cenevredeki arşivlerde Calvin’in yazmış olduğu tüm
mektupları bilim adamları tarafından henüz bakılmamıştır
bile. Krallara, kraliçelere, imanları uğruna hapiste acı
çekenlere ve diğer kişilere her zaman mektuplar
yazdığını biliyoruz. Tüm bu meşguliyetlerinin ışığı
altında Calvin’in kendisini öldüresiye zorladığını
söylemek bence yanlış olmaz.
Cenevre’de yaşamış ve
Calvin’i çok yakından tanıyan bir kişi şöyle demiş:
“Gece ve gündüz, Rabbin
önünde, bir an bile çalışmayı bırakmadı. “
Her ne kadar bu kişinin
sözlerinde Calvin’in çalışmaları hakkında biraz abartı
olsa da; yine de onun yapmış olduğu çalışmalarının
yoğunluğunu iyi anlatıyor. Cenevre, Calvin’in bunca
yoğun çalışmaları neticesinde ahlaki yapısını gerçekten
de değiştirmişti. Calvin 1536 yılında Cenevre’ye
geldiğinde, bu şehir birçok genelevler ve içki içilen
yerler ile meşhurdu. Onun çabaları sonucunda tüm bu içki
içilen yerler kapatıldı ve fahişelerin Cenevre’de
çalışmaları engellendi. İnsanları kiliseye gelmeleri
için teşvik ettiler. Aslında bu teşviği biraz da
zorunluluk olarak da nitelendirebiliriz. Ör: Cumartesi
gecesi çok eğlenen, geç yatan ve Pazar sabahı kiliseye
gidemeyen kişileri o günlerde Calvine bildirirlerdi. Ve
bu kişiler Calvin’in önünde bunun hesabını vermek
zorundaydılar.
Her ne kadar bu çabalar
içersinde Calvin tek başına olmasa da; Cenevre’de çok
büyük bir değişim yaşanmıştı. Ve insanlar Tanrı Söz’ünün
vaazı altında yaşamaya çağırılıyorlardı.
Birkaç gün önce bir kişi
bana John Knox hakkında bir soru sordu: İngiltere’de bir
kraliçe olan Bloody Mary adındaki bu bayan, tahta
geçtiğinde çok büyük baskılar yapmaya başlamıştı. Ve
John Knox bu zulümden kaçarak Cenevre’ye sığınmak
zorunda kalmıştı. Bu kraliçe çok katı bir Katolikti.
Kendi yönetimi zamanında birçok Protestanı öldürmüş ve
zulüm yapmıştı. Kendisine Bloody (kanlı) denmesinin
nedeni, çok Protestan öldürmüş olamsından ileri
gelmektedir. John Knox akıllı biriydi ve Cenevre’ye
gitti. Konx bu şehirdeki Tanrı sevgisine ve tanrısallığa
hayran kalmıştı. Arkadaşlarına yazdığı mektupta
gördüklerini anlattı. Calvin’in yarattığı bu şehir
hakkında söylediklerinden alıntı yapmak istiyorum:
“Elçilerin yaşadıkları günden itibaren dünya üzerinde kurulmuş olan en
mükemmel Mesih’in okulu. Diğer yerlerde de Mesih’in vaaz
edildiğini itiraf ediyorum. Ama ben daha dünya üzerinde
hiçbir yerde davranış şekillerinin, hayat biçimlerinin
ve dinin böylesini içtenlikle değiştirildiğine ve
Reforma uğradığını görmemiştim.”
John Knox
En çok şunu anlamanızı isterim: Calvin tüm
insanların tanrısal bir hayat yaşaması için kaygı çeken
ve elinden gelen herşeyi yapan bir kişiydi.
Hristiyanların ahlaksız olduğunu düşünen Müslümanlar,
şayet Cenevre’ye giderek bu insanlara baksalardı, bu
düşüncede olmazlardı. Cenevre’nin böylesine tanrısal bir
şehir olmasının nedenlerinden biri, tabi ki Calvin’in
pastörlüğü idi. Ama aynı zamanda onun vermiş olduğu
vaazlar da bu tanrısallığı etkiliyordu.
Daha önce Calvin’in çok utangaç biri olduğunu
söylemiştim. Fakat kürsünün ardına geçtiği anda çok
müthiş birşey olmuştu. Ve kendini unutarak Tanrı’yı
düşünerek; O’nun hakkında vaaz vermişti. Bunun sonucunda
da insanların yürekleri değişmiş ve hayatları Reforme
olmuştu.
Şimdi de Calvin’in vaaz vermekle ilgili görüşlerine yer
vermek istiyorum:
Bu konuyu çok ciddiye
alıyordu. Çünkü vaaz vermenin kendisi ile değil; Tanrı
ile ilgili olduğunu biliyordu. Bu yüzden de Calvin’in
vaazlarında espri bulunmazdı. Çok ciddi içerikli vaazlar
veriyordu. Çünkü vaazın konusu da çok ciddi bir konuydu.
Vaaz vermenin neleri gerektirdiği konusundaki
düşünceleri şöyleydi:
İlk şey Calvin’e göre bir
vaaz kesinlikle daha önceden hazırlanmalıydı. Onca
meşguliyetine rağmen; hiçbir zaman o kürsüye çıkıp,
Tanrı Söz’ünü çok iyi çalışmadan vaaz etmeye cüret
etmemişti. “Eğer çalışmadan, incelemeden için yeterli
zamanı ayırıp hazırlanmadan bu kürsüye çıkarsam; ben bir
şarlatan olurum.” derdi.
Reform öğretisinin en büyük
özelliklerinden bir tanesi olan güçlü vaaz verebilmek,
güçlü ve sıkı bir hazırlıkla birleşmeden kaynaklanır.
Calvin şunu demek istiyordu: “Şayet bir kimse Tanrı
Söz’ünü iyi bilmez ve sıkı çalışmazsa, hiçbir zaman iyi
bir vaiz olamayacaktır.” Bu da aynı zamanda Reform
geleneğinin bir bölümüdür.
Sizlere kişisel birşey
söylemek istiyorum:
Bu Presbiteryen kilisesinde
eğitimin sürdüğünü biliyorum. Yaptığınız diğer şeylerin
yanısıra bu eğitim, hayatınızda yapabileceğiniz en
önemli şeylerden bir tanesidir. Eminim ki Calvin sizi
alkışlardı!
Calvin ve vaaz vermek
konusunda anlamamız gereken ikinci şey ise; kendisinin
Kutsal Kitab’ı irdeleyerek vaaz etmesiydi. İrdeleme ile
kastettiğim şeyi anlatayım:
Calvin’in inancına göre;
Kutsal Kitap metnini alarak ve bu metni bölerek vaaz
etmek daha doğruydu. Komik hikeyeler anlatmayı ya da
kendi düşüncelerinize göre vaaz etmeyi uygun bulmuyordu.
Yani vaaz vermenin amacı kendi sözlerinizi değil;
Tanrı’nın Söz’lerini aktarmak olmalıydı. Calvin normalde
2 ya da en fazla 4 ayet üzerinde vaaz verirdi. Bu
ayetlerin ne anlama geldiğini, ne söylemek istediğini
kişilerin anladığından emin olurdu. Ve böylece tüm
Kutsal Kitab’ı ayet ayet, bölüm bölüm, kitap kitap
incelerdi. Genelde 1 saat boyunca konuşurdu. Bu, güzel
birşey. Zira daha sonra kendisini izleyen Püritanlar 3-4
saat durmadan vaaz verirlerdi.
Calvin’in vaaz vermek hakkındaki düşüncesini daha da
incelersek şunu görürüz: Vaaz veren kişilerin
düşüncelerinin ötesinde bazı şeylerin olması...Calvin’e
göre önemli olan vaaz veren kişinin bazı sözler
söyleyerek Kutsal Kitab’ı açıklaması değildi. Bundan
daha derin bir anlamda Tanrı’nın, bu kişi aracılığı ile
konuşuyor olmasıydı. Calvin’in şu sözüne dikkat edin!
“Kiliseye geldiğimizde konuşanın aslında ölümlü bir
insan olmadığını; Tanrı’nın gizli gücü ile bizim
canlarımıza konuştuğunu ve Öğretmenin O olduğunu
görürüz. “
Tüm bunlardan Calvin’in vaaz verme işini ne kadar
ciddiye aldığını fark edebiliriz. Zira vaaz verirken
Tanrı’nın yaptığı işi yerine getirmekte olduğunu
düşünüyor ve biliyordu. Calvin bazen “Saklı Güç” diye
bir kavramdan bahsederdi. Bu ifadeden kasdı, Kutsal
Ruh’un gizli işleyişiydi. Calvin’e göre bir pastör ya da
vaaz veren kişi, Kutsal Kitab’a uygun vaaz verirse;
Kutsal Ruh bu sözleri alır ve her kişinin yüreğine uygun
bir şekilde uyarlardı. Calvin kendisinin bir insan
olarak, Kutsal Kitap’ta yazan herşeyi ya da sözleri;
her kişinin yaşamına uygun halde uyarlayamayacağını
biliyordu. Fakat bunun yerine Calvin, kendi söylediği
kelimelerin Kutsal Ruh tarafından herkesin kalbine ve
yüreğine, ihtiyacı doğrultusunda ve anlaması gerektiği
şekilde uyarladığına inanıyordu. Kutsal Ruh’un insanda
dokunmadık yer bırakmadığını söylerdi.
Aranızdaki vaizler için bunları bilmek çok rahatlatıcı
olmalı. Zira vaaz verirken yanlız değilsinizdir. Calvin:
“Bir vaiz olabilmek için, dünyanın en akıllı insanı ya
da en iyi hitap yeteneğine sahip olmanız gerekmiyor. Ama
tem tersine Kutsal Ruh sizin kelimelerinizi, düşünsel
yeteneğinizin ötesine taşır. Bu sözleri alır ve konuşma
ya da hitap yeteneğinizin çok daha ötesinde insanların
yüreklerine uyarlar. Çünkü Kutsal Ruh, basit olan insan
kelimelerini alarak; her insanın yüreğini deler. O
insanların duymaya ve bilmeye ihtiyaçları olduğu
şekliyle onlara işler .” derdi.
Şu an pastör olma yolunda olan kişilere bu sözler çok
büyük bir rahatlama ve teşvik kaynağı olmalıdır. Zira
Kutsal Ruh aslında sizlerin aracılığınızla, sizlerin
arasında ve sizlerin de ötesinde işlemektedir.
Calvin, vaazı esnasında 3 hedefi olduğunu söylerdi.
1. Amaç, bu Söz’ü
duyan topluluğun bina edilmesidir.
“Ben Kutsal Kitab’ı vaaz ettiğimde her zaman şunu
kendime ilke edinirim: Yani benim vaaz ettiğimi duyan
kişiler, Kurtuluşa erişmek üzere bina edilsinler. Eğer
konuşmalarımda bu etkiyi yaratamıyorsam; ben yeterince
Tanrı Söz’ünü ciddiye almıyorum, aşağılıyorum demektir.
“
Calvin’in bu sözlerinden ne kadar iyi bir vaiz olduğunu
görebiliyor musunuz?
2. Amaç, vaizin de bu
vaaz aracılığıyla bereketlenmesidir.
“Bir kişi vaaz veriyorsa; bu
vaaz sadece topluluğuna bereket sağlıyor ve kendisi
hiçbir şekilde etkilenmiyor, bereketlenmiyorsa, burada
yanlış birşey vardır.”
Bu yüzden şayet vaaz veren kişinin yüreği dolu ise; bu
yürek, doluluğundan taşacaktır ve bu taşkın öğreti ve
duygularla karşılarındaki topluluğu da
bereketleyecektir.
“Ben kürsüye çıktığımda amacım sadece birilerine birşey
öğretmek değildir. Ağzımdan çıkan Tanrı Söz’ü size
olduğu kadar; bana da bereket olmalıdır. Şayet böyle
olmazsa, çok büyük bir hata içersine düşerim.”
3. Amaç, vaaz esnasında
topluluğa düşen sorumlulukla ilgilidir. O, vaaz verirken
topluluğun dikkatinin başka yöne çekilmesine ya da
dağılmasına izin vermezdi. Calvin’in görüşüne göre,
Hristiyanlar bir araya geldiklerinde; bu birlikteliğin
sorumluluğunun sadece pastöre değil, topluluğa da ait
olduğu inancıydı.
“Bir Hristiyan topluluğu
kiliseye geldiğinde, Tanrı’nın vereceği bereketi almak
için yanıp-tutuşan bir tutku ile aramalıdır. Eğer
içinizde bu tutku olmaksızın kiliseye geliyorsanız;
Tanrı Söz’ünü aşağlıyorsunuz demektir.”
İşte bu yüzden Calvin vaazı
esnasında topluluğun uyumasından hiç hoşlanmazdı.
İnsanların gelip, söylenen Söz’ler hakkında düşünmesini
isterdi.
Calvin’in bu “Gizli
Enerjiye” olan düşkünlüğü ve bunun üzerinde ciddiyetle
durması çok ilginçtir. Zira bu “Gizli Enerjinin”
Kutsal Ruh’un işleyişi olduğunu savunur. Calvin şunu çok
iyi anlıyordu: Öncelikle Kutsal Ruh, karşısındaki
kişilerin yüreğinde çalışmazsa; bir pastör olarak
kendisine düşen görevi yapamazdı.
Protestan Reformasyon
Hareketinin onu en güzel tanımlayan özelliklerinden bir
tanesi de; iyi ve köklü vaaz vermesiydi. Ve bu özellik
de çok çarpıcı bir şekilde Katoliklerin vaaz verme
geleneğine tezat teşkil ediyordu. Katolik papazları vaaz
verirken sadece daha önceden hazırlanmış bir metni tek
bir ses tonuyla, dümdüz okurlardı. Bu okudukları şey de,
kesinlikle insanların algılamadığı bir dildi. (Latince)
Şayet insanlar vaizin söylediği sözleri anlamıyorlarsa;
bu vaize yanıt vermek ya da bundan bereket almak, tabi
ki mümkün olmayacaktır. İnsanlar Zwingli’nin çıkıp vaaz
vermesine çok şaşırmıştı. Çünkü Tanrı’nın Söz’lerini
daha önceden anlayabilecekleri tarzda hiç duymamışlardı.
Bu nedenle Reformcular nereye giderlerse gitsinler;
etraflarına bir sürü insan toplanırdı. Zira Tanrı
Söz’ünün anladıkları dilde duymaları, onlara haz
verirdi.
Özetlemek gerekirse;
Protestan Reformunu diğer şeylerden ayıran en önemli
özelliklerden bir tanesi; insanların anlayabileceği bir
dilde çok sıkı, köklü ve etkili vaaz verilmesiydi. Bir
kişi Calvin hakkında şöyle söyledi: “Calvin’i kürsüde
görmedikce; tam olarak onun kim olduğunu
anlayamazsınız.”
Soru: Tüm bu sorumlulukları taşırken; kilisede
birlikte çalıştığı ve ona hesap soracak olan ihtiyarları
var mıydı?
Yanıt:
Her ne kadar Cenevre kilisesinde başka pastörler,
ihtiyarlar bulunsa da; o zamanlar ihtiyarlar pastörle
aynı seviyede değillerdi. Ama Calvin diğer pastörlere
karşı sorumluydu. Tüm bu pastörlerin liderinin Calvin
olduğu açıkca görünüyordu. Buna rağmen kimilerinin
Calvin’in bazı davranışlarına mukabil, kendisine
giderek; neden bu şekilde davrandığını soranlar olmuştu.
Calvin belirli konular üzerinde birkaç kez uyarılmış ve
açıklama yapması istenilmişti. Bazen çok fazla
sinirlenirdi. Calvin o kadar yoğun ve o kadar sıkı bir
şekilde çalışırdı ki; hata yapan kişiler karşısında
zaman zaman çok sinirlenerek, kendini kaybederdi. Calvin
bir mektubunda bundan duyduğu pişmanlığı dile
getirmektedir. Calvin’in mükemmel bir insan olmadığını
söyleme ayrıcalığına sahip olduğum için, ayrıca çok
memnunum! Biz Hristiyanlar biliyorum ki; bazı kişileri
olduğundan fazla yüceltebiliyoruz. Aynı zamanda bu
kişilerin günahlı ve günahlarıyla mücadele eden kişiler
olduğunu unutabiliyoruz.
Soru: Diğer
pastörlerin vaazlerini dinler miydi?
Yanıt:
Sanıyorum. Çünkü Pazar sabahı ve akşamları toplantılara
gitmeleri gerekiyordu. Bu anlamda Calvin’in de bu
toplantılara gittiğini düşünüyorum. Calvin pastör
yetiştirdiği için, bu kişilerin vaazlarını dinleyip
değerlendirerek; görüşlerini bildirirdi. Bu anlamda
Calvin yanlızca halka çobanlık yapan bir kişi değil;
aynı zamanda da diğer pastörleri de yetiştiren ve
eğiten bir kişiydi.
Soru: Daha önce
pastör ve ihtiyarların eşit olmadığı dönemlerin olduğunu
söylemiştiniz. Reform döneminde hangi sıralarda bu
eşitliğe kavuşuldu?
Yanıt:
Resmi eşitlikle; uygulamada olan eşitlik arasında fark
vardır. Ör: İngiliz Reformasyonunda, pastörlerle
ihtiyarların aynı düzeyde olduğu resmi olarak kabul
görürdü. Fakat uygulamada çok açıkça bir pastörün
liderliği ve eşitler arasında 1. olduğu görünürdü. Bu
eşitlik İngiliz Reformasyonu esnasında geldi. Korkarım
ki bugün bile, Amerika’da her ne kadar resmi anlamda
eşit olsalar da; Presbiteryen kiliseleri arasında yine
eşitlerin arasında 1. olarak sivrilen bir pastör
bulunmaktadır. Çoğunlukla sebebi şudur: Sivrilen ya da
öne çıkan pastör, genelde diğerlerinden daha fazla
eğitim almıştır. Konular üzerinde daha büyük bir
yetkiyle konuşabildiğinden; böyle bir sivrilme meydana
gelmiştir. Fakat kilisede bazı kararlar alınması
gerektiğinde, ne yapılacağı oy çokluğu ile belirlenir.
Bunu, Calvin’in yaşadığı Cenevre’de de görebiliyorsunuz.
Şunun değerini anlamamız, gerçekten de çok önemlidir:
Calvin’in daha o zamanlardan yapmaya çalıştığı şey;
bugün bizlerin sahip olduğu Presbiteryen düzenini
oluşturmaktı. Böylesine sıkı bir düzeni oluşturmak
oldukça güçtür.
Soru: 16. yy.’da yaşamış olan bir kişi, sizce 21.
yy.’ın başlarında olan bizlerin bugünkü ihtiyaçlarını
nasıl görebildi? Nasıl bilebildi? Veya bugunkü kilise,
bu öğretişin ana ilkelerine bakarken; özellikle Kutsal
Kitab’ı yorumlarken nelere dikkat etmelidir? Kaynak
olarak bu kişilerden faydalansak da; 16. yy.’da yazılmış
olan şeyler, günümüz kilisesine tam anlamıyla hitap eder
mi?
Yanıt:
Bence her zaman için bizlerin üzerinde etki yapan bu
kültürel farklılıkları göz önünde bulundurmalıyız. İyi
bir vaiz, Kutsal Kitab’ı iyi açıklayan bir kişi, her
zaman için dikkatli ve iyi gözlemci olmalıdır. Tanrı
Söz’ünü dua ile en saf şekliyle vaaz etmeye
çalışmalıdır. Tüm bunların hepsinden çok daha önemli
olan kural da; hiçbir zaman yanlız olmadığımızdır. Bir
pastör olarak ben, her zaman topluluğumla ilişki
içersinde olmalıyım ki, vaaz ettiğim şeyin Tanrı’nın saf
Söz’ü olduğundan emin olabileyim. Calvin bazen bir
köşeye çekilip; Kutsal Kitap okurdu. Ama yine Kutsal
Kitab’ın topluluk olarak çalışılması gerektiğini;
böylece de Kutsal Kitab’ın yorumu konusunda ortak bir
anlayış ortaya çıkacağını söylerdi. Bence her zaman iyi
bir pastör ya da vaiz, karşısında bulunan kişilerin,
Kutsal Kitab’a ait, kendisine vereceği başka bakış
açılarına açık olmalı ve bunları dinlemelidir. Zira
hiçbirimiz başkasının fikirlerine ihtiyacımız olmayacak
kadar zeki ya da anlayşlı insanlar değiliz. Bence Tanrı
bu nedenle bizlere bazı şeyleri daha iyi anlayabilmemiz
için yanımıza eşler veriyor.
Bir başka önderin açıklaması:
“Ben bir kilise görevlisi olarak görüşümü belirtmek
istiyorum: Bazen kiliselerimizde kültürün
Hristiyanlıktan ya da kiliseden çıkarılıp atılıması
amaçlanmaktadır. Ama kültürü de yaratanın Tanrı olduğunu
unutmamalıyız! Her kültürde iyi olan ya da Reforma
uğratılması gereken yönler bulunabilir. Hiçbir zaman
halkın içinde bulunduğu kültürü kiliseden soyutlayıp;
sadece Hristiyanlıkla devam ettirilemez. Mezmurlarda,
tüm ulusların Tanrı’ya hamdetmesini gerektiğini söyleyen
ayetler vardır. Tüm dünyada olan her ulusun kendi kültür
çerçevesinde, ve kültürünün yapılandırdığı Hristiyanlık
içersinde Tanrı’yı yüceltmesi gerekir. Aradaki denge şu
olmalıdır: Bir uçta Müjde’yi kültüre uyarlamak, diğer
uçta da; kültürü Müjde ile yükseltmek.”
Soru: Presbiteyen kelimesi ilk olarak ne zaman
kullanıldı? İlk olarak Calvin mi bu kelimeyi kullandı?
Yanıt:
Hayır Calvin’in bu kelimeyi ilk olarak kullandığını
sanmıyorum. Ama Calvin’in “İhtiyar” ve “Presbiter”
kelimesini kullandığını biliyorum. Zannediyorum ki bu
“Presbiteryen” kelimesi İskoçya’da John Knox tarafından
kullanıldı. İngiltere’de Anglikan kilisesine (Anglikan
kilisesinde piskoposlar vardı) karşıt olarak bu kilise
(Presbiteryen) başlatıldığından; İskoçyalılar da
İngilizleri sevmediğinden, piskoposlara karşılık kendi
kilisesinde Presbiterler (Yani İhtiyarlar) ortaya
koydular. Böylece Presbiteryen, “İhtiyarlara inanan bir
görüşte olan” bir kavram ortaya çıkmıştır.
Soru: Calvin bugün yaşasaydı; kültürel olarak
farklı öğretişlere sahip olur muydu?
Yanıt:
Açık olarak bu konuda birşey var mı, bilmiyorum. Ama
eminim ki Calvin bugün yaşasaydı; öğretisini biraz
farklı bir çerçeve içersinde sunardı. Gerçek şu ki;
hiçkimse, içinde bulunduğu kültürden kaçamaz. Fakat
bizler ancak kendi kültürümüzü bilebilir; iyi
taraflarını-kötü taraflarından ayırabiliriz. Calvin 16.
yy.’da yaşamış bir kişiydi. O zamanlarda sapkın inanç
yayan bir kişinin ölümle cezalandırılması gerektiği
hususunda hiçkimsenin şüphesi yoktu. Yani Calvin’in
aklından da bu tip kişiler için ölüm cezasının dışında
(Ör: hapsetmek gibi) birşey geçmezdi. İçinde yaşadığı
kültür, bu tür seçenekler ortaya koymuyordu. Bugün Batı
dünyasında hiçkimse, değil sapkın öğreti yaymak;
Tanrı’ya küfretmiş bir kişi için bile ölüm cezasını
düşünemez. Buradan hareketle bakarsak, Calvin günümüzde
yaşıyor olsaydı, bazı öğretileri farklı çerçeveler
içersinde sunabilirdi.
Soru: Calvin’in zamanlarında bir Pazar bile
kiliseye gelmeyen kişilerin komiteye hesap verdiğini
öğrendik. Kilise ve toplum arasında nasıl bir ilişki
vardı ki; böyle bir şeyi sorgulayabiliyorlardı?
Yanıt:
16. yy.’da öyle bir yasa vardı ki; herkesin kiliseye
gitmesini gerektiriyordu. Bu yanlızca Protestanların
değil; Katoliklerin de koyduğu bir yasaydı. O yy.’da
gerçekten de yanlız Batı’da değil, tüm dünyada
Hristiyanlığa büyük bir eğilim vardı. Şehirlerde var
olan yasalar mevcuttu. Calvin’se bu yasaları alarak; bir
çobanın hassasiyetiyle insanlara uyguladı. Çok otoriter
bir kişi olmasına rağmen yasaların yaptırımlarını,
nezaketle yaptı. Calvin hiçkimseyi kiliseye gelmiyor
diye hapse attırmıyordu. Aslında yapılan şey şuydu:
Herhangi bir kişi kiliseye gelmediğinde; bu kişi
aranarak, kiliseye gelmesi gerektiği bir uyarı
niteliğinde hatırlatılıyordu. Bu uyarı ile kişinin
tekrar kiliseye gelmesi sağlanıyordu.
Soru: Sizce Bir vaiz ile bir çoban arasında bir
fark var mı? Varsa; bu farklar nelerdir?
Yanıt:
Benim anladığım kadarıyla bu iki terim arasında bir fark
yoktur. Çünkü vaiz de, bir çoban gibi topluluğunu
yönlendirmeli, onları eğitmeli ve bir anlamda
gütmelidir. Calvin de bence bu ikisinin eşit anlamlar
içerdiği görüşündeydi. Yani bir koyun sürüden
ayrıldığında çoban onu alarak tekrar sürüye nasıl
katarsa; bir vaiz de aynı şeyi yapar. Topluluktan
ayrılan kişileri tekrar topluluğa getirmek, bence bir
pastörün görevidir.
Şu ana kadar Calvin’in
pastörlüğünden, vaizliğinden ve teologluğundan
bahsettik. Şimdi de onun alışılmadık bir meziyetinden
bahsetmek istiyorum:
Calvin aktif bir misyoner ve
kilise kurucusu idi. Bu yanı hala Batıda bile bilnmez.
Oxford üniversitesinde çalışırken, doktorasını Calvin ve
kilise kurmak üzerine hazırlayan bir kişi ile tanıştım.
Cenevre’ye giderek arşivde bulunan bütün kayıtları
incelemişti. Orada Reformasyon kitaplarında bulunmayan
birşey keşfetmişti: Bu da, Calvin’in kilise kurmak için
dünyanın birçok yerinde çalışmış olduğuydu. Calvin’in bu
yönü de, ilim adamları tarafından bilinmemektedir. Zira
çoğu zaman Reformcuların, (yanlız Calvin değil) genelde
misyon ya da Rab’bin işi ile ilgili çalışmalarda
bulunulmadığı, bu konu ile ilgili olmadıkları
söylenmektedir. Çok ünlü bir bilim adamı olan Gustav
Warnick, Reformcular için şöyle dedi: “ Reformcular
yanlızca Müjdecilik hareketini yerine getirmekte
başarısızlıkla kalmayıp; aynı zamanda da bunu
umursamamışlardır.” Batıda bir Presbiteryen olduğunuzu
söylerseniz, sizinle ilgili çoğu zaman ön yargı budur.
İleri sürdükleri ve savundukalrı mantık şöyledir:
“Presbiteryenler, önceden seçilmişliğe inandıklarından;
Müjde’nin yayılması ile ilgileri tabi ki olamaz.” Fakat
Calvin ise, bunun tam tersini söylemiştir: “Tanrı
insanları seçtiğinden, bizler Tanrı’nın bu yüce görevine
katılmalıyız.” Çünkü bu seçilmişlik aracılığıyla
insanların Mesih’e geleceği ümidi vardır. Calvin yazmış
olduğu “Hristiyan İlkeleri” kitabında da bu soruya cevap
verir. “Seçilmişlik ya da önceden belirlenmişlik
öğretisinin içersinde yüce görevi yerine getirme kavramı
var mıdır?” Kitaptan alıntı olarak Calvin şöyle der:
“Bizler bu seçilmişlerin arasında kimler olduğunu
bilemediğimiz için; tanıştığımız herkese, sahip
olduğumuz esenliği paylaşmaya çağırıyoruz.”
Çok ilginçtir ki; Calvin ve
ondan sonra çoğu misyoner, “Önceden Belirlenmişlik”
öğretisini benimsemiş ve buna inanmışlardır.
18. yy.’da yaşamış ve kilise
tarihinin en ünlü isimlerinden olan George Whitefield de
Calvin’le, bu “Önceden belirlenmişlik” ile aynı
görüşlere sahip olmasına rağmen; çok güçlü bir vazidi.
Amerikadaki Doğu bloğunda bu akımın sonucu olarak ortaya
çıkmış olan uyanışa “Büyük Uyanış” diyoruz. George
Whitefield bir İngilizdi. “Önceden Belirlenmişlik”
öğretisine gönülden inanan bir kişi olarak motive
olmuştu. Bu inanışla Amerika’nın Doğu sahilide baştan
aşağı bütün eyaletleri gezerek, vaaz verdi ve Müjde’yi
duyurmuştu. Bunun sonucunda da binlerce kişi Mesih’e
gelmişti. Bu nedenle Calvin’in yanlızca kilise kurması
ile ilgilenmek yeterli değildir. Ama Calvin’i izleyen
Calvinistler de bu anlamda yüreklerinde kilise kurmaya
ilişkin arzu ve istek duymuşlardır.
Daha önce Cenevre’nin
göçmenlerle dolu bir şehir olduğunu söylemiştim. Bu
göçmenler Protestan sığınmacılardı. Tüm Avrupa’da
kendilerine zulüm ediliyordu. Ve bu sığınmacıların çoğu
da Cenevre’ye geldi. 10 yıllık süre içersinde
Cenevre’nin nüfusu ikiye katlanmıştı. İspanyollar,
İtalyanlar, İngilizler, İskoçlar, Fransız ve Almanlar;
hepsi bir arada buluşmuşlardı. Calvin’in bu misyon işine
nasıl girdiğini anlayabilmek için; tüm bu arka planda
olan gerçekleri bilmek büyük önem taşır. Cenevre’de
konuşulan dil Fransızca olduğundan; sığınmacıların çoğu
Fransa’dan gelmişlerdi.
1550 yıllarının başlarında
Calvin’in ortaya attığı bir görüşe göre, her sığınmacı
kendi ülkesine geri dönmeli ve Kutsal Kitab’a uygun olan
Müjde’yi ülkesinde yaymalıydı. Calvin ve beraberindeki
pastörler bir plan yaptılar. Sadece insanları Fransa’ya
geri göndermekle kalmadılar. Önce onları eğittiler.
Altını çizmek istiyorum ki, Kutsal Yazılar’da iyi eğitim
almış olmak ve bunları derinlemesine bilmek gerçekten
çok önemlidir.
Orlando’da öğretmen olduğum
okulda misyoner olacak öğrencilerime her zaman aynı şeyi
söylerim: “Eğer misyoner olacaksanız; bu okuldaki en iyi
teoloji öğrencileri olmalısınız. Çünkü eğer öğretiyi
başka bir kültüre taşıyacaksanız; öncelikle teolojiyi
iyi bilmelisiniz.”
Soru: Çoğu
öğretilerde ülkemize gelen misyonerlerin çoğu, bu denli
derin teoloji bilgisine gerek olmadığını, İsa’ya
inanmanın yeterli olduğunu söylüyorlar. Bu konuda siz
ne dersiniz? Doğru mu, yanlış mı?
Yanıt:
Teoloji sadece bir kağıt parçasından ibaret değildir.
Teoloji herşey hakkındadır. Hayat, kilise ve tapınma
hakkındadır. Teoloji sadece aklınızda, mantığınızda olan
birşey değil; yüreğinizde gerçekleşen birşeydi. Calvin
buna da çok katı bir şekilde inanmıştı. Şunu anlamamız
gerekir: Bir insan kafasında, düşüncesinde Tanrı’nın ne
olduğunu, kim olduğunu gerçekten anlarsa; bu anlayış o
kişinin yüreğinde ateş yakacaktır. Eğer teoloji
düşünüşünüzde var ve yüreğinizde hiçbirşey yoksa; ben
sizin Şeytandan farksız olduğunuzu söylerim. Çünkü
Şeytan da İsa’nın dirildiğini, O’nun Üçlü Birliğin
ikinci Kişisi olduğunu ve İsa’nın RAB olduğunu herkesten
çok daha iyi biliyor. Ama bu bilgi onun (Şeytanın)
yüreğine dokunmamış vaziyettedir. Bu yüzden sadece akıl
bilginiz var ve yürek bilginiz yoksa; teolog falan
değilsiniz.
Esas soru şu olmalı bence: Eğer kafada birşey yoksa;
yürek ne kadar şey bilebilir ki? Yani bu ya biri ya da
diğeri sorusu değil; ikisinin de beraber çalışması
olayıdır. Ben akademik bir ilim adamıyım ve bizim
ardından koştuğumuz bilgi gerçekten tüm yaşantımızı,
kardeşlerimizle olan ilişkilerimize kadar nüfus eden
akademik bir bilgi olmalıdır.
Calvin’den okumak istediğim bir alıntı var:
“Hristiyanlık dil doktrini değil; ama
yaşam doktrinidir. Ve sadece düşünüşle anlaşılmaz.
Hristiyanlık yanlızca can ve ruh tarafından kontrol
altına alındığında tam olarak anlaşılır. Tüm yerini
yüreğin derinliklerinde bulduğu sürece Hristiyanlık bir
kişinin hayatına alınır. “
İşte Calvin’in sözlerinden misyon konusundaki ilgisini
görebiliyorsunuz. Hristiyanlığın sadece zihinle
anlaşılamayacağını, yüreğe de temas eden birşey olduğunu
söylüyor. Fransız sığınmacılar Cenevre’ye geldiklerinde,
Calvin onların Rab’bi ne kadar çok sevdiklerini ve ne
kadar çok hizmet etmek istediklerini bilmesine rağmen;
geri dönmeye henüz hazır olmadıklarının da farkındaydı.
Onların sıkı bir teoloji eğitiminden geçmeleri
gerektiğine inanıyordu. Nasıl vaaz vermeleri konusunda
onları eğitti. Onlara verdikleri vaazlerde pekişmeleri
için fırsatlar tanıdı. Ama aynı zamanda bu kişilerin
karakterlerine de baktı. İyi bir vaiz olmak ve her
teolojiyi bilmek mümkündür. Her ikisinde de iyi olunsa
da; kişi yeterli derecede karakter olgunluğuna erişmemiş
olabilir. Bu nedenle Calvin, bu genç vaizlerin gerçekten
iyi yetişmelerine, iyi bir teolojik eğitim almalarına ne
kadar önem verdi ise; aynı zamanda da onların Rab’leri
ile ilişkilerinde sağlam temellere dayalı olmasını
istedi.
Calvin ile öğrencileri
arasındaki ilişkileri o denli yakındı ki; bu kişiler
eğitimlerini tamamlayıp, ülkelerine dönüp aradan yıllar
geçmiş olsa da, mektuplar aracılığıyla ondan fikir sorar
ve onun tavsiyelerine ehemmiyet verirlerdi. Bazen
günümüzdeki misyon grupları kişileri çalışmaları gereken
yere gönderir ve orada bırakırlar. Fakat Calvin kendi
gönderdiği misyonerlerle sürekli ilişki içersinde
olunması gerektiğine inanıyordu.
1555 yılından, Calvin’in
yaşamının sonuna kadar Fransadaki misyonerlik
hareketlerinde çok büyük bir artma olmuştur. Oxford’taki
arkadaşım daha önce keşfedilmemiş çok çarpıcı
istatistikler ortaya çıkardı. 1555 yılında Fransa’da
birçok kilisenin kurulduğunu biliyoruz. 1559 yılına
gelindiğinde ise bu kiliselerin sayısı yaklaşık 100’ü
bulmuştu. 1562 yılına gelindiğinde bu kiliselerin sayısı
tam olarak 2150’ye varmıştı. Bu kiliseler Calvin ve
arkadaşları tarafından kurulmuştu. Şayet bu misyonerlik
değilse; nedir?
Ben 7 yılda bile tek bir mezhebin, bu kadar çok fazla
sayıda kilise kurduğunu görmedim. Fransa’da 1562 yılına
kadar yaklaşık 3 milyon kişi iman etmişti. Aslında
Fransa tüm bu istatistikler yüzünden, Protestan olmaya
çok yaklaşmıştı. Fransadaki bugünkü Protestanların
çoğunun atalarının Calvin’den kaynaklandığını biliyoruz.
Soru: Bizler Calvin’in yaptığı işlerin başını ve
sonunu gördük. Bir taraftan kişilerin sıkı bir şekilde
eğitildiğini, diğer taraftan da kilise ve inanlıların
sayısının 2150’ye vardığını öğrendik. Bu patlamayı
yaratan formül neydi?
Yanıt:
Teke tek öğretme ve yönlendirme.
Soru: Buradaki sayılar oldukça fazla geldi.
Cenevre’de Calvin’in yetiştirdiği kişilerin ülkelerine
dönerek, orada birkaç tane kilise başlatmaları ve bunun
etkisiyle de tekrar pastörler yetiştirilerek kiliseler
açmada, çoğalma metodu kullanılmış olabilir mi?
Yanıt:
Birazdan bir mektup okuyacağım. Bu mektuptan açıkca
böyle olduğunu daha net anlayabiliriz.
Soru: Günümüzde Kore
kilisesi gibi, Presbiteryen kiliseleri de çok büyüdüler.
Daha sonra da bir duraksama gösterdiler. Çünkü birçok
pastörler değişik yerlerde en iyi üniversite ve
diplomalar arar oldular. Calvin zamanında yetiştirdiği
pastörler bu eğitimi nasıl sağlıyorlardı?
Yanıt:
Calvin de normal bir üniversiteden mezundu. İlahiyat
çalışmalarını ise kendi kendine yaptı. Ve öğrettiği
kişiler de çok iyi öğrenerek, yaptıkları işi bir
başkasına diploma kaygısı olmaksızın götürdüler. Önemli
olan da buydu.
(Bir
başka önderin konuşması)
Koredeki misyonerlik
hakkında bazı kitaplar okuduğumda; şunlara rastladım:
Liderler resmi olarak yılda iki kez eğitim görüyorlardı.
Bu eğitimi de kilise kamplarında 2-3 hafta olarak
gerçekleştiriyorlar ve daha sonra tekrar geldikleri yere
gönderiliyorlardı. Burada vurgulamak istediğim şey, önce
bir İlahiyat Fakültesine gidip, diploma alarak mezun
olmak değil; hayat boyu süren bir öğrenim süreci içine
girmekti. Bu da kilisedeki insanları direkt olarak
etkilerdi. Calvin’in öğrencilerinin ülkelerine
döndüğünde mektupla da olsa, deha derin bir teolojik
yönlendiriş istemeleri, hayat boyu süren öğrenme
sürecinin ne kadar sağlıklı olduğunu göstermektedir.
Soru: Teolojinin
getirebileceği risklerden söz edebilir mi? Ör: Eğitim
bazen kilise içinde farkında olmadan standart yaratıyor.
Kutsal Kitap Söz’lerini bilgi olarak kullanmaya
başlayabiliyoruz. İyi bir eğitim görmüş kişi, bazen
kiliseye ayak uyduramıyor. Önemli olan kişiyi Kutsal
Kitap ışığında mı, yoksa insan olarak mı değerlendirmek?
Yanıt:
Diğer herşey gibi, teoloji de saptırılabilir ya da
yanlış kullanılabilir. Şeytan’ın bile bunu yaptığını
görebiliyoruz. Tabi ki Şeytan gerçek bir teolog değil.
Gerçek teoloji yaşam şeklinizi de etkiler. Söylemek
istediğim şu ki; gerçek teoloji ve yaşamınızda
verdiğiniz meyveler bir arada gitmelidir. Bazen yeni
iman kişilerin teoloji hakkında heyecenlanması çok
doğaldır. Ama bu kişiler olgunluk açısından fazla
gelişmiş değillerdir. Eğer gereğinden fazla meyve
yerseniz; hasta olabilirsiniz. Bu örnek belki iyi bir
örnek teşkil etmedi ama benim söylemek istediğim şey
şuydu: Bizler için herşeyin fazlası zarardır. Aşırı
yemek ya da meyve yemek de; bizlerin zararına olabilir.
Kiliseler arasında fikir ya da teolojik farklılıklar
olması, teolojinin kötü birşey olduğu manasını içermez.
Tam tersine fikir ayrılıkları olduğu gerçeği bizleri,
tekrar ve tekrar Kutsal Kitab’a yönlendirmelidir.
Aslında kiliseler arasındaki öğreti farklılıkları,
bulunduğunuz kilise içersindeki herkesin teolojik bilgi
açısından çok daha fazla derinleşmesine ve hızlı bir
şekilde büyümesine fırsat verebilir. Protestanların ta
başından beri söyledikleri şey şudur: “Bizler her zaman
Reform süreci içersindeyiz. Yenileniyoruz.” Yani hiçbir
zaman teolojiyi çok iyi bilemeyeceksiniz. Daha önce de
söylediğimiz gibi, teolojilerin farklı olması, kilisede
kardeşlerin bir araya gelerek bu konuları daha derinden
araştırarak; gerçek olan öğretiyi bulmalarında,
olgunlaşmalarında yarar sağlayacaktır. Zira teoloji
Tanrı’yı tanımaktan başka hiçbirşey değildir.
Misyona
geri dönelim:
Bazı insanlar Calvin’in 1555
yılından önce neden Müjdesel hareketlere başlamadığını
merak ederler. Bunun iki genel sebebi vardır:
1) Cenevre’de
birbirleriyle savaşan farklı Protestan kesimler vardı.
Bu savaş çoğunlukla teolojik açıdan değil, politik
açıdandı. Calvin’in o zamanlarda bu şehirde yetkisi ya
da kontrolü yoktu. Bazı kitaplarda Calvin’e “Cenevre’nin
Diktatörü” deniliyordu. Fakat bu açıkca çok yanlıştır.
Hatırlarsanız daha önce anlattığım Servitus konusunda
Calvin hakime giderek; cezasının hafifletilmesini
istemiş; ama hakim reddetmişti. Calvin her zaman
istediğini alamıyordu. Özetlemek gerekirse birinci
sebep, farklı Protestan gruplaşmalarının olmasıydı. 1555
yılından sonra bu gruplaşmaların bir nebze dinmesiyle
Calvin, Müjdesel hareketlere başladı.
2) Fransa
kralı ölmüştü ve bu kralın yerine geçebilmek için,
farklı kesimler savaşmaya başlamıştı. Fransız hükümeti
kendi arasında savaşmakla meşgulken; Calvin bunu fırsat
bilerek Fransa’ya çok sayıda misyoner gönderdi. (Bir
arkadaşım bu esnada Calvin’in 300 kadar misyoneri
Cenevre’den Fransa’ya gönderdiğini ortaya çıkarmıştır.)
Şimdi sizleri çok teşvik
edeceğini umduğum birşey söylemek istiyorum:
Fransa’da kurulan kiliseler
inanılmaz bir hızla büyüdü. Bu kiliseleri kuranlardan
biri, Calvin’e mektup yazarak; şöyle söylüyor: “Tanrı
öyle olağanüstü yollardan çalıştı ki; bizler artık
4000-5000 kişiye vaaz vermek zorundayız.”
Gerçekten de bunların
birçoğu çok büyük kiliselerdi. Başka bir mektup da
Montpellier’den geliyor. Şöyle yazıyordu: “Rab’bin
Müjde’sini duymak isteyen o kadar çok kişi var ki; artık
Pazar günleri toplam 5000-6000 kişiye vaaz vermek
zorunda kalıyoruz.”
Toulouse şehrinden bir kişi
Calvin’e mektbunda şöyle diyordu:
“Tanrı’ya hamdolsun ki, kilisemiz şu
anda 8000-9000 gibi büyük sayılara ulaşmıştır.”
Çoğu Fransızın Protestan
olmasına sinirlenen ve kaygılanan Fransa hükümeti,
Cenevre hükümetine bir protesto mektubu gönderdi.
Cenevre Şehir Komitesi de: “Ne misyoneri?” dedi.
Aslında Calvin’in Fransız
olması, onun Fransa’da neden bu kadar aktif olduğunu
açıklıyor. Fakat Cenevre’nin uluslararası bir şehir
olmasını kullanarak; Avrupadaki birçok farklı ülkelere
de misyonerler göndermişti. İtalya’ya, Hollanda’ya,
Macaristan’a, Polonya’ya, İngiltere ve İskoçya’ya da
kilise kurucuları ve misyonerler gönderdiğini biliyoruz.
Tüm bunlara baktığımızda; Calvin’in kilise kurma
konusunda çok geniş bir vizyona sahip olduğunu
farkedebiliyoruz. Ör: Calvin’in İngiltere kralı VI.
Edward’a yazdığı mektubunu okuduğumuzda, kralı
Protestanlığa teşvik ettiğini görebiliyoruz.
Tüm bunların ışığı altında
Calvin’in, İngiltere’de kilise kurulmasını teşvik etmek
ve desteklemek için kişisel bir çaba sarfettiğini
anlıyoruz. Bazı insanlar Calvin için: “O, sadece Avrupa
ile ilgilendi. Daha farklı yerlerdeki Müjdecilik
hareketleri ile ilgilenmedi.” Bu da gerçek değildir.
Aslında Calvin’in Brezilya’ya misyoner gönderdiğine dair
çok kesin kanıtlar elimizde bulunmaktadır. Bundan
bahsetmeden önce birşey söylemek istiyorum:
Tüm yazarların ve ilim
adamlarının bunu, daha önce bizlere söylemeyiş
sebeplerinden biri şudur: Calvin Fransa’ya bunca
misyoner gönderirken, durum o kadar tehlikeliydi ki; bu
kişilerin isimlerini hiçbir şekilde kağıda ya da yazıya
geçirmeye cüret bile etmedi. Zira onların
öldürülmesinden kaygılanıyordu. Bu yüzden kişileri
isimsiz olarak Fransa’ya gönderdi. Bir misyoner olmak, o
zamanlarda çok tehlikeliydi. Çünkü Katolik Fransasında
Protestan olmak, Kutsal Kitab’a aykırı ve yanlış olarak
gözüküyordu. Bu aykırılığın cezası da, ölüm olarak
belirlenmişti. Bu misyonerlerin çok iyi eğitim almış
olmaları gerçeğinin yanısıra, çok güçlü ve cesur kişiler
oldukları gerçeğini de söylememiz gerekir.
1555-1560 yılları arasında
Fransa’da Protestan nüfusu öyle çok arttı ki; baskı
görmeye başladılar. Bunlardan birçoğu çok ilginç
fikirler buldular: Aynı İngiliz Püritanları gibi,
Tanrı’ya tapınabilecekleri huzurlu bir yer bulabilmek
için; Fransız Protestanları, Amerika’da bir koloni
başlattılar. İşte bu Fransız Protestanlarından bazıları
Amerika ya da Güney Amerika’ya (Brezilya’ya denk düşen
yerde) Tanrı’ya huzurla tapınabilmek amacıyla göç
planladılar. Böylece Coligny adındaki bir Fransız
Protestan, Brezilya’ya bir koloni kurulması amacıyla
ortamı incelemek üzere bir grup kişiyi toparlayarak;
keşif için gönderdi. Günümüz Rio de Janerio’sunun
bulunduğu yerde bir koloni kurdular. Koloni kurulduktan
sonra Calvin’den, kendilerine yardım edebilecek
misyonerlere ihtiyaçları olduğunu bildirdiler. Bunun iki
amacı vardı.
a)
Fransız kolonisinin içinde bulunanlara pastör olmak
b)
Özel olarak Güney Amerikadaki yaşayan halkı Mesih’e
kazandırmak amacını güdüyordu.
Böylece Cenevre’den hem
pastör, hem de misyoner olmaları için iki kişi
seçildiler. (Pierre Ruchie, William Shartie) 1557
yılının Mart ayında Brezilya’ya gittiler. Aslında bu çok
mükemmel bir plandı. Fakat başarısız oldu. Çünkü seyahat
ettikleri gemi kaptanının, bir hain olduğu daha sonra
ortaya çıkmıştı. Kendisini Protestan gibi gösteren
kaptan, bir Katolikti. Gemi Rio De Generio’ya
vardığında; misyonerleri ve koloni içinde bulunanları
öldürmeleri için askerlerini kullandı. Gemide bulunan
iki misyoner de ormana kaçarak; kurtulmayı başardılar.
Burada insan yiyen bir kabileye sığındılar. (Şans eseri
o zaman bu kabile aç değildi!) Kabiledeki kişiler bu
misyonerlerin hayatta kalmalarına yardımcı oldular. Ve
bu misyonerler bir şekilde Fransa’ya geri döndüler.
Misyonerlerden bir tanesi o zamanlarda başlarından
geçenleri yazarak, bir kitapta topladı. Bu kabile ile
Müjde’yi nasıl paylaşmaya çalıştıklarını; fakat hiçbir
şekilde iletişim kuramadıklarını anlattı. Her ne kadar
bu çaba başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da; bizlere çok
açık olarak şunu göseteriyor: Calvin’in Müjdecilik
anlayışı sadece Avrupa ile kısıtlı değildi ve tüm
dünyaya yayılan bir çabaydı. Artık hiçkimse Calvin’in
kilise kurmakla alakası olmadığını söyleyemez.
Calvin
Neden Müjdeciliğe Girdi?
Bunca misyoneri eğiterek;
Avrupa ve hatta onun da ötesinde tüm dünyaya kilise
kurmak için misyoner göndermesindeki, bu kadar çaba
sarfetmesinin arkasındaki motive eden sebepler nelerdi?
Calvin’in Müjdecilik
hareketine bu denli zaman ayırmasının ve enerji
sarfetmesinin 3 sebebi olduğu söylenir:
I)
Tanrı’ya Yücelik vermek için:
Yazdığı bir mektupta
Müjdecilikteki ilk amacının ve isteğinin bu olduğunu
söylemektedir. Bizler elimizden gelen bütün çabayı
göstererek; Tanrı’nın yüceltilmesi için gayret
etmeliyiz. Öyle ki tüm dünya O’nun önünde toplansın.
II)
Kayıp olan kişiler için çok içten
hissettiği kaygı:
“Gerçek bir Hristiyan’ın
içinde her zaman, diğerlerini de Mesih’e çekme arzusu
olacaktır.” der. Calvin bir kişinin gerçek bir Hristiyan
olup da , diğer insanları Mesih’le tanıştırmamasını,
kafasında hayaline bile yer veremeyeceği bir şeydi.
III)
Müjdenin paylaşılması:
“Bu bir Hristiyan’ın
sorumluluğudur!” der. Bizler Mesih hakkında bilmemiz
gereken şeyleri, sadece kendimize saklamak için değil;
ama tüm bu gerçekleri Mesih’i tanımayan kişilerce de
bilinmesine çaba göstermeliyiz. “Tanrı’nın iyiliğini her
bir ulusa bildirmek bizim görevimizdir.” der.
Calvin’in yapmış olduğu bir
şeye dikkatinizi çekmek istiyorum:
Her zaman vaazlarından sonra
çok benzer bir dua eder ve sıkça şunu söylerdi: “Ve
Müjde, tüm dünyaya ulaşsın!”
Bu nedenle Calvin’in çok
güçlü bir Müjdecilik ilgisi vardı. Ben size şöyle bir
şey demek istiyorum:
Eğer gerçek bir Calvinist
iseniz; sadece iyi bir pastör, iyi bir teolog olmakla
kalmaz, aynı zamanda iyi bir de Müjdeci olursunuz. Çünkü
bu Calvin’in bizlere vermiş olduğu mirastır.
Calvin 1564 yılının Mayıs
ayında öldü. Rab’be olan bağlılığını ve aşkını
vurgulamak için, bir hikaye daha anlatmak istiyorum:
Calvin ölüm döşeğinde
yatarken, bir arkadaşı onu ziyarete gelir. Calvin’i bir
mektup yazarken bulur. Der ki:
Arkadaşı:
Lütfen gücünü harcama, çok hastasın!”
Calvin:
RAB beni almak için
geldiğinde, bomboş otururken görmesini ister miydin?
Calvin son nefesini
verinceye kadar, Rab için çalışmaya devam edecekti. O,
ölümünden sonra kabrine mezar taşı konulmasını istemedi.
Çünkü hiçkimsenin gelip, kendisini yüceltmesini arzu
etmedi. Bu yüzden de hiç kimse bugün bile, Calvin’in
nerede gömülü olduğunu bilmez. Bence bu onun, ne kadar
alçakgönüllü olduğunu göstermektedir. Calvin’in tüm
hayatı bizlere iyi bir teolog, iyi bir pastör, iyi bir
kilise kurucusunun ne denli alçakgönüllü olduğunu
göstermektedir.
Soru: Hristiyanlar
mezarlıklara gittiklerinde ölmüş yakınlarını
yüceltiyorlar mı?
Yanıt:
Katolikler mezarlara gittiklerinde adeta hacca gider
gibi, bu mezarlara dokunarak; ölmüş kişilerin bir mucize
yapacağına inanırlardı.
Soru: Batıda bunlar
yaşanırken, doğu kilisesinin durumu neydi?
Yanıt:
Doğu kilisesinin bunlardan hiçbir haberi ve ilişkisi
yoktu. 1600’li yılların başlarında çok ilginç birşey
oldu. İstanbul’da Kyrillos Loukaris patrikti. Calvin’in
yazılarını keşfetti. Onları okudu ve inandı. Ortodoks
kilisesini, Calvinizm’e yöneltmeye çalıştı. Aslında
yazmış olduğu İnanç Açıklaması, çok Calvinist’ti. Fakat
düşmanları onu öldürdü. Bu nedenle Ortodoks kilisesine
Calvinizm’i getirme çabaları başarısız kaldı. 16. yy.’da
Protestanlar ile mektuplaşan Ortodokslardan da, herhengi
bir sonuç çıkmadı. O yüzden bu kilise çok ilginç. Zira
bu kilise bence, Ortodoks patriği Kyrillos Loukaris’ın
ayak izlerinden giden bir kilise.
Soru: Daha önce
verdiğiniz kilise ile ilgili rakamlar, teker teker bir
Müjdecilik olayı mı, yoksa toplu anlamda bir iman etme
mi?
Yanıt:
Bazen bu paylaşımda piskoposlar iman ederdi. Kiliseye
gelen kişiler de piskoposlardan duyarak toplu halde
kilise olarak ve hatta bölge bölge de iman edişler
olurdu.
Soru: Daha önce
söylediğiniz, kiliselerin 7 yılda ulaştığı rakamların
tamamı Fransa’da mıydı? Yoksa tüm Avrupa’da mı?
Yanıt:
Hayır bu rakam sadece Fransadaydı. Diğer ülkelerde buna
nazaran daha az sayıdaydılar. Calvin’in ve Cenevre’ye
gelen sığınmacıların birçoğunun Fransız olması
nedeniyle, bu büyük patlama Fransa’da görüldü.
Soru: Calvin
zamanında dünyanın değişik yerlerinde kurulan bu
kiliselerde şimdiki durum nedir? Bugün hala Calvinist
düşünce devam ediyor mu?
Yanıt:
Fransadaki kurulan kiliseler,
büyümeye ve gelişmeye devam etti. Aslında Fransa’da o
kadar çok Protestan vardı ki; belirli bir dönemde ülkede
kral olarak bir Protestanı seçtiler. Fakat bu kral,
politik baskılardan dolayı Katolik olmak zorunda kaldı.
Bugün ise Fransa çok büyük oranda Katoliktir. Fransız
Protestanlar ise diğer ülkelere gittiler. İskoçya,
İsviçre, Macaristan gibi. (Ör: Macaristan’da hala Reform
kilisesi mevcut. Politik nedenlerden ötürü savaşlarla
çok kişi öldürüldüğü için; Katolikler tekrar etkin
oldular.)
Avrupa’da maalesef
Liberallik çökerken; Amerika’da Calvinizm tekrar
canlanmakta.
3. Ana Baptistler:
Batı Avrupa’da 4 ana grup
Hristiyan vardır:
1.
Roma
Katolikliği
2.
Luther ve
Lutheranlık
3.
Calvin ve
Reform Kilisesi
4.
Ana Baptistler
( Roma kilisesinden ayrıydılar)
Ana Baptistler genel anlamda
Lutherancı ve Reformculardan çok farklıydılar. Lutheran
ve Reformcular, önemli derecede yapılanmış mezheplerdi.
Ör: Pastörleri, dyakonları ve ihtiyarları ve buna benzer
görev yapıları vardı. Buna karşılık Ana Baptistler çok
daha az organize olmuşlardı. Bazı durumlarda ise hiç
yapılanmaları yoktu. Bunun sonuçları da çok talihsiz
oldu. Protestanlar, tarih sahnesine çıktıklarında; bir
konuyu özellikle, tekrar ve tekrar vurguladılar. “Bizler
kafamızdan yeni birşey uydurup; yaratmıyoruz.” dediler.
Bu kişilerin yazılarına baktığınızda göreceksiniz ki,
aslında öğrettikleri şeylerin hiçbiri yeni kavramlar
değildiler. Protestanlık, İngilizce’de kelime anlamı
itibariyle “Tekrar Yapılandırma” anlamına gelmektedir.
(Yeniden Yaratmak değil) Reformcular kendilerinin,
tekrar kilise tarihinin başında olan öğretilere geri
döndüklerini söylerler. Luther ve Calvin, Oratçağ
kilisesinin gerçek kiliseden koptuğunu, bu anlamda ona
benzemediğini söylemişlerdir. Augustin’in öğretilerinin
Ortaçağ kilisesi tarafından unutulduğunu, kenara
konulduğunu öne sürmektedirler.
Aslında çok temel bir
seviyede Protestanlar, Lutheranlar ve Calvin yandaşları
bütün bu öğretileri ortaya çıkardıklarını, eski
öğretilere geri döndüklerini iddia ederler. Lutheranlar
ve Calvinistler, Ana Baptistlere karşı olduklarını
açıkca sergiliyorlardı. Lutheran ve Calvinistler, Ana
Baptistlerin kökten bir değişim (İnkilapçı) yapan
kişiler olduklarına ve bu kişilerin, bazı şeyleri
yeniden yarattığına inanıyorlardı. Protestanların tüm
yazılarından anlaşılan şey; Katoliklerden
hoşlanmadıklarından daha fazla, Ana Baptistlerden
hoşlanmadıklarıdır. Aynı şey Katolikler için de
söylenebilir. Katolikler de Protestanlardan
hoşlanmadıklarından daha fazla, Ana Baptistlerden
hoşlanmamışlardır.
Dersimizin arka planındaki
soru şudur:
Protestanlar, Ana
Baptistlerin ilkeci (herşeyi yeniden yapıcı) kişiler
olduklarını neden düşündüler?
Luther, Katolik kilisesinden
ayrıldığında; izeyenleri de birlikte gitmiş, ayrıca
birçok farklı kişiler de Roma Katolik kilisesinin
yetkisi altından kurtulmak üzere kiliseyi terk
etmişlerdir. Luther, Roma Katolik kilisesinden kaçmak
isteyen herkesi kontrol altında tutamadı. Birçok farklı
ve garip insan, bu kiliseden ayrılmış ve ilginç bir
yapıda gruplaşmalar oluşturmuşlardı. Uzun bir süre, ilim
adamları Ana Baptistler hakkında çok az araştırmalar
yaptılar. Bazı kişiler Ana Baptistleri, Reformcuların
torunları olarak gösterdiler. Böylece aralarında negatif
bir ilişki kuruldu.
Son yıllarda ise bazı
kişiler, bu grupları daha da fazla incelemeye tabi
tuttular. Bunlardan bir tanesi Mennonite’lar. Ana
Baptistlerin liderlerinden biri olan Menno Simons
adındaki kişiden isimlerini almışlardır. Bugünkü
Mennonite’lar geçmişlerine ilişkin tarihi irdeleyerek;
bazı şeyler ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.
Bir başka grup daha Ana
Baptistleri araştırmaya koyulur. Marksist tarihçiler Ana
Baptistleri, çok ilginç bir inceleme konusu olarak
görmüşlerdir. Marksist tarihçiler, Ana Baptistlerin
arasındaki grup farklılıklarını incelemeye ilgi
duymuşlardı. Ana Baptistlere bakarken; karşılaştığımız
sorunlardan bir tanesi şudur: “Ana Baptist” kelimesinin
kullanılması, her zaman faydalı mıdır?
Ana Baptistler aslında iki
vaftize inanmıyorlardı. Bu kelimenin anlamı (Ana
Baptist) “İki kere vaftiz olmak” yani tekrardan vaftiz
olmak anlamını taşıyordu.
Günümüz Baptistleri ise; iki
vaftize değil, tek vaftize inandıklarını söylerler. Bu
da İsa Mesih’e iman etmiş olan yetişkinlerin
vaftizidir. Bu yüzden de çoğu Baptistler, kendilerinin
“Ana Baptist” kelimesiyle nitelenmelerinden
hoşlanmazlar.
Harvard Üniversitesinde
bulunan bir profesör, bu kişiler için başka bir kelime
buldu: Onlara Ana Baptist demek yerine; “Radikaller”
dedi. Tabi ki bu kelimeden de hoşlanmadılar. Ama yine de
bu kelime, onları tanımlayan bir kelime olarak
kalmıştır.
16. yy.’da Lutheran ve
Calvinistlere oranla düşünüş ve yaşayışlarında çok
“Radikal” olduklarını görebilirsiniz. Bu akım hakkında
konuşurken; karşılaştığımız problemlerden bir tanesi,
kendi aralarında çok büyük farklılıkların olduğudur. Ana
Baptislerin içindeki bazı kişilerin, gerçek Hristiyanlar
olduğu ve bazılarının da Hristiyan olmadıkları çok
açıktır. Bunlar Reformasyonu sadece, dinden kaçmak
amacıyle bir bahane ve yeni bir din yaratmak içinse
fırsat olarak görmüşlerdir.
Bu yüzden “Ana Baptist” ya
da “Radikal” kelimelerini kullandığımızda; birçok farklı
görüşleri kapsayan, oldukça geniş bir gruptan söz
etmekte olduğumuz anlaşılmalıdır.
Farklı nitelikteki kişileri
içeren bu grubu, daha iyi anlayabilmek için; ben ve
diğer arkadaşlarım, bunları birbirlerinden ayırdeden 3
farklı özellik ortaya koyduk. Bunları gruplandırmamızda
temel aldığımız nokta, kabul ettikleri en üst mercidir.
Ana
Baptist Grupları
Kabul Ettikleri En Üst Merci
1.
Grup
Kutsal Kitab’ın Kendisi
2.
Grup Kutsal
Ruh
3. Grup
ise İnsan
Mantığı
Bunlar çok genel manada
sınıflandırmalardır. İçlerinde bile alt sınıflara
ayrıldıklarını söylemiştim.
1.Grup: Bu
grubun, Radikaller içinde en büyük grup olduklarını
söylemek yanlış olmaz. Bunların çoğu birlikte sonsuz
hayatı yaşayacağımız gerçek Hristiyanlardan
oluşmaktadır. Fakat bu kişiler, Calvin ve Luther’in
Kutsal Kitap anlayışını kabul etmeyerek; fikir
ayrılığına düşmüşlerdir. Bunun sebebi ise; Calvin ve
Luther’in gereğinden fazla teoloji ile ilgilenmeleri,
ahlakla ilgilenmemeleridir. Ben açıkca bu kişilerin
Reformcuları yanlış anladıklarını düşünüyorum. Çünkü
Luther ve Calvin’in çalışmalarını okursanız; büyük
oranda ahlak üzerine de konuştuklarını göreceksiniz.
Calvin’in söylediği gibi, bir teolog olarak aklınızdaki
bilgiler yüreğinizi etkilemelidir. Bu etkileşim de sizin
daha fazla ahlaklı bir kişi olmanızı sağlamalıdır. Ana
Baptistlerin bu 1. Grubunu tanımlayan karakteristik
olarak diğerlerinden ayıran birkaç özellik vardır:
a)
İyi eğitimli değillerdi. Bu nedenle
de, tarihsel teolojiye pek ilgi duymuyorlardı.
b)
1. yy. kilisesine gidip; aynı kilise
yapısını, 16. yy.’a adapte etmek için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Ör: İçlerinden bazıları özel mülk edinmek
yerine, herşeye ortak olarak sahip olmak istediler.
Tapınmaları çok iyi düzenlenmemişti. Çoğu zaman çok
basit ve sadeydi.
c)
Çok pasifçilerdi. Kendilerini korumak
için bile silahlanmazlardı. Pasif direnişe geçerlerdi.
d)
Bu kişiler kilise ve devletin
ayrı olması gerektiğine inanıyorlardı. (Ki bu, en önemli
özelliklerindendir.) Ya devletle hiçbir ilişki olmaması
gerektiğini; ya da devletle çalışılmamamsı gerektiğini
savunuyorlardı.
e)
Sadece yetişkinlerin vaftiz olması
gerektiğini öne sürüyorlardı.
Hala bugün bile aralarında
öğretilerini ya da düşünüşlerini, bu ilk Radikallerden
alan gruplar bulunmaktadır. Amerika ve Almanya’da
Mennonite’lar vardır. Burada önemli olan (Özellikle
Amerika için geçerli) bir şey de; bugünün Ana
Baptistleri, kendi köklerinin Ana Baptistlerde olduğunu
görememeleridir. Arada bir kopukluk vardır. Günümüzde
çoğu Baptist kiliseleri, köklerini İngiliz Püritanlarda
görmekteler. Bu grup da Kutsal Kitab’ı en son
otoriteleri olarak kabul etmişlerdi. Fakat bunun için de
bazı problemler çıkmıştır. Kilise tarihi ya da teoloji
konusunda hiçbir bilginiz, isteğiniz yoksa; Kutsal
Kitab’ı çok yanlış yorumlayabilirsiniz. Ör: Bazı Ana
Baptistler Eski Antlaşma’ya bakarak; adamların
birçoğunun birden fazla eşe sahip olduklarını gördüler.
O zaman kendilerinin de birden fazla eşe sahip
olabileceklerini düşündüler. Yani her ne kadar bu grup,
Kutsal Kitab’ı son yetkileri olarak kabul etseler de;
hiçbir teolojik geçmişleri olmadığından, Kutsal Kitab’ın
öğretilerini çoğunlukla yanlış yorumladılar.
Bazen ben insanlara Kutsal
Kitab’ın çok tehlikeli bir kitap olduğunu söylerim.
Şayet Kutsal Kitab’ı çok köklü ve iyi oturtulmuş bir
teoloji çerçevesi içersinde inceleyip; anlamazsanız, çok
büyük hatalar yapabilirsiniz. Ve ben korkarım ki, bu Ana
Baptistlerden bazıları böylesi ciddi hatalar yaptılar.
Sizlere Kutsal Kitab’ın
otoritesine inanan fakat Kutsal Kitab’ı yanlış
yorumlayan Amerikadaki bir grubu örnek vermek
istiyorum:
Markos 16. bölümde, zehirli
yılanlardan bahseder. Bu grubun hiçbir teolojik eğitimi
ya da geçmişi olmadığından; iyi bir Hristiyan
olabilmenin yolunu, bu zehirli yılanların zehirini
içmekten geçtiğine inandılar. Bazıları öldüler.
Bu sebeple her kim Kutsal
Kitab’ı, üzerindeki son yetki olarak görse bile; doğru
yorumlamak çok önemlidir. Eğer iyi bir teolojiniz yoksa;
çok büyük yanlışlar yapabilirsiniz.
2.Grup:Bu
gruptaki Ana Baptistlerse yetki kaynağı olarak, Kutsal
Ruh’a inanırlardı. Bu gruptakilere “Ruhsal” denmesinin
sebebi; Kutsal Ruh’un, kendilerinin en son ve en direkt
otoriteleri olduğuna inanmalarındandı. Kutsal Kitab’ı
kabul ediyorlardı. Fakat daha da öte, Tanrı’nın kendi
zihinlerine konuştuğu çok özel bir esin yoluyla bu
otoriteyi sağladığına inanıyorlardı. Bu da onları
Hristiyanlığın çok mistik bir anlayışına sahip
olmalarına yol açtı. Sonuçta da, Tanrı tarafından
gönderildiklerine inanılan peygamberler ortaya çıkmaya
başladı.
Kısa bir hikaye anlatmak
istiyorum:
Hatırlarsanız Luther, prens
tarafından kaçırıldığında; Tanrı’nın kendilerine direkt
olarak konuştuğunu iddia eden bir grup insan ortaya
çıktı. Bu grup Wittenberg şehrine giderek; Tanrı’nın
kendilerine konuştuğunu, peygamber olduklarını, bu
nedenle de halkın kendilerini dinlemeleri gerektiğini
söylediler. Lutheranlar ise: “Bizim liderimiz siz
peygamberler değil; Luther’dir.” dediler. Luther
kendilerinin peygamber olduğunu söyleyen kişilerden bir
tanesinin Kutsal Ruh’u tüy ve kanatlarıyla beraber
yuttuğunu söyledi.
Başka bir grup daha vardı.
(Hutterite) Bu grubun düzenine göre; kimin kiminle
evleneceğine, ihtiyarlar karar verirdi. İhtiyarlar,
Tanrı’nın kendilerine direkt esin verdiğini söyleyerek;
insanları eşleştirirlerdi. Ancak bu grubun içersinde
meydana gelen çok daha ciddi sorunlar vardı. Bazı
kişiler bu ihtiyarların kılıçlarını ellerine alarak;
Tanrı’nın direkt olarak öldürmesini söylediği insanları
öldürmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Wittenberg’a
giderek, liderliği ele almak isteyen biri vardı. Thomas
Münzer. Bu kişi, 1525 yılında köylülerin ayaklanamsının
başını çeken kimseydi. Munser, köylere giderek;
Tanrı’nın kendisine direkt söylediğini, bu köydeki
liderleri silahlanarak savaşmaları için kışkırttı. Daha
sonra Munser ayaklanma başlatmak suçundan yakalanarak,
idam edilmişti. Bu grup hakkında ürkütücü olan şeylerden
biri de, bu kişilerin dışardaki insanları öldürmeleri
gerektiğini; Tanrı’nın bunu kendilerine direkt olarak
söylediğini iddia etmeleridir.
Bu grubun bir başka ilginç
olan yanı da şuydu: Kutsal Kitab’ın Ortodoks
öğretilerinden bazılarını reddetmek. Bazı durumlarda çok
eski ve yanlış olan öğretileri kendilerine aldılar.
Radikallerin içersinden sadece bir kişi, İsa Mesih’in
insan olarak doğduğuna inanıyordu. (Yani İsa’nın Sonsuz
Tanrı olmadığını savunuyordu.) Fakat İsa’nın itaatkar
bir kişi olduğunu ve bu itaatkarlığı sebebiyle Tanrı’nın
İsa’yı ikinci bir Tanrılık seviyesine yükselttiğini
iddia ediyordu.
İyi bir teolojiniz yoksa ya
da kilisenin verdiği teolojiyi iyi olarak
algılayamıyorsanız; bu gibi hatalara kolaylıkla
düşebilirsiniz. Bazıları bir insanın mükemmel bir hayat
yaşayabileceğini, kimileri ise herkesin cennete
gittiğini söylerlerdi. Mesih’e inanan ve inanmayan
herkes.
Şayet kilisenizin öğretisi
ile sağlam bir bağınız, iyi bir teolojiniz yoksa; sadece
Tanrı’nın mistik esinlemelerine dayanıyorsanız, Kutsal
Kitab’ı yorumlama konusunda çok büyük hatalar
yapabilirsiniz.
3.Grup:
Mantıkçılar demiştik. Sadece düşünceye dayananlardı. Bu
gruptakiler ne Kutsal Kitab’ı, ne de Tanrı’nın
esinlemelerini yetki olarak kabul etmişlerdi.
Kendilerinin güvendiği en yüce otorite, insan
mantığıydı. Ben şahsen bu grubun, bazı yönlerden en
radikal grup olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden gruptaki
kişiler birçok anlamda, modern dünyaya benziyor. Çünkü
günümüz dünyasındaki herkes, tüm inançları test ederek;
doktrinin kendi insan mantığına uyup-uymadığına bakıyor.
Bu gruptaki insanlar tarihteki Hristiyanlığın en ana
öğretilerinden bazılarını reddetmişlerdi. Çünkü tarihsel
Hristiyan öğretilerinin mantıksız olduğunu
düşünüyorlardı. Ör: “İsa Tanrı olamaz! Bir insan nasıl
Tanrı olabilir ki! Bu mantıklı değil.” dediler. Bunu
anlayamadıklarından; tamamen reddetiler.
Aynı zamanda “Özgün Günah”
dediğimiz Hristiyalığın tarihsel öğretisini de kabul
etmediler. “Bunca yıl önce Adem’in yaptığı bir şeyden,
ben nasıl suçlu olabilirim? Bu da mantıksız. Bu yüzden
reddediyoruz!” dediler. Tabi ki reddettikleri başka
doktrinler de vardı.
Ben şunu söylerken çok
dikkatli olmam gerektiğine inanıyorum, lakin bu grup
Hristiyan değilmiş gibi gözüküyor. İsa Mesih’in
Tanrı’lığını reddeden her ne grup olursa olsun, onlara
“Hristiyan” adı verilemez.
Bu gruplardan diğerleri,
Kutsal Kitab’ın farklı Kitaplarını mantıksız olduğu
gerekçesiyle reddettiler.
Tüm bu bahsettiğimiz Ana kol
Ana Baptisleri, Ruhsallar ve Mantıkçılar, hepsi; 2 ya da
3 noktada fikir birliğine varmışlardı:
a)
Bebek vaftizini reddedip; sadece
yetişkinlerin vaftiz edilmesi gerektiğine inanıyorlardı.
b)
Hem Lutheranları, hem de
Calvinistleri reddettiler.
c)
Kilise ve devletin ayrı olması
gerektiğine tavizsizce inandılar.
En son madde, Ana
Baptistleri diğer gruplardan ayıran en önemli
özelliktir. Protestanlar ise, kilise ile devletin
(Zwingli) bir arada olabileceği gerçeğine inanmışlardı.
Geniş bir spektruma yayılmış
bu inançların Ana Baptist adı altında toplandığını
umarım görebiliyorsunuz!
Soru: 2.Grupla
(Ruhsallarla) günümüz Modern Pentekostal Hareketçileri
arasında bir ilişki var mı?
Yanıt:
Kesinlikle bir ilişki görülmüyor gibi. Belki birkaç
paralellik olsa bile; tarihsel olarak, direkt bir bağ
göremiyorum. Modern Pentekostal Hareketin 20. yy.’ın
başlarında başladığını söyleyebilirim. Bu grup da Kutsal
Kitab’a çok değer veren kiliseler arasından çıkmıştır.
Bu kiliseler de Kutsal Kitab’ın tek ve en yüce yetki
olduğunu ileri sürerlerdi. Her ne kadar kişilerin,
Tanrı’nın bireylerle direkt olarak ilişkisi olduğu gibi
inançlarında paralellik olsa da; bence aralarında hiçbir
şekilde tarihsel bir bağ yoktur.
Soru: Bebek vaftizini
reddediş nedenlerini ve yetişikin vaftizini neden kabul
ettikleri hususunda birkaç şey söyleyebilirmisiniz?
Yanıt:
Hatırlarsanız, Ana Baptistlerin iyi bir teolojiye sahip
olmadığını söylemiştim. Bunun anlamı da Kutsal Kitab’a
yaklaşımlarının basit olmasındandır. Bu kişiler Yeni
Antlaşma’ya baktıklarında; bebek vaftizine ait hiçbir
örnek göremediklerinden, direkt olarak bebek vaftizi
yapmama kararı almışlardır. İyi teoloji bizlere, bu
sorunun cevabını şayet anlamak istiyorsak; Eski
Antlaşma’ya gitmemizi, diğer bir deyişle Protestanlar,
Kutsal Kitab’ın belirli bir bölümüne değil; tamamına
bakılması gerektiğini söylerler. Nasıl bir çocuğun
sünnet edilmesi, kişinin Tanrı’nın Antlaşma topluluğu
içine kabul edilmesi anlamını taşıdıysa; Yeni
Antlaşma’daki vaftiz de, Yeni Antlaşma kilisesindeki
İnanlılar grubundaki çocukların; bu Antlaşma topluluğuna
kabul edilişini simgelediğine inanırlar. Pavlus
Koloseliler 2. bölümde sünneti,
direkt olarak vaftizle ilişkilendirir.
Elç. İşl.
2:39 “Bu vaat size, çocuklarınıza ve uzakta olanların
hepsine, Tanrımız olan Rab’bin kendine çağıracağı
herkese yöneliktir.”
Petrus burada ilk
Hristiyanlara vaaz vermektedir. Çok açık olarak
Tanrı’ının vaadlerinin kimleri kapsadığını (Size ve
çocuklarınıza) söylemektedir. Bu sözler aslında hem çok
Antlaşma’cı; hem de Eski Antlaşma’daki düşünceye dayanan
sözlerdir. Antlaşma Teolojisi hakkında söylediğim şey,
aslında bu teolojinin bir aile teolojisi olduğudur. Yani
Tanrı her zaman değilse de, çoğu zaman aileler
aracılığıyla çalışır. Ör: İbrahim gibi.
Özetlemem gerekirse, Ana
Baptistler Kutsal Kitab’ı sadece belirli bir bakış
açısıyla incelemişlerdir. Oysa Protestanlar Kutsal
Kitab’ın bütününe bakmışlardır. Ki, bebek vaftizi
konusunu tam olarak anlamak için Kutsal Kitab’ın
tamamına bakmak şarttır.
Soru: Pentekostal ve
Karizmatik kiliseler, Anglikan mı Ana Baptist mi?
Yanıt:
Karizmatik akım 1904 yılında Los Angeles’ta başladı. Bu
öğreti korkarım ki, çok iyi eğitimli olmayan
Fransızların içinden çıktı. Çok yıllar bu akımı izleyen
fazla birileri olmadı. 1960’lı yıllarda, 2. Akım olarak
nitelendirilen ve Pentekostal Hareketle, Karizmatik
Hareketi birbirinden ayıran bir akım ortaya çıktı.
1960’ta ortaya çıkan bu Karizmatik Hareket, ana
mezheplerin içine sızmaya başladı. Amerikadaki ve
dünyadaki Anglikanların, Katoliklerin ve
Presbiteryenlerin içine karıştılar. Daha sonra da
1970’lerde ortaya çıkan 3. Akım denen grup ortaya çıktı.
Bu grup ise, hem Pentekostallardan, hem de
Karizmatiklerden daha iyi eğitimli ve daha güçlü
teolojik bilgiye sahip olan kişiler tarafından ortaya
çıkarıldı. Bugün bu akım Vineyard adı altında bildiğiniz
akımla, Fuller İlahiyet okuluyla ilişkilidir.
Özetlemek gerekirse,
Karizmatik akımda 3 aşama var olduğunu söyledik. Fakat
bunun yanında söyleyeceğim şey, bu kişilerin Rab’deki
kardeşlerimiz olduğunu bilmemiz gerekir. Aramızda bazı
farklılıklar olsa da, bunlar Mesih’teki kız ve erkek
kardeşler arasındaki farklılıklar gibidir.
Soru: Reform’un
doğmasına ne gibi sebeplerin yol açtığını gördük.
Karizmatik ve Pentekostal Hareketlerin neden doğduğunu
öğrenebilir miyiz? İnsanlar bir güç arayışına mı girmek
istedi ki, böyle bir akım doğdu?
Yanıt:
Ben bu akımın doğmasının güç arayışı nedeniyle olduğunu
sanmıyorum. Bence Pentekostal Hareketin başlamasında çok
büyük bir kesime yayılan farklı farklı sebepler var. Ana
mezheplerdeki kiliseler, çoğu zaman ölüydüler. İnsanlar
çoğunlukla Tanrı’yı hissetmek ve bu deneyimi yaşamak
istiyorlar. Bazen sizler de, bu gibi büyük bir deneyimi
yaşamayı içinizde duyuyorsanız; aşırıya kaçabilir ve
kontrolü yitirebilirsiniz. Ben her zaman Mesih’teki
kardeşlerimi eleştirici olmaktan korkarım! Gerçekten
açık konuşmam gerekirse; bu Hareketin yükselmesindeki
rolü olan kişilerin, çoğu zaman sıkı ve köklü bir
teolojik anlayışlarının ya da normal bir eğitimleri
olmaması beni kaygılandırır. Kısa bir hikaye anlatmak
isterim:
Orlando’da biri vardı. Bu
kişiyi her zaman TV’de görebilirdiniz. Bu adam Tanrı’dan
direkt esin aldığını öne sürüyordu. Ben bu kişinin
herhangi bir teolojik eğitimi olduğunu zannetmiyorum.
Bir keresinde TV’ye çıkıp, Üçlü Birlikte 9 kişinin
olduğunu öne sürmüştü. Yani iyi bir teolojiyle, köklü
bir kilise tarihi bilgisinin yanısıra, kilisenin çok
canlı ve dolu bir tapınışa ihtiyacı vardır. Eğer
insanlar tapınamada bu isteği, bu ateşi ve bu arzuyu
göremezlerse; bulmak için başka yerlere gideceklerdir.
Ne Ana Baptistlerin
kendileri, ne de Protestanlar Ana Baptistleri,
Protestan olarak görmüşlerdir. Bunu iyice anlayınız.
Soru: Calvin’in yazılarında Ruhsal Armağanlarla
ilgili birşey var mı?
Yanıt:
Calvin peygamberlik, v.s. armağanları, ciddi konular
olarak düşünmedi ve inanmadı. Hakkında ciddi şeyler
yazmayı da hiçbir zaman düşünmedi. Aslında
Reformculardan, Ruhsal Armağanlarla ilgili hiçbir öğreti
duyamazsınız. Yani laf arasında bu konuyla ilgili birkaç
şey söylenilse de; tarihsel olarak kesin oturmuş bir
öğreti ya da yapılanma yoktur.
Soru:
..........Anlaşılamadı..........
Yanıt:
Karizmatik Hareket sanki tüm mezheplerin üzerine çıkmış
bir durumda gibi. Amerikadaki kiliselerin çoğunda adeta
ölü bir vaziyet olduğundan; insanlar biraz heyecen
arıyor ve Tanrı’yı hissetmek istiyorlar. Eğer bu
heyecanın, bu Tanrı deneyiminin ardından Kutsal Kitab’a
ya da herhangi bir teolojik temele dayanmaksızın
gidilirse; sadece hisler arzu edildiğinden, sonuç böyle
olacaktır.
Soru: Kilise tarihine
baktığımızda, birçok bölünmeler ve ayrılıklar görüyoruz.
Bu bölünmeleri ve ayrılıkları, Kutsal Ruh’un işleyişinin
ışığında nasıl değerlendirirsiniz?
Yanıt:
Tek bir kelime...GÜNAH...Keşke Hristiyan olduğumuzda,
günahla mücadele etmek zorunda olmasaydık. Ama böyle
yapmak zorundayız. Her ne mezhebe mensup olursak olalım;
(Ana Baptist, Karizmatik ya da Presbiteryen) günah
yüzünden yanlış yollara sapabiliriz. Ve kendi başımıza
bırakıldığımızda; içimizdeki günah bizleri mutlaka
yanlışa yönlendirecektir. Yeni iman ettiğimde, bu
ayrılıklar beni çok üzüyor ve teşviğimi kırıyordu.
Birçok Hristiyan, kilise tarihi boyunca birbirleri ile
çelişiyordu. Bugünkü ben, bu ayrılıkları Kutsal Kitab’a
tekrar geri dönüp çalışma ve doğruyu daha iyi anlama
fırsatı olarak değerlendiriyorum.
Soru: Herkesin Kutsal
Kitap hakkındaki görüşlerinin kağıda yazılması ve farklı
konulardaki bu görüşlerin birleştirilerek bir yorum
kitabı olarak ortaya çıkarılması hususunda birşeyler
söyleyebilir misiniz?
Yanıt:
Ben de kızımdan Kutsal Kitap hakkında kendi yorumlarını
anlatan bir kitap yazmasını isteyeceğim. Bu çok
önemlidir. Zira Kutsal Kitab’ı okuyarak, gördüklerinizi
yazıya geçirme çok önemli bir olaydır. Fakat kişiler
bunu tek başına değil, topluluk içersinde yapmalıdır.
Herkes Kutsal Kitab’ı dikkatli bir şekilde okuyup, kendi
düşüncelerini yazıya geçirerek pastörlerle tartışmak çok
önemlidir. Bu, Kutsal Kitap ve iyi teoloji
öğrenebilmenin en ala yoludur.
Soru: Bu elimizdeki
kitap İncil çalışmak için güzel bir kaynak mı? Ya da
İncil çalışmak için hangi kaynaklar iyidir?
Yanıt:
Bu kitap İncil çalışmak için iyidir. Çünkü sayfaların
altlarında çok önemli notlar var. Ama sadece tercüme
açısından soruyorsanız; akademik ve teknik olarak en
doğru tercüme edilen İncil New American Standart’dır.
Soru: Hangi Katolik
kilise uygulamaları olmasaydı; Protestan görüşü
doğmayabilirdi?
Yanıt:
Tabi ki birkaç sebep var. Bunlardan bir tanesi Aklanma.
Bir kimse Tanrı ile nasıl doğru bir ilişki içersine
girebilir? Katolikler aklanmanın iyi işlerle Tanrı’nın
lütfunun birleşmesi sonucunda kurtuluşa erişildiğini,
Protestanlarsa bunun kesinlikle böyle olmadığını
savundular.
İkinci neden de papanın
yetkisi idi. Protestanlar papanın tüm Hristiyanlık
üzerinde yetkisi olmadığını söylediler. Tam yetkinin
papa değil, Tanrı Söz’ü olduğunu belirttiler.
Üçüncüsü ise, Araf
konusuydu. Protestanlar ise bunun Kutsal Kitap’ta
olmadığını söylediler.
Dördüncüsü Rab’bin Sofrası
ile ilgiliydi. Protestanlar bu Sofra’da hiçbir mucize
olmadığını vurguladılar. Mesih’in kişisel olarak orada
olmadığını, sadece Ruhsal bir varlık olarak orada
bulunduğunu söylediler.
Soru: Katolik ve Ortodokslarda, ölülerin ruhunun
kurtuluşu için dua edildiğini biliyoruz. Acaba Araf’ın
öyküsünün çıkış noktası bu olabilir mi?
Yanıt:
Bu dikkatinizi çeken nokta, iyi bir husus. Aslında
Apokrif yazılarda bir tek ayet var ki, bu ayette ölümden
sonra bir orta dünya olması konusundadır.
(Cennetle-Cehennem ortasında) Belki uzaktan ya da
dolaylı olarak ima eden bir ayet olabilir. Kesinlikle
direkt olarak böyle birşeyin var olduğunu söylemiyor.
Soru:
Methodistlerin kim olduğundan biraz bahsedebilir
misiniz?
Yanıt:
Methodistler Anglikan kilisesinden çıkmışlardır. John
Wesley de bir Anglikan rahibiydi. Wesley, hiçbir zaman
Anglikan kilisesinden ayrılmadı. Wesley aslında Anglikan
kilisesinin içinde olması gerektiğini düşündüğü bir akım
başlatmıştı. Fakat ölümünden kısa bir süre sonra, ayrı
bir kilise olarak buradan çıktı ve kendisini farklı bir
akım olarak ortaya koydu. Bunun hakkında çok ilginç
olduğunu düşündüğüm birşey daha söylemek isterim:
Methodistlik Hareketini
başlatan kişi büyük olasılıkla Wesley’in kendisi değil;
George Whitefield’di. Aslında Methodistlik Hareketini
başlatan Whitefield’in vaaz vermesiydi. Daha sonra
başlamış olan bu hareketin içine Wesley girerek;
bırakıldığı yerden devam ettirdi. Çok ilginç bir şey de
George Whitefield, bir Calvinistti. Ama Wesley bir
Calvinist değildi.
Soru: Reform
Hareketlerinin başlaması için, Rönesansın başlaması mı
gerekiyordu?
Yanıt:
Rönesanstan önce pek Reformasyon olması düşünülemezdi.
Rönesans, Reformculara; Kutsal Kitab’ı anlamaları için
lingustik (dil ile ilgili) araçları vermişti. (Orjinal
dilleri öğrenebilmeleri açısından)
Sorunun devamı: O zaman şunu diyebilir miyiz?:
“Rönesans da Tanrı’nın bir sağlayışıdır.”
Yanıt:
Elbette. Tanrı’nın Reformasyon yolunu açmak için
yaptıkları konusunda saatlerce konuşabiliriz. Çok ilginç
bir hikaye.
Soru: Günümüzde
Reform İlahiyatını kabul eden, Ana İnanç Bildirgesi kaç
tanedir? Varsa, bu İnanç Bildirgeleri arasındaki farklar
nelerdir
Yanıt:
Açık söylemek gerekirse, birkaç tane var. Bunlardan bir
tanesi 2. İsviçre Açıklamasıdır. Heinrich Bullinger
tarafından yazılmıştır. Bence bu çok harika bir
açıklamadır.
Günümüzde kullanılan bir
başka Açıklama da Heidelberg Açıklamasıdır. Bu
açıklamanın özelliği çok pastörel bir açıdan yaklaşması
ve sıcak bir yaklaşım sunmasıdır.
Ayrıca Belçika Açıklaması,
İskoçya Açıklaması da vardır.
Şunun da belirtmeliyim ki
aslında Anglikan Açıklaması (39 madde) çok Reformist bir
Açıklamadır. Ve bu Açıklama, Anglikan kilisesi
içersindeki çok Reform olan kişiler tarafından ortaya
çıkarılmıştır.
Soru: Rönesans ile
ilgili prensiplerden birkaç örnek daha verebilir
misiniz?
Yanıt:
Rönesansın getirdiği çok önemli prensiplerden bir tanesi
de; Başlangıca dönüştü. Bunlar 16. yy.’daki eğitimi
tekrar yenilemenin, sadece eski mantığa (Aristo, Plato
ve Sokrates gibi ) geri dönmek koşuluyla olabileceğini
savunuyorlardı. Fakat Reformasyon Hareketinde ise, bu
kişilerin bile daha öncesine giderek; (Augustin gibi) o
zamanın düşünürlerinden alınan mantıklarla kiliseyi
uyandırmak vardı. Rönesansta ise buna karşılık eğitimi
uyandırma hareketi söz konusuydu.
Erasmus, Rönesansın içinden
gelen bir Katolikti. Buna rağmen halkın Kusal Kitab’ı
kendi dilinde okuması gerektiğini savunuyordu. Bu
nedenle Luther, bu düşünceyi Erasmus’dan almış olabilir.
(Bir başka konuşmacının
Sözleri)
Aslında tüm bu kişilerin
(Calvin, Zwingli, v.b.) yaptığı çalışmalarla beraber;
Rönesansla birlikte baskı makinasının icat edilmesi, o
zamanki düşüncelerin dünyaya yayılmasında çok büyük
boyutlarda katkısı olmuştur. Adeta bugünkü internete
bağlanmak gibiydi.
Konuşmacının Sözleri:
Tanrı bazen de teknolojiyi
kullanarak; gereken ortamı hazırlıyor.
Soru: Katoliklerin,
Ortodoksların Kutsal Kitap bölüm sayıları farklı.
(66-69) Bunu kimler, nasıl ve neye göre
belirlemişlerdir?
Yanıt:
Katolik İncil’i farklıdır. İçinde Apokrif denilen bir ek
bulunur. Bu mektuplar ya da yazıtlar, Yeni Antlaşma’dan
önce gelen şeylerdi. Katolikler bunları Kitab’a dahil
etmeye karar verdiler. Fakat Protestanlar, bunun Tanrı
yetkisini tanımadığını düşünerek reddettiler. (Belki
İ.Ö. 3-4. yy.’da) Yani Jerome, Latince olan Kutsal
Kitab’ı böylece çevirmiş ve bu hep standart olarak böyle
kalmıştır.
Soru: Reform
Hareketlerini 15. yy.’a endeksledik gibi geliyor bana.
Bundan daha evvel Katolik görüşe karşı hiçbir kıpırdanma
olmadı mı?
Yanıt:
Evet, Luther’den önce de Reformasyon çabaları ve
denemeleri vardı. Fakat başarılı olamamışlardı. Ör:
Çekoslavakyalı John Hus. Bu kişinin kafasındaki teoloji,
Protestanlığa çok yakındı. Bu kişi Luther’den 100 yıl
önce yaşamıştı. Aynı zamanda da kralın desteğine
sahipti. Katolikler bu kişiyi tutuklayıp, yaktılar.
Aslında kişiler bu iş için uğraş verirken, kiliseler de
bu kişilerle böyle uğraşmışlardı.
Soru: Protestan
camiası Kutsal Kitap’tan 66 kitap olarak bahseder. Ama
orjinal metinlerde, Samuel, Krallar ve Tarihler
kitabının, tek kitap olduğunu görüyoruz. Biz bunu ne
zaman iki ayrı bölüm yaparak, 66 bölüm olarak okumaya
başlamışız?
Yanıt:
Bunun cevabını gerçekten bilmiyorum!
Ana Baptistlerin konusuna
tekrar geri dönelim. Hatırlarsanız, hepimizin
cevaplaması gereken çok önemli bir soru olduğunu
söylemiştim:
Neden Reform Hareketindeki
kişiler, Ana Baptistleri kökten yenilik getiren bir grup
olarak gördüler? Reformcular, neden Ana Baptistlerden,
Katoliklerden hoşlanmadıklarından daha fazla
hoşlanmadılar?
İşte benim de varmaya
çalıştığım nokta bu..... Hatırlayacaksınız, birçok
farklı Ana Baptistler vardı. Bunlardan bir tanesi,
Kutsal Kitab’ın tek yetki olduğunu söyleyen Ana kol Ana
Baptistlerdi. Her ne kadar Kutsal Kitab’ı yanlış anlamış
olsalar da; yine de onların en önemli otoritesi Kutsal
Kitap’tı. Yine tekrarlıyorum.., bu kişiler bizlerin
Rab’deki kardeşlerimizdir. Aynı zamanda Ruhsallardan
bahsetmiştik. Bu grubun da, Tanrı’dan özel esin
aldıklarını ileri sürdüklerini ve bu özel esinin de
onların tek yetki otoritesi olduğunu anlatmıştık. Bazı
durumlarda bu inanışlar onları çok talihsiz inanışlara
götürdü. Üçüncü grubun da düşünceye odaklananlar
olduğunu belirtmiştik. Onların en son yetki olarak kabul
ettikleri ise; insan mantığıydı. Bu son grup, aslında
Mesih’ten en uzak olan gruptur. İsa Mesih’in Tanrılığı
dahil olmak üzere; en önemli bazı tarihi Hristiyanlık
doktrinleri reddetmişlerdir.
Bu nedenle Ana Baptistler
ana başlığı altında, gerçekten de çok farklı gruplar
bulunmaktadır.
Şimdi Ana Baptistliğin
nerede başladığı sorusunu yöneltmek istiyorum:
21 Ocak 1525’te, saat
16:36’da başladı. Bu zaman hakkında çok da emin değilim
ama zannederim bu olay Zürih’te öğleden sonra Conrad
Grebel’ın, George Blaurock adındaki bir kişiyi vaftiz
etmesiyle başlar. Bu da Reformasyon döneminin ilk
yetişkin vaftiziydi. Bu olay Zürih şehrini çok
karıştırdı. Aslında bu olayın olması, Zwingli’nin 2-3
yıl önce öğretmiş olduğu şeye dolaylı yoldan geri
dönülmesiydi. Adeta bir saygı gösterimiydi.
Hatırlarsanız Zwingli insanlara, bütün gelenekleri
bırakıp, Kutsal Kitab’a geri dönerek, kaynağına
bakmalarını söylüyordu. Conrad Grebel adındaki bu kişi,
Yeni Antlaşma’da bebeklerin vaftizine dair hiçbir örnek
göremiyordu. Zwingli’nin de yaptığı gibi bu kişi de,
Kutsal Kitab’ın tamamına bakmakta başarısız olmuştu. Bu
olaylar bizlerin, günümüzde Ana Baptist Olayları olarak
bildiği akımın gelişiminde çok büyük rol oynamıştır.
Fakat bu yanlızca teolojik bir soru ya da sadece Kutsal
Kitab’ı araştırma problemi değildi. Vaftiz olayına
ilişkilendirilmiş, çok önemli bir politik hüküm olayı
vardı. Hatırlarsanız, Protestanlıkla devletin çok
yakından ilişkili olduğunu söylemiştik. Bir çocuk
Zürih’te vaftiz olduğunda; bu sadece kişinin kiliseye
girişini simgelemezdi. Aynı zamanda vaftiz olmak, o
bölge için kişinin vatandaşlığa girmesiydi. Bu anlamda
kilise ile devlet arasında hiçbir ayrım yoktu.
Tüm bunların ışığı altında
Conrad Grebel adındaki kişi, yetişkin bir insanı vaftiz
edip; üstüne üstlük de bebek vaftizini reddedince, onun
bu tutumu devlete karşı işlenmiş bir suç olarak kabul
edildi. Bebek vaftizini reddetmek; İsviçre
vatandaşlığını reddetmekle aynı kefeye konulduğundan; bu
davranış hükümete karşı suç sayılırdı. İhanetin cezası
ölümdü.
Bence bu olaylar o günlerde
ortamın ne kadar karmaşık olduğunu bizlere açıklıyor.
Bugünse bizler hiçkimseyi, vaftiz konusunda fikirleri
değişik diye öldürmezdik. Çünkü onlar bizlerin
Mesih’teki kardeşlerimizdir. Fakat 16. yy.’da herşey çok
daha farklı işliyordu. Çünkü politika gereğinden fazla,
bu vaftiz konusu ile iç içeydi. Conrad Grebel aynı
zamanda Zwingli’nin arkadaşıydı. Bu ikisi arasında eğer
Grebel bu vaftizi gerçekleştirirse, sonuçların neler
olacağı konusunda çok yoğun konuşmalar geçmişti. Grebel
bu vaftizi gerçekleştirdikten sonra, şehri terketmesi
için 8 gün süre verildi. Grebel şehirden ayrılmaya karar
verdi. 2 yıl sonra Grebel’ın yetişkin vaftizini yaparken
kullanmış olduğu evin sahibi, bebek vaftizini
reddetmekten ölüme mahkum edildi. Aslında bu, zıtlık
içersinde olan bir ölümdü. Sapkın öğreti yayan kişilere
yapıldığı üzre yakılarak öldürülmek yerine bu kişi; son
vaftiz olarak nehirde boğulmuştu. Ana Baptistlere karşı
olanlar sadece Protestanlar değil; Katolikler de onlara
karşıydı. Kral V. Charles tüm Almanya’da bebek vaftizini
reddetmeyi ya da vaftiz olmuş bir kişiyi ikinci kez
vaftiz etmeyi, devlete karşı suç işlemek olarak
uygulamaya soktu. Bu nedenle de Protestanlar ve
Katolikler, katı bir şekilde bu konuyla
ilgileniyorlardı. Kayıtlara göre, bu öğretinin
başlamasından itibaren, yüz yıl içersinde Katolikler ve
Protestanlar bu yüzden 5000 kişiyi öldürmüşler.
Buradan da anlaşılacağı gibi
Katolikler ve Protestanlar, Ana Baptistleri hem fanatik,
hem de kökten değişimci olarak görmüşlerdi. Bir kişinin
kendi öz vatandaşlığını reddetmesinin, dünyada karmaşaya
yol açacağına inandıklarından; bu kişilere fanatik
denmişti. Yine de Protestanlar kendilerine karşı
köylüleri ayaklandıran kişinin bir Ana Baptist olduğunu
ve binlerce Protestan’ın öldüğünü asla unutmuyorlardı.
Bu yüzden Ana Baptistlerin her şeye karşı çıkmalarından
korkuyorlardı. Her ne kadar Ana Baptistler, gözü dönmüş
çılgın kişiler olmasa bile; aralarında bazı ilginç
kişiler de bulunmaktaydı.
Sizlere bu garip kişiler
olan Ana Baptistlerle ilgili bir hikaye anlatmak
istiyorum:
Bunlardan bir kişi İşaya’da
verilen peygamberlik sözlerini okur. Bu bölümde İşaya,
Tanrı’yı tahta otururken görür. İşaya bu görümden sonra,
kendisi hakkındaki gerçeğin farkına varır ve şöyle der:
“Vay bana! Ben dudakları kirli bir adamım!”
Hatırlarsanız bu görümden sonra melekler gelerek ateşle
İşaya’nın dudaklarına dokunarak: “Bundan sonra senin
dudakların temizdir.” der. Ana Baptistlerden birinin
aklına çok zekice bir fikir hasıl olur. Ve İşaya’nın
yaptığı aynı şeyi yapmak ister. Kor durumda olan bir
kömürü alarak; kendi dudaklarına bastırır. Bunu
yaparken, sokaklarda dolaşarak: “Vay halime! Ben
dudakları kirli bir adamım!” diye bağırır. Ama dudakları
o denli şişmiştir ki; konuşamaz bile.
Bu nedenle size daha önce de
söylediğim gibi, iyi bir teolojiye sahip olmadan Kutsal
Kitab’ı araştırıp; anlamaya çalışırsanız, sonuçta bunun
gibi çok ilginç ve üzücü şeyler olabilir. Bu ve bunun
gibi birçok hikaye Protestan ve Katolik çevresinde bir
hayli yayıldı. Böylece de Ana Baptistlerin adı fanatiğe
çıktı.
Şimdi sizlere Ana
Baptistlerin tüm Avrupa’da çılgın ve gözü dönmüş kişiler
olarak tanınmasına sebep olan, Almanya’da geçen üzücü
bir hikaye daha anlatmak istiyorum:
1532 yılında bu şehir,
kendisini büyük karmaşaların içinde buldu. Yerel
piskopos ile, şehir komitesi arasında büyük bir
anlaşmazlık ve ayrım vardı. Tarımdaki ekinler ürün
vermemişti. Kara bela bu şehire gelmişti. Çok insan
ölmüştü. 1532 yılında halk arasında büyük bir
huzursuzluk ve karmaşa vardı. Böylesine zayıf temelleri
olan bir topluluğa, Lutheran bir kişi geldi. Bu kişinin
adı Bernt Rothman’dı. Şehirdeki insanlara Protestan
müjdesini vaaz etmeye başladı. Şehir komitesi bir süre
sonra tüm şehrin Lutheran olması gerektiğine karar
verdi. Daha sonraki iki yıl için herşey iyi gitmişti. Bu
iki yılın sonunda Bernt Rothman, Hollandalı olan İan
Matthys adındaki bir kişinin yazdığı bir kitabı okur.
Hollandalı yazarın teolojik hiçbir bilgisi yoktur.
Aslında o bir fırıncıdır. Fakat o, Tanrı’nın kendisine
direkt olarak konuştuğunu ve şöyle dediğini ileri sürer:
“İsa Mesih gelinceye dek tüm dünyayı temizlemen gerek!”
Bu temizleme işinden kast edilen şeyin, eline bir kılıç
alarak vaftiz olmayan kadın, erkek ve çocukları öldürmek
olduğunu ileri sürer. “Dünyayı tüm imansızlardan ayır ve
Mesih’in gelişine dek saf bir hale sok!” Sözde Tanrı’nın
kendisine verdiği esin sözü buymuş. İan Matthys
kitabının Bernt Rothman tarafından okunduğunu duyar ve
Almanya’ya yolculuk eder. Rothman tüm şehri ele geçirir
ve herşeyi alt-üst eder. Bu şehrin tüm politik
kontrolünü ele alır. Der ki: “Burası artık Münster şehri
değil; yeni Kudüs’tür. Bizler de buradan başlayarak; İsa
Mesih’in gelişine dek, tüm dünyayı temizleyeceğiz.”
Bu sırada şehirdeki
Protestanlar, olabildiğince çabuk şehirden uzaklaşmaya
çalıştılar. Bernt Rothman vaftiz olmuş tüm yetişkinleri,
tekrar vaftiz etti. Rothman yeni Kudüs’ü yaratırken;
şehir surlarına baktığında görmüş olduğu erkekleri
askere benzetir. Bu adamın yaptıklarından dolayı endişe
duyan Katoliklerin bir ordu kurduğu daha sonra
anlaşılır. Bu askerlerin şehrin etrafını sardığını gören
Matthys, bunun terör olabileceğine karar verir. Tüm
kitaplar toplanarak, yakılır. Münster şehrinin kominist
bir şehir olmasını ister. Hiçkimsenin özel bir şeye
sahip olmamalıdır. Kişilerin sahip olduğu şeyler bir
araya getirilerek; Matthys’e devredilir. Ör: Münster
şehrinde olan bir demirci kullandığı aletleri vermeye
razı olmaz. Matthys bunu duyduğunda, adamın çalıştığı
yere giderek; bıçağını çıkarıp, adamı öldürür. Bu sırada
da şehir surlarının ötesindeki Katolik ordusu giderek
büyür. Matthys Tanrı’dan başka bir görüm alır. Bu
görümde Tanrı Matthys’e, Eski Antlaşmadaki Gideon’un
yeni bir versiyonu olduğunu söyler. Nasıl Eski
Antlaşma’da Gideon 300 kişilik küçük bir ordu ile, büyük
orduyu yendi ise, Matthys’e de Tanrı’dan aldığı görüme
göre sözde yanına bir grup insan toplayarak; surların
arkasındaki Katoliklere saldırmasını söyler. Elindeki
bir avuç insanla saldıran Matthys, tüm gruptaki
kişilerle birlikte ölür. Bundan sonra Münster şehrindeki
herşey daha da kötüleşir. Matthys’in arkadaşı olan John,
Leiden şehrinden gelir. John bir teolog değil,
Hollandalı bir terzidir. Kendi liderinin öldüğünü
duyduğunda, tüm giysilerini yırtar ve çırılçıplak
sokaklarda dolaşır. Herkese Mesih’in gelişinin çok yakın
olduğunu bağırır. Daha sonra 3 günlük bir transa girer.
Bu esnada Tanrı’dan şöyle bir görüm alır: Mesih şimdiden
yeni Kudüs’e gelmiştir. Yeni Mesih kendisidir. Bu adam
Mesih olduğunu düşünerek; kendisine “Evrensel Doğruluk
Kralı” adını takar. Bu şehirdeki kişilerden kesinlikle
itaat ister.
Kendisine itaat etmeyen
kişileri öldürdüğünü biliyoruz. Şehir surlarının
ardındaki ordunun bir gecede iki kat arttığını fark
eder. Protestanlar ordularını Katoliklerle
birleştirerek, Münster şehrini çepeçevre sarar. Aslında
bu şehrin etrafında ekonomik bir barikat kurulmuştur.
Tüm şehirde açlık ve kıtlık vardır. Etrafta insanların
birbirlerini yemeye başladıklarına dair hikayeler bile
anlatılır. Bu kuşatma 6 ay boyunca sürer.
Açlığa dayanamayan birkaç
asker gizlice kaçarak, Katolik ve Protestanların
oluşturduğu orduya katılırlar. Bu askerler şehirdeki
savunmaya açık olan heryeri orduya aktarırlar. 1535
yılının Haziran ayında, hem Katoliklerin ve hem de
Protestanların birleşmiş kuvvetleri, Münster şehrine
saldırarak; kral John’u yakalarlar. Bu kişiyi bir kafese
kapatarak, tüm Avrupa’da dolaştırıp; şöyle derler: “İşte
bir Ana Baptist buna benzer.” Daha sonra da işkence ile
öldürülür. Ölümü çok ilginç olur. Ne kadar işkence
görürse görsün, yine de ses çıkarmaz. Adeta transa
geçmiştir ve hiçbir acı ve duyumsaması yoktur. Ölü
bedeni bir kafese konularak; kilise kulesine asılır.
Vahşice gözükmesine rağmen, amaçları kökten değişimci
olan bu Ana Baptis’tin neye benzediğini herkese
göstermektir. Tüm Avrupa’da bebek vaftizini reddeden her
kişi artık, Matthys ya da John gibi fanatik kişlilerle
eş tutulur.
Yaşanan bu olayın, tüm
Avrupa’da psikolojik etkileri çok büyüktü. Bu olaylardan
sonra onların önünde iki örnek vardı. İlk örnek
köylülerin Alman hükümetine baş kaldırısı, ikinci
örnekse; bu son olaydı. Biraz daha olumlu bir noktayla
bitirmek istiyorum:
Ana Baptistlerin tümünün bu
şekilde çılgın olmadıklarını biliyoruz. Ama bütün Avrupa
böyle algılıyordu. Bu her Ana Baptist böyle değildi.
Birçoğu, diğerlerine oranla çok daha ılımlılardı. 1527
yılında yazılan İnanç Açıklamalarından (Schleitheim
İnanç Açıklaması) bunların tümünü okuyabilirsiniz. Bu
Açıklama Michael Schlatter tarafından yazılmıştı. Bu
kişi Conrad Grebel ile Zürih’ten ayrılanlar arasındaydı.
Schlatter, birkaç ılımlı Ana Baptistle birlikte;
kendilerinin neye inandıklarını yazmaya karar verir.
Schlatter bu açıklamada, iyi bir Ana Baptistin inanması
gereken ya da inandığını söylediği; 7 maddeyi ileri
sürer.
1.Madde:
Bebek vaftizinin reddi ve sadece yetişkinlerin vaftiz
edilebileceğine yönelik olan maddeydi. Bu maddede
belirtilen en ilginç nokta ise, Roma Katoliklerinin en
büyük günahının bebek vaftizi yapıyor olmalarını
söylemesiydi. Neden bir kilisenin en büyük günahının
bebek vaftizi olduğu söylensin ki?...Çünkü vaftiz,
kilise ile devleti birleştiren bağ idi.
2.Madde:
Belirtildiğine göre bizler tamamen saf bir kiliseye
inanıyoruz. Bu kilise içersinde ahlaki açıdan bozuk bir
kişi varsa; bu kişi hemen kiliseden uzaklaştırılmalıdır.
Bu kişi kati olarak kilisenin saf olması gerektiğini
söyledi. Schlatter’e göre kilise, inanlı olmayan
arkadaşınızı çağırabileceğiniz bir yer değildi. Fakat
Katoliklerin ve Protestanların inancına göre ise
kilisede, hem buğday; hem de diken olmalıydı. Gerçi
Protestanlar da kilisenin saf bir yer olması gerektiğini
anlıyorlardı, ama yine de inanlı olmayan kişilerin de
kiliseye gelerek Söz’ü dinleyebileceklerini
savunuyorlardı.
Birkaç maddeye daha değinmek
istiyorum:
Bir diğer maddeye göre ise,
Ana Baptistlerin kendilerini her türlü kötülükten
ayırmaları gerektiği hususuydu. Bunun anlamı, devletle
hiçbir ilişkilerinin olmayacağı ve devlete hizmet
etmeyecekleriydi. Özellikle altını çizdiği şey şuydu:
Hristiyanlar silahlanarak devletin altında, devlet için
savaşmamalıydı.
Sonuncu olarak Schlatter’in üzerinde durduğu madde; asla
sadakat yemini edemeyeceğinizdi. Kendi ulusunuza hiçbir
şekilde sadakat yemini edemezdiniz.
Schlatter’in ileri sürmüş
olduğu tüm bu maddelerde, dolaylı ya da alenen söylenen
düşünce şuydu: Kilise ve devletin ayrı olması
gerektiği... İşte Ana Baptistlerin tam olarak bu İnancı,
(Kilise ve devletin ayrı olması gerektiğine dair olan
düşünce) Protestanlar ve Katoliklerce, onların hain
olabilecekleri hususunda düşündürdü ve korkmalarına
sebep oldu. Bu nedenle böylesine dostça ve ılımlı
gözüken İnanç Açıklaması bile, diğerlerinin gözünde
ürkünç ve korkunç bir İnanç Açıklamasıydı. Protestan ve
Katoliklerin bu Açıklamadan ne kadar korktuklarını
gösterebilmek için bir olay anlatmak istiyorum:
Schlatter, Roma Katolikleri
tarafından tutuklandı. Kısa bir mahkemeden sonra sapık
öğreti yaymaktan değil; vatana ihanet etmekten suçlu
bulundu. İlk önce onu idam etmek için dışarı çıkardılar.
Ama ölümünü uzattılar. Hain olduğu için önce dilini
kestiler. Çünkü vatana ihanet etmesini sağlayan ve
yanlış öğretiyi yaymasına neden olan, bu dildi. Maşaları
ateşe koyarak kor haline gelinceye dek ısıttılar. Daha
sonra bunlarla bedeninden parçalar kopardılar. Bu esnada
Schlatter hala yaşıyordu. Ve bu işkenceden ölmeden, çok
az bir süre önce de yakmaya başladılar.
İşte bu hikaye,
Protestanların ve Katoliklerin, Ana Baptistler hakkında
neler hissettiklerini çok iyi anlatıyor. Dersin en
başındaki sizlere verdiğim soru şuydu: Neden
Protestanlar, Ana Baptistlere karşı bu denli düşmanca
tavır içindeler? Çünkü Protestanlar Ana Baptistleri,
sadece sapık öğretişe inananlar olarak değil; aynı
zamanda vatan haini olarak görüyorlardı. Bunun sebebi
de, kilisenin ve devletin ayrı olması gerektiğine
inanmalarıydı. Bu hikaye oldukça üzücü ama gerçek bir
hikayedir.
Soru: Genel olarak
Baptistlerle, Ana Baptistler arasında herhangi bir ortak
inanç ya da farklılıklar var mı?
Yanıt:
Günümüzdeki ya da geçmişteki Baptistler, Ana
Baptistlerden çok farklıdırlar. Her ne kadar vaftiz
konusunda fikir birliğinde olsalar da; aynı şey değildi.
Ör: Roma Katolikleri, İsa Mesih’in Tanrı’lığına
inanırlar. Protestanlar da öyle. Ama her ikisi aynı şey
değil, öyle değil mi? Genel anlamda günümüz Baptistleri,
16. yy.’dan kaynaklanmıyorlar. Bunlar, İngilteredeki
Protestan ve Anglikan kiliselerinden gelmektedirler. 17.
yy. Püritanları da, bebek vaftizi konusunu inceliyorlar
ve sonunda yetişkinlerin vaftiz edilmesi konusunda karar
alıyorlar. Tarihsel anlamda konuşursak Ana Baptistlerin,
Protestan olmadığını söyleyebilirim. Ama Baptistler,
Protestandırlar.
Soru: Ana
Baptistlerin kilise yapısı hakkında biraz bilgi
verebilir misiniz?
Yanıt:
Aslında pek fazla kilise yönetimi diye birşey yoktu. Çok
basit ve sade bir anlamdaydı. Belki de yaptıkları tek
şey, Söz’ü vaaz etmekti. Ana Baptistlerin kiliseleri
çoğu zaman ev kiliseleri gibiydi. Her bir kilise de
birbirinden çok farklıydı. Hatırlarsanız Ana Baptist
hareketi, tek bir hareketlilik değildi. Bu hareketin
içersinde birçok farklılık vardı.
Soru: Katliamların
yapıldığı zamanlarda, yapan kişiler gerçekten inanlı
kişiler miydi? Ellerinde Kutsal Kitap bulunuyor muydu?
Zira Kutsal Kitap bizlere adam öldürmememiz gerektiğini
söyler.
Yanıt:
İlk olarak Kutsal Kitap’ta, ölümle cezalandırılacak bazı
şeyler olduğunun vurgulandığını görebiliyoruz. Bununla
ilgili cezaları, Eski Antlaşma’da görebiliriz. Bundan
daha da önemlisi, 16. yy. dünyası, çok farklı bir
dünyaydı. Sapık öğreti suçu çok ciddiye alınıyordu.
Unutmayın ki, ilk kilisede binlerce Hristiyan, imanları
uğrunda can vermişlerdi. Ör: İsa Mesih’in Tanrı olduğunu
reddeden bir kişi ortaya çıktığında, bu hatanın sadece
ölümle düzeltilebileceğine inanıyorlardı. Bizler bugün
çok farklı bir dünyada yaşıyoruz. Hatırlatmak isterim
ki, günümüz Hristiyanarı farklı görüşteki bir kişinin
öldürülmesi konusunda asla aynı görüşte değildir. Böyle
bir şey, kesinlikle düşünülemez. Şahsen ben, Ana
Baptistleri öldüren Katolik ve Protestanların, yanlış
şeyler yaptıklarını düşünüyorum. Yaptıklarını
savunmuyor, sadece gelişen olayları sizlere aktarmaya
çalışıyorum.
Soru: Bütün bu
kişilerin öldürülmeleri ile ilgili şöyle bir şey
işitmiştim: Sapık öğreti yaymak, ruhsal anlamda cinayet
sayıldığından; öldürülmeleri gerektiğini
düşünmüşlerdi. Bu doğru olabilir mi?
Yanıt:
Bilemeyeceğim. O yy.’da Hristiyanlık, imparatorluğa
girdiğinde ve imparatorluğu kontrolü altına aldığında;
hem toplumsal, hem de dinsel kuralları onlar
belirlediler. Kilise ile devlet arasında o kadar yakın
bir ilişki kuruldu ki; kilisenin kararları, devletin
kararları anlamına geliyordu.
Soru: Günümüzde
İngiltere ve İrlanda’da artık devlet ve kilise
ayrıldığına göre, hala neden Protestan ve Katolikler
arasında fikir savaşı var? Bunun nedeni eskiye mi yoksa
siyasi bir nedene mi dayanıyor?
Yanıt:
Nedeni, dini etkiler olsa da; önemli ölçüde politik bir
problemdir. Ben bunun Reformasyon dönemlerine kadar
uzandığına inanmıyorum. Çok daha günümüze yakın
zamanlarda olan bir şey.
Soru: Biz
Presbiteryenlerin çocuk vaftizi konusuna dair görüşümüze
yıllardır sadece büyük vaftizinin geçerli olduğuna dair
delil olarak; 3. yy.’daki Saint John vaftizini örnek
getiriyorlar. Siz ne diyorsunuz?
Yanıt:
Bu konu hakkında anlaşılması gereken 3 şey var:
a)
Bu kilise 1. yy.’dan değil, 6.
yy.’dan kaynaklanmaktadır.
b)
Yani bu vaftiz havuzu herkes için
kullanılan bir havuz değildi. Rahip olan ya da
manastırda bir hayata başlamak üzere olan kişilerin
(Yetişkinlerin) kullandığı bir havuzdu. Vaftiz olmadan
önce bu kişiler oruç tutar ve beyaz giysiler giyerlerdi.
Kısacası bu, Hristiyan olduğunda kişilerce kullanılan
kullanılmaz, sadece insanların manastır hayatına
girmeden önce vaftiz edildiği bir havuzdu.
c)
O havuzun etrafındaki küçük su
kurnalarının olması vaftizin yanlızca batırarak değil;
serpme yoluyla da yapılabilinirliğini gösterir.
Bu yüzden oradaki havuz ilk
zamanlardaki kilisenin, kişileri batırarak vaftiz
ettiğini kanıtlamıyor. Aslında bizler ilk kilisede
birçok farklı görüşün olduğunu (Serpme, batırma v.b.) ve
bu kilisede çocukların da vaftiz edildiğini de
biliyoruz. |