www.incilTurK.com

 
 
 

 
 

 

 
 
 
 

 

Bir Tanrı Adamı'nın Gezi Notlarından


 

Köpüklü Bir Ayran İçebilirdim!
Kenneth Richard Cetton


İllallah! Tam Karadeniz’deki Samsun kentinden kimse fark etmeden ayrılabileceğimi düşünürken yine tutuklandım. Türkiye’nin her yerinde yolculuk ettiğim zamanlarda telefon rehberleri toplamıştım; amacım, arkadaşlarımın ve benim, kişilere ücretsiz Kutsal Kitap mektuplaşma kursu teklifi göndermek için bu adresleri kullanabilmemizdi. Ama yine de bir sorunum vardı ve kendime bu konuda tam olarak yardım edemiyordum. Bu sorun bir dükkan hırsızının bağımlılığına sahip olmaya benziyordu – ama bunun tam aksi idi. Ben, eşyaları almak yerine, vermek gibi, içten gelen, yenilmesi güç bir duygu ile böyle davranıyordum – Müjde broşürleri veriyordum.1 O sabah, kaldığım ucuz otelden ayrılırken, bu otelin mal sahibi olan bir Müslüman’a da bu broşürlerden birini vermiştim.


Mevcut olan otellerin en ucuzunda kaldığımı söylediğim zaman, bu konuda abartma yapmıyorum. Bu günlerde, pislik bulaşır korkusu ile çarşaflar ve battaniyeler yeni değiştirilmiş olsalar dahi onları kullanmayan pek çok yolcu var. Orta Doğu’daki indirimli fiyatlı otellerde bir gece önce o çarşafların üstünde kimlerin uyuduğuna hiç önem verilmeden, çarşafların değiştirilmesi gerekli olsa da olmasa da, çarşaflar haftada bir kez değiştirilirdi. (Ben, bir yastık kılıfı yapmak üzere kullanmak amacı ile yanımda her zaman fazladan bir tişört taşımayı alışkanlık haline getirmiştim.) Başka birçok yerde, bir otel sahibi böyle ahırdan farksız bir yer işlettiği için tutuklanabilir. Türkiye’de ise, tutuklanan kişi ben oldum – zavallı kaybolmuş bir cana yaşam kurtaran tek bir Müjde broşürü verdiğim için tutuklandım. Bu hareket, 1964 yılındaki Türkiye’de yasa dışı bir hareket değildi. Ama sıradan bir Türk, bunu bilmiyordu ve hatta polis bile genellikle bundan haberdar değildi. Otel sahibi polis çağırdı.

LOKANTA
Türkiye’de hapse girdiğiniz zaman, genellikle kendi yiyeceğinizi kendiniz ya da akrabalarınız aracılığı ile sağlamaktan sorumlusunuzdur. Eğer öksüz biri iseniz ya da akrabalarınız yok ise o zaman orada bir ömür boyu hapis cezası çekmek istemeyeceksinizdir. Büyük olasılıkla polisin benim kaçacağıma dair bir endişesi yoktu; o gün daha sonra polislerden biri kendi akşam yemeğimin siparişini verebilmem için beni bir lokantaya götürdü.

Pek çok Türk lokantasında olduğu gibi, burada da, cam arkasında, yemek listesindeki dudaklarımı şapırtatmama neden olan bazı yiyeceklerin sergilendiği bir bölüm vardı. Lokantanın girişindeki bu bölümden ayrılamadım. Şişlere geçirilmiş dönen şiş kebaplar gözlerimin önünde idi ve ağzımı sulandırıyorlardı. Ortaya yayılan koku, hayal kırıklığına uğratıyordu. İpnotizma ile uyutulmuş gibi ayakta durdum ve yığın halinde dönen etten damlayan sulara gözlerimi dikmiş, öylece kalakaldım. Etin yakınında bir yerde, bal ile tatlandırılmış ince tabakalar halinde baklava parçaları vardı. Bu görüntü nedeni ile kabaran iştahım, benimkine benzeyen şiddetli arzularını tatmin etmek için doğum hakkını takas eden Esav’ın duygularını bana çok iyi anlattı. Türklerin her yıl, bir “Şeker Bayram”ları vardır; bu bayramda sınırsız miktarda şeker ve tatlı ile dostlarını bol bol ziyaret ederler. O bayramda her zaman tüm Türk dostlarımı mutlaka ziyaret ederdim.
Yine de, eve dönerken kendime Türk halkına yardım etme arzumun, orta halli, öz verili kişiler tarafından ödendiğini hatırlatarak, bu konudaki dalgınlığımı üzerimden sıyırıp atardım. Böylece, kendimi hiç bir zaman aşırı harcamalar yapmak konusunda özgür hissetmedim. (Bir kez Londra’daki bir tatlıcı dükkanında bir şeker satın aldıktan sonra aylarca suçluluk duygudan kurtulamamıştım.)
Lokantada masaya oturduk ve yemek listesini çabucak gözden geçirirken, dikkatimi listedeki en ucuz yiyecek olan biber dolma – içi doldurulmuş yeşil biber – çekti. Bu yemekten nefret ederdim. (Bir kez içinden ölü bir sinek çıkmıştı.) Ama yine de bu ucuz yemeğin siparişini verdim ve yanında fiyatı çok düşük (bir buçuk sent) küçük bir bardak çok demli Türk çayı söyledim ve her zaman olduğu gibi, bu geç saatte bir tost kadar kuru olan bir dilim ekmek istedim.
Türk polis de yanıma oturdu ve ben yerken sohbet ettik. Onun bir tatlı (bana yardım eden kişilerin güçlük ile kazandıkları paradan daha fazla fiyatı olan!) yemem konusundaki nazik tavsiyesini kulak ardı ederek çok düşük fiyatlı hesabımı ödemek için ayağa kalktım. Ben ayağa kalkarken beni hayrete düşüren bir şey oldu; dost tavırlı polis bir yandan başını sallarken bir yandan da beni durdurmak için elini bir trafik polisi gibi havaya kaldırdı. Bu davranışın Türkiye’deki anlamı, kesin bir “Hayır!” yanıtıdır. Polis sonra önüme geçti ve hesabımı benim yerime o ödedi. Sarsılarak durdum; zihnim dalgalı bir denizin üstündeki küçük bir tekne gibi sallanıyordu. Ben yemek listesindeki en ucuz yemeğin siparişini vermiştim ve hesabımı yerel polis şubesi mi ödüyordu? Bu düşünce zihnimi felce uğrattı. Yemeklerin sergilendiği cam arkasındaki bölmeye gözlerimi dikip düşünmeye başladım, yani, üzeri et soslu pilav ve sebzeler ile süslenmiş olan şiş kebaptan yiyebilir miydim?

Halen şişlerin üzerinde dönmekte olan ve çok ayartıcı görünen ete baktım ve onun davet edici kokusunu içime çektim. Kendimi tekrar yemek tezgahının başında gördüm, kısa bir süre bekledim ve büyük bir inanamazlık ile öylece kaldım. Tekrar düşünceye daldım, yani tatlı olarak o çok sevdiğim bal ile tatlandırılmış baklavadan yiyebilir miydim? Gözlerim tekrar cam arkasındaki diğer bölmeye takıldı. Sonunda, tezgahın üzerindeki boş çay bardağıma baktım, kendimi çok kötü hissederek şöyle düşündüm: Bol köpüklü soğuk bir Ayran içebilecekken niçin bir çayla yetindim?!


NATAN VE DAVUT
Heyecanlı bir can olduğum için kötü durumum bana Kral Davut’un yaşamındaki bir olayı hatırlattı. Kral Davut da İkinci Samuel’de2 kaydedilmiş olduğu gibi, Tanrı’nın peygamberi Natan tarafından bir anlamda “tutuklanmıştı”. Peygamber, Davut’u, Uriya’yı öldürme ve Davut’un Uriya’nın karısı Bat-Şeva ile zina ilişkisine dair yaptığı kötülükler için sert bir şekilde azarladı. Natan, Tanrı’nın Davut için yapmış olduğu her şeyi bir bir sıraladı ve bunlara onu kral olarak meshettiğini ve onu baş düşmanı Saul’ün elinden kurtardığını hatırlattı.

Ve bilinmeyen bilgileri ışığa getirdi. Rab adına konuşan Natan şunları söyledi: “Bu az gelse idi, sana daha neler neler verirdim!” 3 (Vurgu eklenmiştir.) Davut’un bu sözlerin etkisi ile hayrete düşmüş olması gerekirdi diye düşündüm, aynı benim o akşam gittiğim o Türk lokantasında çok daha fazlasına karşılıksız olarak sahip olabileceğimin farkına vardığım zaman yaşamış olduğum şok gibi.

Tanrısal Kağıt Oyunu

Tanrı’nın, Davut’a daha da fazlasını verme isteği ile ilgili potansiyeline dair yaptığı açıklama, bana arkadaşlarımın bir başka çift ile Cumartesi geceleri 4 oynadıkları bir kağıt oyununu hatırlatır. Her çift diğer çifte karşı oynardı, ama yine de hiç bir oyuncu diğer üç oyuncunun ellerindeki kağıtları tam olarak bilmezdi. Ama yine de oyuncu, eşinin oynadığı kağıtları izleyerek o kişinin elindeki kağıtlar konusunda ipucu elde edebilir ve bir ekip olarak puan kazanmak için bilgisi olabilirdi. Sıkıntı, her el sona erdiğinde, kaybeden çift birbirlerinin hatalı oyunları konusunda tartıştıkları zaman ortaya çıkardı. Kağıtlara baktıkları zaman, babam sık sık annemi azarlayarak şu tür sözler söylerdi: “Ben vale oynadığım zaman, senin bende yürek kız olduğunu bilmen gerekirdi.” Annem de ona bıkkınlık ile şöyle karşılık verirdi:”Ben senin kalplerden kurtulmaya çalıştığını ve karoları oynayacağını düşünmüştüm!”

Aynı şekilde Natan Davut ile karşılaştığı zaman, oyun sona ermişti. Tanrı, elini açıklayarak kağıtlarını göstermekte idi. Tanrı, şaşırtıcı bir şekilde Davut’un şimdiye kadar hiç düşünmediği biçimde cömert idi. Davut ziyadesi ile bereketlenmiş iken, Tanrı ona daha da fazlasına sahip olabileceğini söylüyordu – yalnızca eğer Davut kağıtlarını doğru oynasa ve sorsaydı.
Gerçekten de Tanrı’dan istediğimiz şeyler hiç bir zaman gereğinden fazla olamaz, çünkü öncelikle biz hiç bir zaman yeterince istemiyoruz. Tanrı’nın çocuklarına vereceği bereketler hiç bir zaman tükenmez. Dünyadaki en zengin insanlardan milyarlar isteyebilirsiniz; trilyonlar isteyemezsiniz. Ama Tanrı’nın hesaplanması mümkün olmayan ruhsal hazinelerini hiç bir zaman iflas ettiremezsiniz. Ancak yine de, Tanrı’nın sahip olmamızı istemediği şeyler vardır. Ama buna rağmen, Tanrı’da, her zaman, bizim O’nun istekli olmaktan daha fazlasını arzu eden elinden elde etmemizi beklediği bol bir armağan ve lütuf hazinesi mevcut olacaktır. İsa’nın kendisinin de söylemiş olduğu gibi, “İsteyin, verilecektir, dileyin, alacaksınız…”5 Bizim sorunumuz şudur: Göğün pencerelerini açması için O’na yalvarmak ve O’ndan ısrarla istemek için duada uzun zaman geçirmeyiz. Tanrı, bu gevşek tutumumuz nedeni ile bizi Yakup aracılığı ile azarlar ve “Sahip olamıyorsunuz, çünkü istemiyorsunuz”6 der.

Hayal Edilebilecek Olandan Çok Daha Fazlası
Her ne kadar inanılmaz gibi görünse de 1899 yılında Amerikan Patent Bürosu Müdürü, keşfedilebilecek olan her şeyin daha önceden keşfedilmiş olduğunu bildirmiştir.7 Son yıllarda o kadar çok yeni patent beyan edilmişti ki, yeni olan hiç bir şey hayal edilemezdi. O dönemden sonra ortaya çıkacak olan diğer keşiflerin – hatta bu keşiflerin bazıları insanları aya gönderecekti - çokluğunu bir kenara bırakacak olursak, o yıllarda radyo, televizyon ve bilgisayarlar daha akla bile gelmemişti. Farz edilen bu öngörü eksikliği, ruhsal düşünen ve Pavlus’un Efesliler’e yazdığının daha da çoğunun takdir edilmesi gerektiğine inanan çoğumuzun tarzını göstermektedir: “Dilediğimiz ya da düşündüğümüz her şeyden çok daha fazlasını yapabilecek Olan’a…”8 Biz Tanrı’ya, sanki O, el ile itilerek sürülen bir arabada yetersiz erzağı olan bir gezici satıcıymış gibi geliriz. Oysa Tanrı, alış veriş edilecek sınırsız hazineleri olan bir mağazaya sahiptir. Aslında bizim bulutlar ile örtülmüş görüşümüzün çok ötesinde, istenecek ve sahip olunacak şeylerin çok daha fazlası bulunmaktadır. “Şaşırtan Lütuf”un yazarı John Newton, bir başka ilahisinin ikinci kıtasında bu konu ile ilgili şu
harika sözleri yazar:

Sen bir Kral’a geliyorsun,
Yanında büyük ricalar getirerek gel;
Çünkü O’nun lütfu ve gücü öylesine büyüktür ki,
Hiç kimse O’nda yeterince çok isteyemez.9

Hepimizin hayal gücümüzün sınırlarının dahi dışına çıkarak istememiz gerekir; Tanrı, kaplarımızı taşıracak kadar çok doldurmak ister ve bunun gerçekleşmesi için bizim iman aracılığı ile ruhsal aktiflikten ilerde olmamız gerekir. Evrenin Tanrısına yaklaştığımız için, bizlerin ciddi bir şekilde, gayretle ve ısrarla dua ederek ve hatta oruç tutarak O’nun sınırsız hazinelerine sahip olmayı istememiz gerekir. Mesih’e yücelik getirecek ve kendinize büyük doyum sağlayacak ne istersiniz? O’nun vaat ettiği özel dayanıklı lütuflar ya da ruhsal armağanlar? Asaf, bir Mezmur’da şu beyanda bulunur: “Benim için en iyisi sana yakın olmaktır, Tanrım.”10 Tanrının yalnızca bir kişinin kazanabileceği parlak ödüller veren sabit bir eğlence oyunu düzenlediğini mi düşünürüz? Kutsal Ruh, her birimizin adım atıp öne çıkmasını ve Tanrının ödüllerini ve armağanlarını talep etmemizi bekliyor. “Oyunu oynarken” Tanrının tarzına göre oynamamız ve Yakup’ta okuduğumuz “Doğru kişinin yalvarışı çok güçlü ve etkilidir” ayetini anlamamız gerekir.11 (Vurgu eklenmiştir.) Kutsal yaşam, sizden nefret edenlere sevgi göstermek ve yüreğin saflığı – bunlar Tanrının gözünde çok değerlidir.

Kağıtlar Açıldığında

On dokuzuncu yüzyılın sonlarında yaşayan müjdeci D.L.Moody şöyle demişti: “Eğer cennette gözyaşı var ise, o zaman bu gözyaşları, Tanrı benim yaşamım için olan planını benim sürdüğüm yaşam ile yan yana koyarak açıkladığı zaman, döküleceklerdir. Ben bazen, karmaşık duygular içinde, bu yaşamın sonunda ve sonsuz yaşamın başlangıcında, Tanrının, kağıtlarını nihayet görmem için açacağı o an geldiğinde neler göreceğimi gözümün önüne getiririm. O zaman Tanrının bu yaşam oyununda benim ile partnerim olarak oynadığı açıkça görülecek. Ben o zaman, O’nun hem hayal edilebilir hem de hayallerin çok üstünde olan beni muktedir kılan lütuflarının ve armağanlarının çok daha büyük bir bolluğundan keyif alabilirmişim diyecek ve bu lütuf ve armağanların tam olarak farkına varacağım. O ise yüzüne bakmamı isteyecek ve bana dikkatle bakacak ve sevgiyle, benim uzanmış elime dokunarak şunu soracak: “Ken, oyun kağıdını neden oynamadın?” Sonra şu sözleri ekleyecek: “Oyunumuzu kazanmak için gerekli olan koz kağıdının benim elimde olduğunu bilmen gerekirdi.”
Ve bana gelince? Ben ne yapacağım? Yemek listesindeki en ucuz yemeği sipariş ettikten ve Türk polis bu yemeğin hesabını ödedikten sonra hissettiğim gibi, yani bir budala gibi hissedecek ve sessiz kalacağım. Biber dolması yerine et soslu pilav ve sebzeler ile süslenmiş olan o şiş kebabı yiyebilirdim. Tatlı olarak o ayartıcı baklavadan yiyebilirdim (lütfen insülinden söz etmeyin)! Hatta buz gibi nefis bir soğuk ayranda12 içebilirdim ama bir bardak çay’a razı oldum.
Ve hepimiz Mesih, bize karşılıksız olarak vermek için çivi delikli ellerinde tuttuğu her şeyi gösterdiği ve sonra, “Bu az gelse idi, sana daha neler neler verirdim!” dediği zaman, kendimizi budala gibi hissedeceğiz.

Dipnotlar
1 Bu sorunum hala var, ama en azından Amerika’da böyle bir nedenden dolayı tutuklandığınız olmamıştır – şimdiye kadar.
2 2. Samuel 12:1-14
32.Samuel 12:8 NKJV.
4 Oyunun adı sanırım Sheepshead (dişleri koyun dişine benzeyen bir tür deniz balığı) idi, ama ben bu oyunu Sheep Set olarak biliyorum.
5 Matta 7:7
6 Yakup 4:2
7 Tarihi açıdan, Müdürün bu beyanda bulunduğu sorgulanabilir, ama beyanı bizim düşüncemize uygun bir tarzdır.
8 Efesliler 3:20
9 “Gel, Canım, Davanı Hazırla.”
10 Mezmur 73:28
11 Yakup 5:16
12 Bir Türk yargıcı tarafından beraat ettirildikten sonra yeniden tutuklandım ve İstanbul’da bir hapishaneye götürüldüm ve kısa bir süre sonra sınır dışı edildim. Ama yine de bir sonraki tren ile tekrar Türkiye’ye döndüm.


© 2000 Kenneth Richard Cetton

   

© Copyright www.incilturk.com