Müslümanların çoğu, başkalarının dinini
kötülemenin gerçek bir Müslüman'a yakışmayacağını
düşünse de bunun istisnaları vardır. Örneğin,
Güney Afrika Müslümanlarından Ahmet Deedat
bunlardan biridir. Bu zat gerçekten de sürekli
olarak Hristiyanları ve onların dinlerini
kötülemekte, üstelik bunu Orta Çağ'ın din
savaşlarını hatırlatan bir tarzda yapmaktadır.
Bu paraleldeki son çalışması da, 1980 yılında
Durban İslami Propaganda Merkezi'nin yayınladığı
"Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür?"
adlı kitabıdır. (Bu kitap, Deedat tarafından
yazılan "Yunus'un Alâmeti Neydi? ve
"Taşı Kim Oynattı" adlarını taşıyan
kitapçıkların çevirisi ve Sayın Edip Yüksel'in
kendi çalışması olan Papazlara ve "Hristiyanlara
Kitab-ı Mukaddesten Sorular"ın ilâve
edilmesiyle beraber "Kitab-ı Mukaddes
Allah Sözü müdür?" adlı kitap olarak
1984'te Türkiye'de yayınlandı.)
Deedat bu kitabında Kutsal Kitap'ın (Kitab-ı
Mukaddes) Tanrı sözü olmadığını kanıtlamaya
çalışmaktadır. Bilgisiz veya bu konulardaki
bilgisi az kimselerin bu yazdıklarını makul
bulmaları, hatta ona inanmaları mümkündür.
Fakat, Kuran ve Kutsal Kitap metinleri ile
bunların tarihçesini bilen kimselerin bu
yazdıklarına inanması zordur.
İleri sürdüğü iddiaların hafifliğini Deedat
da biliyor olmalı ki bunları pek cesur ve
meydan okuyucu bir tavırla sunma gereği
duymuştur. Böylece okuyucuya sanki cevap
verilmesi imkânsız hakikatlerle karşı karşıya
olduğu izlenimini vermeye çalışmaktadır.
Deedat'ın da katkısı olan bir seminerde
A.S.K. Joommal şöyle demişti: "İnsanın
davası savunulması güç, hatta imkânsız olsa
da hitabet gücü sayesinde durumu idare etmesi
ve dinleyicileri kendi tarafına çekmesi
mümkündür."
Biz, Joommal'ın kendi kitabı olan (Deedat'ın
58. ve 69. sayfalarında başvurduğu) "Kutsal
Kitap: Tanrı Sözü mü, İnsan Sözü mü?"
adlı kitapta yukarıda tarif edilen bu yöntemden
sık sık yararlandığını biliyoruz. Ancak,
Deedat'ın da Kutsal Kitap aleyhine yazdığı
kitapçıkta aynı taktiklere başvurduğunu
görüyoruz. Her ikisi de, Kutsal Kitap'ımız
aleyhine sürdürdükleri kampanyada, davalarının
"savunulması imkânsız" davalar
olduğunu bilen kimseler gibi davranmaktadır.
Kitapçığının 21. sayfasında Deedat, kendinden
çok emin bir tavırla şu öneriyi yapmaktadır:
"«Bu "Kitabı Mukaddes Allah Sözü
müdür?" kitapçığını 90 günlüğüne ödünç
veriyorum. Yazılı bir cevap istiyorum!»
Evet değerli okuyucu, eğer siz söylediğimin
aynısını uygularsanız ve birkaç Müslüman
daha aynı şeyi yaparsa Yehova Şahitleri
ve diğer misyonerler bir daha sizin kapınızı
asla karartamayacaktır."
Aslında biz, Mesih inanlıları olarak, bu
adamın yıllardır inancımızı gözden düşürmek
için yaptığı çabalardan bıkmış dahi olsak,
yine de ona yardım edelim ve ona cevap verelim
dedik. Öyle ki, bu kitapçığının bir misyoneri
kaçıracağı hayalinden de kurtulmuş olsun.
Biz geçmişte de böyle yayınlarını cevaplamış
ve iddialarını çürütmüştük. Bize bir daha
cevap verememiş olmasının da bazı şeyleri
kanıtladığının farkındayız.
1. "Delilin Üç Derecesi"
Scroggie ve Cragg, Kutsal Kitap'ta bir insani
katkı bulunduğunu söyleyen Hristiyan yazarlardır.
Deedat kitabına, bu yazarlardan yaptığı
iki alıntıyla başlamakta ve şöyle bir sonuca
ulaşmaktadır:
"Bu her iki din doktoru, insanın becerebileceği
en açık bir dil ile İncil'in insan ürünü
olduğunu anlatmaktadırlar."
Ancak Deedat, şu önemli bilgiyi okuyucularına
vermeyi ihmal ederek, kurnazlık ettiğini
sanmaktadır. Birincisi, Mesih İnanlıları
Topluluğu zaten her zaman, Tanrı sözünün
insanlar tarafından, ama doğrudan doğruya
Kutsal Ruh'un esinlemesiyle yazıldığını
söyler (II. Petrus 1:20-21). Deedat'ın alıntı
yaptığı yazarların da açıklamaya çalıştığı
budur, yani, sözünü Tanrı'nın bize nasıl
ilettiğidir. Yoksa Deedat'ın sandığı gibi,
bir itirafta bulunup, Kutsal Kitap'ın insan
eseri olduğunu söylemiyorlardı.
Cragg'in Minarenin Çağrısı adlı kitabından
yaptığı bu alıntı, bağlamından çıkarılmıştır.
Cragg'in Kutsal Kitap'taki insan katkısından
söz etmesinin nedeni, bu özelliğinin, Kuran'a
nazaran bir üstünlük oluşturduğunu belirtmekti.
Çünkü, Kuran'da herhangi bir insan katkısı
olmadığı söylenmektedir. Oysa Kutsal Kitap'ta
durum farklıdır. Kutsal Kitap, Tanrı'nın
seçtiği havariler ve peygamberler aracılığıyla
bize iletilmiştir. Böylece Tanrı, sadece
sözünü iletmekle kalmıyor, onu anlaşılır
bir hale de getirmiş oluyor. Havariler,
sadece Tanrı'nın sözünü ileten kimseler
değil, aynı zamanda anlamını da okuyucuya
anlatabilen ve bunu Kutsal Ruh yardımıyla,
hiç yanılmaksızın yapabilen kimselerdir.
Bu durum Kutsal Kitap için geçerlidir, kendisinde
insani katkı olmayan Kuran için tabii ki
geçerli değildir.
Deedat, sonra dâhiyane bir ayrım yapıp,
Tanrı sözü, peygamber sözü ve tarihçilerin
sözleri olmak üzere, Kutsal Kitap'ta şahitliğin
üç türünün bulunduğunu söylüyor. Tanrı'nın
konuştuğu, İsa'nın konuştuğu ve nihayet
İsa'yla ilgili şeylerin söylendiği bölümlerden
alıntılar yapıp, bunların Müslümanlar için
farklı şeyler olduğunu gururla ifade ediyor.
Diğer yandan, Kuran'ın sadece Tanrı sözünü
içerdiğini, hadisin peygamberin sözlerinden
oluştuğunu, diğer kitapların da tarihçiler
tarafından yazıldığını belirtiyor ve sözü
şöyle bağlıyor:
"Müslümanlar yukarıdaki üç çeşit delili,
kendilerine özgü otorite derecelerine göre
titizlikle birbirinden ayrı tutarlar. Onları
kesinlikle eşit tutmazlar."
İslam bilgini olarak tanınan bir kimsenin,
böyle bir iddiada bulunması bizi gerçekten
de çok şaşırtmaktadır. Bu söylediğinin doğru
olmadığını kendi de biliyor olmalıdır. Her
şeyden önce, Kuran'da pek çok bölüm vardır
ki, peygamberlerin sözlerini aktarır. Örnek
olarak, Zekeriya peygamberin şu şözlerini
okuyabiliriz:
"Ya Rabbi! Ben artık iyice kocamış,
karım da kısırken nasıl oğlum olabilir?"
(âl-i İmran/3:40)
Deedat'ın iddiası doğru olsaydı, yani Kuran'da
sadece Tanrı sözü bulunsaydı, yukarıdaki
sözleri de Tanrı'ya atfetmemiz gerekecekti.
Bundan başka, Kuran'ın bir sûresinde Muhammed'e
konuşan bir meleğin sözleri bulunmaktadır.
Bu sözler açıkça Tanrı sözleri değildir.
"Biz ancak Rab'bin buyruğuyla ineriz
geçmişimizi, geleceğimizi ve ilişkinin arasındakileri
bilmek O'na mahsustur. Rab'bin unutkan değildir."(Meryem/19:64)
Yukarıdaki sözlerin kime ait olduğu Kuran'da
belirtilmemişse de Muhammed'e yöneltilen
sözler olduğu ve bir melek tarafından söylendiği
metnin kendisinden anlaşılmaktadır. Yani
bunlar Tanrı'nın sözleri değildir.
Diğer yandan, hadislerde karşılaştığımız
pek çok sözün, bir peygamber değil, Tanrı'ya
ait olması gerektiğini görüyoruz. Bu hadislere,
hadis-i kutsi (ilahi sözler) denilmektedir.
İşte bir örneği:
Abu Hureira'nın aktardığına göre Allah'ın
elçisi (S.A.) şöyle demiştir: Yüce ve şanlı
Allah dedi ki 'Bildirdiklerimin yanısıra,
mümin kullarım için öyle şeyler hazırladım
ki, onları hiçbir insan gözü görmemiş, kulağı
işitmemiş, kalbi hissetmemiştir'.
Hadislerde benzeri sözler çoktur. Diğer
taraftan, hadis ve Kuran'da bulunan pek
çok hikâye, Kutsal Kitap'takileri andırmaktadır.
Oysa Deedat bunları, Kutsal Kitap'taki tarihçilerin
sözleri diye nitelendirmekteydi. Örnek olarak
verebileceğimiz, İsa'nın doğumu ile ilgili
bölüm, Deedat'ın sınıflandırmasındaki üçüncü
tip tanıklığa, yani tarihçilerin tanıklığına
pek benzemektedir.
"Meryem oğlana gebe kaldı o haliyle
uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı onu
bir hurma ağacının dibine gitmeye mecbur
etti..." (Meryem/19:22-23)
Kuran'ın Meryem'le ilgili bu hikâyesi, anlatım
tarzı bakımdan, Kutsal Kitap'ın, Markos
11:13'te İsa'yla ilgili olarak söylediğinden
farklı değildir. Ama Deedat, İncil'in bu
ayetini gösterip "böyle hikâyeler Kuran'da
bulunmaz" diyebilmektedir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Deedat'ın
Kuran ile ilgili Kutsal Kitap'ın farklılığını
gösterme çabaları yanlış temellere dayanmaktadır.
Kuran da başından sonuna kadar hem peygamber
sözleri, hem tarihi hikâyeler içermektedir.
Bunun aksini iddia etmek gerçekle bağdaşmaz.
Öte yandan, hadislerde de hem peygamberlere
ait sözler hem Tanrı'ya atfedilen sözler
bulunur. O halde, Deedat'ın iddiası, yani
Müslümanların üç tür tanıklığı - Tanrı sözü,
peygamber sözü ve tarihçilerin sözlerini
- titizlikle birbirinden ayrı tuttuğu iddiası
tamamen yanlıştır. Maalesef kitapçığı da
bu tip iddialarla doludur.
Deedat'ın Kutsal Kitap aleyhine söylediklerinin
haksızlığı daha başından belli olmakta ve
bu eğilim kitabın sonuna kadar sürdürülmektedir.
2. "Çeşitli İncil Nüshaları" Bulunduğu
İddiası
Deedat, kitabının üçüncü bölümünün başında,
Kuran'da adından saygıyla bahsedilen Tevrat
ve İncil'in bugün Yahudilerle Hristiyanların
elinde bulunan Kutsal Kitap, yani Eski ve
Yeni Ahit olduklarını inkâr etmektedir.
Deedat'ın iddiasına göre, Kuran'da adı geçen
Tevrat ve İncil farklı kitaplardır ve Musa
ile İsa'ya vahyedilmişlerdir.
Kuran'da adı geçen kitapların, Kutsal Kitap'ı
oluşturan kitaplardan farklı kitaplar olduğunu
kanıtlama çabasının ciddiye alınacak bir
yanı yoktur. Bu görüş İslam dünyasında ne
kadar yaygın olursa olsun, elde hiçbir çeşit
kanıt yoktur ki, onu kanıtlasın.
Tarihin hangi dönemine ait olursa olsun,
eldeki hiçbir kanıt, Musa'ya veya İsa'ya
böyle kitapların vahyedildiğini göstermez.
Eski ve Yeni Ahit'ten başka, Tevrat (yasa)
ve İncil (müjde) diye kitapların varlığını
da kanıtlamak mümkün değildir. Ayrıca, Kuran'ın
kendisi de bunların Yahudiler ile Hristiyanların
kutsal kitaplarından farklı şeyler olduğunu
söylememektedir. Tam aksine, açıkça ifade
edilmiştir ki, bu kitaplar Yahudi ve Hristiyanların
Kutsal Kitap olarak kabul ettiklerinin aynısıdır.
Kuran'da adı geçen Tevrat ve İncil'in, Kutsal
Kitap'ı oluşturan kitaplardan başka kitaplar
olduğunu kanıtlama çabası, Deedat'ı ister
istemez birtakım sübjektif görüşler ileri
sürmeye itmektedir. "Biz Müslümanlar
inanırız ki," "biz inanırız,"
"biz samimiyetle inanırız," gibi
sözler sarfetmekte, ancak bu inançlarını
destekleyecek en küçük bir kanıt dahi getirmemektedir.
Kitabında dile getirdiği bu inançlarla ilgili
olarak ancak şu kadarını söyleyebiliriz.
Tarihin sağladığı kanıtların tümü, hiçbir
şüphe bırakmayacak bir şekilde, bu inançların
karşısında durmaktadır. Bu yüzden de, tamaman
spekülatif özellikte ve her türlü temelden
yoksundurlar.
Ayrıca, şunu da belirtelim ki, Deedat'ın
kitabındaki iddia, yani Tanrı'nın bir yandan,
on dört yüzyıl boyunca Kuran'ı bozulmadan
korumuş olması, böylece bugün de özgünlüğünü
sürdürmesi, diğer yandan İncil ve Tevrat'ın
özgünlüğünü korumak şöyle dursun, bunların
varlığını gösterecek kanıtları dahi ortadan
kaldırması bize çok şaşırtıcı gelmektedir.
Tanrı'nın bu kadar çelişkili davranabileceğini
kabul etmek mümkün değildir. Çünkü, evrenin
sonsuz yöneticisi, şüphesiz her zaman tutarlı
davranır. Kendi kitaplarından birini, yüzyıllarca
mucizevi bir şekilde koruduğuna, diğerlerinin
bir zamanlar var olduğunu gösterecek bir
küçük kanıtı dahi korumaktan aciz olduğuna
inanmamızı kimse bekleyemez. Bu kadar büyük
bir çelişkiyi kabul etmek güçtür.
Diğer taraftan, daha önce de görmüş olduğumuz
gibi, Kuran'ın kendisi de, hiçbir şüpheye
yer bırakmayacak bir şekilde, adı geçen
Tevrat'ın, o zaman, yani Muhammed zamanında
yaşayan Yahudilerin kutsal kitabı olduğunu,
İncil'in de Hristiyanların kutsal kitap
olarak gördükleri kitap olduğunu belirtiyor.
Buna ilaveten, tarihin hiçbir döneminde,
ne Yahudilerin de de Hristiyanların, bugün
ellerinde bulunan kutsal kitapları, yani
Eski ve Yeni Ahit dışında bir kitapları
olmadığını da biliyoruz.
Muhammed zamanında, dünyanın her yerinde
Yahudiler, sadece tek Tevrat bilirlerdi.
O da bugün bildiğimiz Eski Ahit'i oluşturan
kısımlardan başka bir kitap değildir. Tarihin
söz konusu döneminde, Hristiyanlar da tek
bir kitap bilirlerdi. O da bugün bildiğimiz
Yeni Ahit'ten başka bir kitap değildi. Şimdi,
bu noktayı belirten, onunla ilgili Kuran
ayetlerine bakalım:
"Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat
yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin
ediyorlar...?"(Mâide/5:43)
"İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleri
ile hükmetsinler." (Mâide/5:47)
Eğer Muhammed zamanında, Hristiyanların
elinde İncil bulunmasaydı, onların bu kitabın
hükümlerine göre yargılanmalarının da düşünülemeyeceği
belli değil midir? Bundan başka, A'raf/7:157'de
tekrar doğrulamaktadır ki, Yahudi ve Hristiyanların
elinde, Muhammed zamanında, Tevrat ve İncil
adlı kitaplar bulunuyordu ve bu cemaatlerin
kendileri de bunları kendi kutsal kitapları
olarak görüyorlardı. Şimdi, söz konusu bu
kitapların, bugün bildiğimiz kitaplar, yani
Eski ve Yeni Ahit kitapları olmadığını iddia
etmek hiçbir dürüstlükle bağdaştırılamaz.
Bundan başka, Baidavi ve Zamakşari gibi,
ünlü Kuran yorumcuları, İncil kelimesinin
Arapça olmadığını, Süryaniceden alınma bir
kelime olduğunu ve Hristiyanların bu adı
kendi kitaplarını tarif etmek için kullandığını
açıkça belirtiyorlar. Bazı eski Kuran araştırmacıları,
bu kelime için Arapça bir köken bulmaya
çalışmışlarsa da, bu iki uzman bu tür çabaları
boş bulup reddetmişlerdir (Jeffery, Kuran'ın
Dilindeki Yabancı Kelimeler, s.71). Bu da
göstermektedir ki, İncil söylendiği gibi
İsa'ya vahyedilen, sonra hiçbir iz bırakmadan
ortadan kaybolan, meçhul bir kitap değildir.
Bugün bildiğimiz Yeni Ahit'in ta kendisidir.
Tevrat için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
Çünkü Tevrat kelimesi de Arapça bir kelime
değildir. İbraniceden alınan bu kelimeyi
Yahudiler, her zaman kutsal kitapları için
kullanmışlardır.
Saydığımız bu nedenlerden ötürü, Kutsal
Kitap'ın Tanrı Sözü olduğunu, Kuran'ın en
küçük bir şüpheye dahi yer bırakmadan kabul
ettiğini görmekteyiz. Deedat, bu gerçeği
çok iyi bildiğinden, ancak sonuçlarına katlanmak
istemediğinden, geçerli birçok kutsal kitap
olduğunu söyleyerek, doğruyu görmekten kaçınmaktadır.
Bu da hakikatin saptırılmasından başka bir
şey değildir.
Okuyucularına eksik bilgi vermekte, söz
konusu kitapların, değişik Kutsal Kitap
çevirileri olduğunu söylememektedir. Kral
James Nüshası (King James Version - KJV),
Düzeltilmiş Nüsha (Revised Version - RV)
ve Düzeltilmiş Standart Nüsha (Revised Standard
Version - RSV) gibi, değişik Kutsal Kitap
çevirilerinden söz etmekte, bunların farklı
Kutsal Kitap'lar olmadığını bilmiyormuş
gibi davranmaktadır. Adı geçen bu üç çevirinin
de Muhammed zamanından birkaç yüz yıl öncesinden
beri İnanlılar Topluluğu tarafından korunup
saklanan özgün metinlerden yapıldığını,
Eski Ahit'in İbranice, Yeni Ahit'in de Eski
Yunanca yazıldığını biliyoruz. Adı geçen
çeviriler arasındaki farklılıkları göz önünde
bulundurmaya hazırız. Bu arada, Güney Afrika'da
Kuran'ın Muhammed Asad tarafından yapılan
çevirisinin dağıtımı konusunda çıkan tartışmayı
hatırlatmak isteriz. Kutsal Kitap'ın olduğu
gibi, Kuran'ın da birçok değişik çevirisi
bulunmaktadır.
Asad'ın bu çevirisine karşı duyulan tepki
o kadar büyük olmuştu ki, Güney Afrika İslam
Heyeti bir bildiri yayınlayarak, bu kitabın
ülkedeki Müslümanlara satılmamasını istemişti.
Kutsal Kitap'ın hiçbir çevirisi benzeri
bir tepkiyle karşılaşmamıştır. Bu nedenle,
Deedat'ın, değişik birkaç kitap olduğu,
dolayısıyla, Mesih İnanlıları Topluluğu'nun
tek bir kitabı olmadığı yolundaki sözlerine
okuyucular kanmamalıdır.
3. Apokrifa
Deedat, sözlerine devamla, bir saçma iddiada
daha bulunuyor ve Protestanların yedi kitabı
Kutsal Kitap'tan çıkarıp attıklarını söylüyor.
Söz konusu bu kitaplar "apokrifa"yı
oluşturur. Öyle görünüyor ki, Deedat'ın
Kutsal Kitap'la ilgili bilgisi pek yüzeysel.
Çünkü, bu kitaplar Yahudi kaynaklıdır, yazarları
da kutsal kitap yazmayı amaçlamamışlar.
Diğer taraftan, tarihin hiçbir döneminde
bu kitaplar, Yahudilerin kutsal kitabı olan,
aynı zamanda Hristiyanların da Tanrı sözü
olarak benimsedikleri Eski Ahit'in bir bölümünü
oluşturmadılar. Bu yüzden de, Deedat'ın
iddia ettiği gibi, Kutsal Kitap'tan çıkarılmış
olmaları da mümkün değildir. Sadece Roma
Katolikleri, kendi bilecekleri nedenlerden
dolayı, bu kitapları Kutsal Kitap'a dahil
etmektedirler.
4. "Ciddi Hatalar"
Alıştığımız saldırgan tutumunu sürdüren
Deedat, imanlı Hristiyanlara bu defa en
büyük darbesini indirmeye çalışıyor. Kutsal
Kitap'ın, kısaca RSV dediğimiz Düzeltilmiş
Standart Nüshasından yaptığı alıntıyı, altını
çizerek, sanki hiç bilmediğimiz bir şeymiş
gibi sunuyor.
"Kral James Nüshasında hâlâ önemli
hatalar vardır... Bu hatalar o kadar çok
ve o kadar önemlidir ki tashihe muhtaçtır."
Sözünü ettiği bu yanlışlıklar, birkaç değişik
ifade tarzından ibarettir. Onyedinci yüzyılda,
Kral James çevirisini hazırlayan çevirmenlerin
bunlardan haberi yoktu. Bizim yüzyılımızda,
RSV'yi hazırlayanlar bu farklı ifadeleri
saptamış, dipnot olarak, ilgili sayfanın
altında vermişlerdir. Ayrıca, I. Yuhanna
5:7 gibi bir ayet, KJV'de bulunmakta, çünkü
çevirmenler onu daha geç tarihli el yazmalarından
almıştır. Ama aynı ayet, RSV'ye alınmamıştır
çünkü, Yeni Ahit'in eski Yunanca elyazmalarının
en eskilerinde, bu ayete raslanmamaktadır
(Bkz. s. 191-192).
Her şeyden önce belirtelim ki, KJV ve RSV
orijinal metinlerin İngilizceye çevirileridir
ve bu orijinal metinlerde bir değişme yoktur.
Bunlar asırlarca önce nasıl yazıldıysa,
öylece korunup bize kadar ulaşmışlardır.
Elimizde bugün 4000 kadar eski Yunanca metin
bulunmaktadır ve bunları Muhammed'den iki
yüz sene öncesine tarihlemek mümkündür (Bkz.
s. 138-140, 185-188).
İkincisi, sözü edilen RSV'de yapı, öğreti
veya doktrin yönünden bir değişiklik yapılmış
değildir. KJV'de olsun, RSV'de olsun veya
diğer Kutsal Kitap çevirilerinde olsun,
özde hiçbir değişiklik yoktur.
Üçüncü olarak, bunlar birbirinden farklı
Kutsal Kitap'lar değildir. Müslümanların
tek bir Kuran'ı olduğu, oysa Hristiyanların
farklı birkaç kitabı olduğu söylenmektedir.
Bu tamamen yanlış bir iddiadır. Yine tekrar
edelim. Bunlar farklı kitaplar değil, orijinal
İbranice ve Yunanca metinlerin farklı çevirileridir.
Kuran'ın da İngilizceye böyle çevirileri
vardır. Ama kimse çeşitli Kuran'lar bulunduğunu
söylemiyor. Aynı şekilde bizim de farklı
Kutsal Kitap çevirilerimiz, ancak tek bir
Kutsal Kitap'ımız vardır.
Kutsal Kitap'ta farklı ifade tarzları bulunduğunu
itirazsız kabul ediyoruz. İmanlı Hristiyanlar
olarak, her zaman dürüstlüğe inanırız. Vicdanlarımız
gerçekleri saklamaya elvermez. Ayrıca bu
gibi farkların bulunmadığını iddia etmekle
elimize bir şey geçmeyeceğini de biliriz.
Aksine kanımızca, böyle değişik ifade tarzlarının
bulunması, Kutsal Kitap'ın değiştirildiğini
göstermez. Çünkü, bunların etkisi öyle azdır
ki, hiç önemsemeyebiliriz ve Kutsal Kitap'ın
bir bütün olarak geçerliliğini koruduğunu,
hiçbir şekilde değiştirilmediğini, tam bir
güvenle söyleyebiliriz.
Ancak, bir şeye şaşmamak elimizde değildir.
O da Müslümanların iddiası, Kuran'ın hiç
değişmeden korunduğu, Kutsal Kitap'ın ise
çok değiştirilip bozulduğu, öyle ki artık
geçerliliğini yitirdiğidir. Halbuki, her
iki kitabın da tarihini incelersek, göreceğiz
ki, her ikisi de yazıldıkları halini, yani
orijinalliklerini çok iyi koruyabilmişlerdir.
Bununla beraber değişik ifade tarzları,
yani aynı anlamın farklı biçimde dile getirilmesi,
her ikisinde de bulunmaktadır. Kuran'ın
yanılmazlığı ve Kutsal Kitap'ın geçersizliği
ile ilgili bu iddianın nereden ileri geldiğini
tahmin edebiliyoruz. Gerçekten de, bu iddianın
kaynağı, İncil ve Tevrat'ın, içerik ve öğreti
açısından, beklendiği gibi bulunmaması,
yani İslami olmamasıdır. İşte bu durumu
açıklamak için, yukarıdaki iddia ortaya
atılmıştır. Nedeni ne olursa olsun, bu hakikat
adına söylenmiş en büyük yalandır.
Bütün dünyadaki Müslüman teoloji doktorlarının,
öğrencilerine hakikati söylemelerinin zamanı
gelmiştir. Elimizde yeterince kanıt vardır
ki, Halife Osman zamanında, Kuran tek bir
standart metin haline getirilirken, elde
bir çok metin vardı ve bunlar da değişik
ifade tarzlarına sahipti. Halifeliği zamanında
Osman haber aldı ki, Kuran, Suriye, Kafkasya
ve Irak'ta, Arabistan'da olduğundan farklı
bir şekilde okunuyordu. Derhal harekete
geçip Hafsah'ın (Hz. Muhammed'in eşlerinden
biri ve Hz. Ömer'in kızıdır) elinde bulunan
elyazması metinleri istetti. Sonra Zeyd
b. Sabit'e ve daha üç kişiye emir vererek
bu metnin kopya edilip çoğaltılmasını ve
gerekli yerlerinin düzeltilmesini sağladı.
Bu işler tamamlandığında, Kuran'ın diğer
elyazmalarıyla ilgili olarak, sert tedbirler
aldığını görüyoruz.
"Hz. Osman'ın hazırlattığı nüshalar...
Mekke, Küfe, Basra, ve Şam'a gönderilmişler,
bir tanesi de Medine'de alıkonulmuştur.
Bu nüshaların gönderilmesiyle birlikte,
bunların metinlerine
uymayan mashafların (Kuran'ların) yakılması
da emredilmiş, yazılarına
aykıra düşen okuyuşların yasaklanması istenmiştir."
Hristiyanlık tarihinin hiçbir döneminde,
hiç kimse, Kutsal Kitap'ın tek bir kopyasını
doğru kabul edip diğerlerini yok etme çabasına
girmemiştir. Niye Osman, mevcut diğer Kuran
metinleriyle ilgili emri vermiştir? Biz
sadece, bunların "ciddi hatalara"
sahip olduğunu düşünebiliriz. Öyle çok,
öyle ciddi yanlışlar ki, bir düzeltme yoluna
değil de, toptan imha yoluna gidilmiştir.
Bir başka deyişle, Kuran metni tarihinin
bu dönemini inceleyecek olursak, göreceğiz
ki, doğru olarak benimsenip standart hale
getirilen Kuran, bir insanın (Tanrı'nın
değil) kendi takdirine göre (Tanrı'dan gelen
ilhamla değil) seçtiği Kuran'dır. Hangi
nedenlerden dolayı, Hafsah'ın elindeki elyazmasının
eldeki en mükemmel metin olarak görüldüğünü
anlamak mümkün değildir. Şimdi sıralayacağımız
kanıtlar, İbni Mesud derlemesinin bu seçime
daha layık olduğunu gösterecektir. (Aralarındaki
farkların büyüklüğünü düşünürsek, birinin
mükemmelliğini ciddi bir şekilde savunmak
imkânsızdır.)
Her ayrıntısı Hafsah'ınki ile aynı olan,
başka tek bir Kuran daha olmadığı, hepsinin
yakılarak yok edilmesinden belli olmaktadır.
Bu tür kanıtlar, Kuran'ın hiçbir zaman değiştirilmediği
yolundaki inancı destekler mahiyette değildir.
Diğer taraftan bu "düzeltilmiş standart
Kuran'ın" da mükemmel olmadığı anlaşılmaktadır.
İslam literatürünün en gözde eserlerinde
okuduğumuza göre, yukarıda adı geçen Zeyd
İbn-i Sabit, bir ayetin eksik kaldığını
hatırlamıştır. Bakın, şöyle diyor:
"(Kuran'ı istinsah ederken) ben, (Hafsa'nın
yanındaki Kuran yazılı) sahifeleri (n sûresini)
Mushaflara naklettiğimde Ahzab (sûresin)
den bir âyeti - ki Resûlullah... onu okuduğu
her zaman işittiğim halde kaybetmiştim.
Ve o âyeti (yazılı olarak) bulamamıştım
yalnız Peygamberimiz'in tek başına şehâdetini
iki kimsenin şehadetine denk tuttuğu Ensâr'dan
Huzeyme'nin yanında buldum. (En sonu onu
da hey'edin kârariyle Mushaf'taki sûresine
koyduk). O âyet de Allah'ın: [Mü-minlerden
öyle erler vardır ki, onlar Allah'a verdikleri
ahde bağlı kaldılar]. (Ahzab, 23. ayet)
mealindeki ??dir.
Sözü edilen bu ayet, Ahzâb (33) Sûresindeki
23. ayettir. Bu yüzden, bu kanıta inandığımız
takdirde - ki aksini gösteren başka bir
kanıt da yoktur - Osman'ın derlemesinden
sonra da tek bir mükemmel Kuran yoktu.
İkincisi, bunun benzeri kanıtları bize göstermektedir
ki, elimizdeki Kuran'da ayetler, hatta paragraflar
eksiktir. Örneğin, Hz. Ömer halifeliği zamanında,
zinanın taşlanarak cezalandırılmasıyla ilgili
bazı ayetleri Hz. Muhammed'den duyduğunu
belirtmiştir:
"Ömer (İbnü'l Hattab) radiya'llâhu
anh'den (bir hutbesinde) şöyle dediği rivâyet
olunmuştur: Bir hakikattir ki, Allah, Muhammed
Salla'llahu aleyhi ve sellem'i hak Peygamber
gönderdi ve ona kitap indirdi.
Ona indirdiği âyetler içinde Recm âyeti
de vardi." Recm âyeti
şudur: "Evli bir erkek ve kadın zinâ
ederlerse (zinâ, gebelik veya ikrâr ile)
sâbit olursa (âile namusunu lirleten bunları
taşlayınız!"
Zina işleyenlerin taşlanarak cezalandırılmasıyla
ilgili ayetin olmaması, Kuran'ın bugünkü
haliyle de "mükemmel" olmadığını
açıkça kanıtlamaktadır. Hadislerde rasladığımız
başka kanıtlar da bize, bir zamanlar Kuran'da
mevcut bazı ayet ve paragrafların bugün
bulunmadığını göstermektedir. Öyleyse, şunu
kesinlikle söyleyebiliriz ki, bugün geçerli
Kuran, orijinal Kuran değildir.
Yakılması emredilen metinlere dönüp baktığımızda,
bunlarla Osman'ın kendi anlayışına göre
en iyisi deyip standart hale getirdiği Kuran
arasında önemli farklar görüyoruz. Üstelik
bu farklar sık sık iddia edildiği gibi,
sadece "lehçe farkları değil, gerçek
metin farklılıklarıdır".
Bazı durumlarda, bazı kelimelerde sessiz
harf farklılığı vardır. Bazı durumlarda
ise bütün bir cümle farklıdır. Bazı derlemelerde
rastlanan bazı kelime ve cümlelerin, diğerlerinde
olmadığı görülmüştür. Bu farklılıkların
söz konusu olduğu derleme sayısı on beş
kadardı.
Şimdi Abdullah ibni Mesud'un metnini ele
alalım. (Bu kişinin derlem esiyle ilgili
söyleyeceklerimiz, diğerleri için de geçerlidir.)
O dönemde Kufa'da yaşayan Müslümanlar bu
metni standart Kuran olarak benimsemişlerdi.
Osman haber gönderip Hafsa'ınki dışında
her türlü metnin yakılmasını emredince,
Mesud bir müddet daha kendi metnini bırakmayı
reddetti. Böylece bir süre daha, resmi Kuran
haline gelen Hafsa'ın metni ile rekabet
halinde bulundu.
İbni Mesud ilk Müslüman olanlardan biriydi.
Aynı zamanda Kuran okumayı öğreten kişilerin
de ilkiydi. Kuran metni konusundaki bilgisiyle,
gerçekten de geniş çevrelerin saygınlığını
kazanmıştı. Bir defa Muhammed'in huzurunda
yetmişten fazla sûreyi ezbere okumuş, hiç
kimse de hata bulamamıştı. İmam Müslim'in
bu çok saygı gören hadis derlemesinde şu
cümleleri buluyoruz:
"Masruk bildirdi ki Abdullah bin Amr
huzurunda İbni Mesud'un sözünü ettiklerinde
şöyle dedi: Onun sevgisi kalbimde hiç eksik
olmaz, çünkü Allah'ın elçisi (S.A.) onun
hakkında bir gün şöyle demişti: 'Kuran'ı
okumayı, dört kişiden öğrenin: İbn Mesud,
Abu Hudayfa'nın müttefiği Salim, Ubayy b.
Kab ve Muad b. Cabal.'"
Bir başka hadis kitabına göre, Muhammed
Kuran'ı her yıl Cebrail ile birlikte gözden
geçirir ve yukarıda adı geçen İbni Mesud
da yanlarında bulunurdu. Bunun benzeri bir
hadiste, Muhammed'in şöyle dediğini okuyoruz.
"Kuran'ı okumayı dört kişiden öğrenin:
Abdullah bin Mesud (önce Mesud'u zikrettiğine
dikkat edin), Abu Hudayfa'nın eski kölesi
Salim, Muad b. Cabal ve Ubai b. Kab."
Yukarıda yaptığımız alıntılardan da görülüyor
ki, o dönemde yaşayan tüm Müslümanlar için
Mesud, Kuran konusunda tam bir otoriteydi.
Hem Salim hem Ubai b. Ka'b'ın derlemelerinde
farklı ifade tarzları bulunmaktadır. Fakat
İbn Mesud'a Muhammed'in kendisi tarafından
öncelikle verilmiştir. Bu yüzden İbni Mesud'un
metninin, Hafsah'ınki de dahil olmak üzere
diğerlerinden pek çok yerde farklı olduğunu
keşfetmek şaşırtıcı olmaktadır. Ayrıldığı
bu noktalar Arthur Jeffery'nin değişik derlemeler
arasındaki farklılıkları inceleyen kitabında
doksan sayfa tutmaktadır.13 Yazar kanıtlarını
pek çok İslami kaynaktan almış ve belgelemiştir.
Sadece Bakara (2.) sûresinde diğerlerinden
farklı olduğu noktaların sayısı 149'ı bulmaktadır.
Hafsah'ın metninden derlenen Kuran'ı kabul
edip kendi metnini yok etmeyi reddetmesinin
bir başka nedeni de, Hafsah'ın metninin
Zeyd b. Sabit tarafından derlenmiş olmasıydı.
Neden derseniz, henüz Zeyd anasından doğmamışken,
o Muhammed'in en yakın arkadaşlarından birisiydi.
Bu anlattıklarımızın hepsinden iki şey ortaya
çıkmaktadır. Birincisi, Mesud'un metni,
standart Kuran olmak için, Hafsah'ınkinden
daha uygundu. Çünkü, Muhammed Mesud'u Kuran
konusundaki dört otoriteden en önde geleni
olarak görüyordu. İkincisi, iki metin arasında
pek çok fark vardı. Doğrusunu isterseniz,
binlerce fark vardı ki, bunların da tümü,
Jeffery'nin kitabında belgelenmiştir.
Sail ve Ubai b. Ka'b gibi tanınmış daha
birçok kimsenin, kendilerine ait derlemeleri
olduğunu, bunların Hafsah'ınkinden çok farklı
olduklarını ve daha çok Mesud'un derlemesiyle
çakıştığını göz önünde bulundurursak, Kuran'ın
değiştirildiğine dair elde kanıt bulunmadığı
iddiasının ne kadar yersiz olduğu görülür.
Jeffery'nin kitabında 362 sayfalık çürütülmez
kanıt vardır ki, Kuran'ın o ilk ve önemli
dönemindeki derlemeler birbirinden çok bakımdan
farklıydı. Bu nedenle, Kuran da değişik
ifade tarzlarına sahiptir. Dürüst hiçbir
kimse, Tanrı önünde durup Kutsal Kitap'ta
olduğu söylenen "önemli hatalardan"
Kuran'ın yoksun olduğunu söyleyemez. Bu,
aksini ispatlayan kanıtlar ortada olduğu
halde yapılan asılsız bir iddia olur.
Gerçek şudur ki, Kuran'ın metin tarihi,
Kutsal Kitap'takine pek benzemektedir (Guillaume).
Her iki kitap da özgünlüğünü dikkate değer
bir şekilde korumuştur. Her ikisi de, yapı
ve içerik açısından, başlangıçta var olanı
çok iyi aktarmaktadır. Fakat, her iki kitap
da tamamen yanlışsız veya metin eksikliği
olmadan korunmuş değildir. Her ikisinin
de eski metinlerinde farklı ifade tarzlarına
raslanmaktadır. Ama bu onların bozulmuş,
geçerliliğini yitirmiş olduğu anlamına gelmez.
Samimi Hristiyan veya Müslümanların bu gerçekleri
kabul edeceğine inanıyoruz.
Kuran'la Kutsal Kitap arasındaki tek fark
şudur: Mesih İnanlıları Topluluğu doğruluk
adına, değişik anlatımlı metinleri büyük
bir özenle korumuş, Müslümanlar ise, halife
Osman zamanında, Kuran'ın değişik anlatımlarını
gösterecek her türlü kanıtı yok ederek tüm
İslam dünyası için tek bir Kuran bırakmayı
uygun görmüşlerdir. Bugün piyasada tek bir
Kuran olabilir. Fakat dürüst olan hiç kimse,
bunun Muhammed tarafından arkadaşlarına
iletilenle, tıpatıp aynı olduğunu iddia
edemez. Öte yandan, bugüne kadar hiç kimse,
niye Hafsah'ın elindeki metnin kusursuz
olduğunu kanıtlayabilmiş değildir. Aksine,
eldeki kanıtlar, bu hakka, İbni Mesud'un
elindeki metnin daha fazla sahip olduğunu
göstermektedir. Ayrıca, bu gerçekleri göz
önüne alırken, hadislerde bulunan ve elimizdeki
Kuran'ın hâlâ tamam olmadığını gösteren
diğer kanıtlar da düşünülmelidir.
Bugün dünyada mevcut, tüm Kuran'ların aynı
olduğunu söylemek bir şey ifade etmez. Zincir
en zayıf halkası kadar sağlamdır. Kuran
metni tarihindeki zayıf nokta da, işte burada,
yani o eski günlerdedir. O dönemde birbirinden
farklı bir çok Kuran derlemesi vardı. Standart
olması için sonunda seçilip çoğaltılan Kuran
metni de tamam ve mükemmel değildi. (Not:
Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek için,
İngilizce bilenler bakınız: JAM' AL-QUR'AN:
THE CODIFICATION OF THE QUR'AN TEXT, A Comprehensive
Study of the Original Collection of the
Quran Text and the Early Surviving Quran
Texts, John Gilchrist, P.O. Box 1804, Benoni
1500, Güney Afrika.)
Sadece hakikat sevgisi olmayan, geçerli
kanıtlara saygı göstermeyen kimseler ancak
Kutsal Kitap'ın değiştirilip bozulduğunu,
Kuran'ın ise, değiştirilmeden korunduğunu
iddia edebilir. Onlar böylece, imanlarına
hizmet ettiklerini düşünürler. Ancak, doğru
olan ve doğruyu seven Tanrı onların bu temelsiz
propagandalarına karşı duracaktır.
5. "Elli Bin Yanlış"?
Deedat, daha sonra, "Yehova'nın Şahitleri"
denen ve Hristiyan olmayan bir tarikatın
Eylül 1957 tarihinde yayınlamış olduğu "Awake"
adlı bir derginin, "Look" adlı
bir dergiden yaptığı alıntıyı işaretle,
bazı "modern araştırmacıların"
Kutsal Kitap'ta elli bin yanlış bulunduğunu
söylediklerini yazmaktadır.
Ne var ki, bu sözde modern araştırmacıların
kimliği konusunda bilgi vermemekte, bu kadar
çok sayıdaki yanlıştan da hiç örnek sunmamaktadır.
Biz bu iddianın boş bir sözden ileri geçmeyeceğini,
Kutsal Kitap ve öğretisine karşı önyargılardan
kaynaklandığını sanıyoruz.
Ne yazık ki, bu önyargıyı paylaşan kimseler
de, okudukları ne kadar ilgisiz ne kadar
saçma olursa olsun, her şeyi olduğu gibi
benimsemektedirler. Deedat da aynı şeyi
yapmakta, Kutsal Kitap aleyhine yazılmış
her şeyi doğrulama zahmetine dahi katlanmadan,
bir gerçekmiş gibi kabul etmektedir. Bu
yüzden de aşağıdaki şu sözlerinin ciddiye
alınması dahi güçtür:
"Düzeltilmiş Standart Nüsha'nın (RSV)
yazarları tarafından düzeltilmeye girişilen
onbinlerce - önemli ve önemsiz - hatayı
sergilemeye zaman ve mekanımız yoktur."
Aslında söylemek istediği, Kutsal Kitap'taki
onbinlerce yanlışı bilmediğidir. Bu elli
bin yanlıştan, sadece dördü görüşümüze sunulmuştur.
Doğal olarak, Kutsal Kitap'ın geçersizliğini
gösteren elli bin kanıtı elinde bulunduran
kimsenin, bunların en önemlilerini sunmasını
bekleriz. Bir başka değişle, sundukları,
bulabildiği en büyük yanlışlar olmalıdır.
Şimdi bu yanlışlara bir göz atalım:
a)
İlk sunduğu ve tahminimizce, en büyük "yanlış"ın
Yeşaya 7:14'te bulunduğu iddia edilmektedir.
"Bunun için Rab kendisi size bir alamet
verecek işte kız (bakire) gebe kalacak,
ve bir oğul doğuracak, ve onun adını İmmanuel
koyacak."(Yeşaya 7:14)
Düzeltilmiş Standart Nüsha'da, bakire kelimesi
yerine, bir genç kadının gebe kalıp çocuk
doğuracağını okuyoruz. Deedat'a göre Kutsal
Kitap'taki en büyük yanlış da budur.
Orijinalin yazıldığı dil olan İbranicede
kullanılan kelime almah'tır ve Yeşaya'nın
İbranice metinlerinin hepsinde bu kelime
vardır. Yani, söz konusu olan orijinal metindeki
bir değişme değildir. Sorun sadece bir yorum
ve çeviri sorunudur. İbranicede bakire için
yaygın olarak kullanılan kelime bethulah'tır.
Almah genç kadın anlamına gelir. Ancak,
evlenmemiş bir genç kadın demektir. Böylece,
RSV'de karşılaştığımız "genç kadın"
sözü kelimenin tam karşılığıdır ve bir itirazımız
da olmaz. Ancak, bir dilden diğer bir dile
çeviri yapmakta karşılaşılan güçlükler göz
önüne alınır ve bazı çevirmenlerin orijinal
metindeki anlamı aktarmak amacıyla farklı
kelimeler kullanabileceği düşünülürse, İngilizceye
yapılan çevirilerin çoğunda niye bakire
anlamına gelen virgin kelimesinin kullanıldığı
anlaşılır. Çünkü, kelimenin bağlamı bunu
gerektirmektedir. (Kuran'ı İngilizceye çeviren
Müslümanların da orijinal Arapça metniyle
benzeri sorunları olmuştur. Kelime kelime
yapılan bir çeviri her zaman orijinal dilde
kastedilen anlamı vermez.)
Yeşaya'da sözü geçen gebelik olayı İsrail
için bir işaret olacaktı. Oysa evlenmemiş
bir kadının gebe kalmasında pek öyle harika
bir şey yoktur. Bu gibi olaylara dünyanın
her yanında her zaman rastlanır. İşaret
olması için, bakirenin gebe kalıp çocuk
doğurması gerektiği açıkça belli olmaktadır.
Bu gerçekten bir işaret oldu ve bakire Meryem'in
gebe kalıp İsa Mesih'i doğurmasıyla da gerçekleşmiş
olmaktadır.
Yeşaya'nın almah kelimesini değil de, bethulah
kelimesini kullanmasının bir nedeni vardı.
Çünkü, bethulah kelimesi aynı zamanda iffetli
dullar için de kullanılır (Yoel 1:8'de olduğu
gibi). Genç kadın olarak çevirenler, kelime
karşılığını vermekte (RSV'de olduğu gibi),
bakire olarak çevirenler ise, bağlamındaki
anlamı vermektedir (KJV'de olduğu gibi).
Kullanılan kelime ne olursa olsun, söz konusu
kadın bir bakireydi. Tartıştığımız şey,
orijinal İbranice metnin yorum ve çevirisidir.
Kutsal Kitap metninin bütünlüğünü korumasıyla
ilgili bir yanı yoktur. Dolayısıyla, Deedat'ın
Kutsal Kitap yanlışı diye sunduğu şeyin
tutarsızlığı da ortaya çıkmaktadır.
b)
Ele aldığı ikinci metin, Yuhanna 3:16'dır.
Kral James çevirisinde bu ayet şöyle verilmiştir:
"Zira Allah dünyayı öyle sevdi ki edindiği
biricik oğlunu verdi ta ki ona iman eden
her adam helak olmasın, ancak ebedi hayatı
olsun." (Yuhanna 3:16 - K. M. Ş.'nin
eski çevirisi)
RSV'de ise O biricik oğlunu verdi diyor.
Deedat da "'edindiği' anlamındaki 'begotten'
kelimesinin bulunmaması, Kutsal Kitap'ın
değiştirildiğini kanıtlar" diyor. Yukarıda
da belirttiğimiz gibi bu sorun, bir yorum
ve bir çeviri sorunudur. Çünkü, Yunanca
aslında kullanılan kelime "unique"
olup biricik anlamına gelir. Öyle veya böyle,
biricik oğlu ile edindiği biricik oğlu arasında
bir fark yoktur. Her ikisi de Yunanca aslının
makul çevirileridir ve anlamları tektir.
İsa Tanrı'nın oğludur. (Deedat'ın, RSV'nin
Kutsal Kitap'ı Kuran'a yaklaştırdığı şeklindeki
iddiasını anlamıyoruz. Çünkü Kuran, İsa'nın
Tanrı'nın oğlu olduğunu inkâr eder. Halbuki
hem RSV hem de KJV bu olguyu aynı güçle
vurgular.) Şurasını tekrar ifade edelim:
orijinal Yunanca metinde bir değişiklik
yoktur. Tartıştığımız sadece yorum ve çevirisidir.
Böylece Deedat'ın ikinci iddiası da suya
düşmektedir.
Yukarıda yaptığımız açıklamamızı daha da
belirgin hale getirmek için, Deedat'ın alıntı
yaptığı Kuran'daki Meryem/19:88'e dönelim.
Hristiyanların, çok bağışlayıcı Tanrı'nın
bir oğul edindiğini söylediklerini okuyoruz.
Biz bu alıntıyı, Yusuf Ali'nin yaptığı çeviriden
aldık. Şimdi, bir başka çeviriye, Pickthall,
Muhammed Ali ve Mavlana Daryabadi'nin yaptıkları
çeviriye bakarsak, "edindi" anlamındaki
"begotten" kelimesi yerine, "aldı"
anlamındaki "taken" kelimesini
buluyoruz. Eğer Deedat'ın yürüttüğü mantık
doğru olsaydı, bu farklı çeviriler de Kuran'ın
değiştirildiğini kanıtlardı.
Müslüman okuyucularımızın bize hemen, tartıştığımız
şeyin Kuran'ın İngilizceye çevirileri olduğunu,
bunların birinde "edindi" sözcüğünün
bulunup diğerinde bulunmamasının, orijinal
Arapça metinde bir değişme anlamına gelmeyeçeğini
söyleyeceklerini biliyoruz. Öyleyse, aynı
mantıklı tutumu sürdürüp kabul edelim ki,
Kutsal Kitap'ın bir çevirisinde, aynen Kuran'da
da olduğu gibi, "edindi" kelimesinin
bulunması, diğerinde bulunmaması, bu kitabın
yanlışlığını göstermez.
c)
Deedat'ın üçüncü örneği, kabul ediyoruz
ki, RSV'nin düzeltme yoluna gittiği bir
yanlıştır. Kral James çevirisinde, I. Yuhanna
5:7'de, Baba, Söz ve Kutsal Ruh'un birliğini
anlatan bir ayet vardır. Bu ayetin burada
bulunmasının nedeni, eski bir metinde dipnot
olarak bulunması ve sonradan, metnin bir
parçası sanılarak, asıl metne katılmış olmasıdır.
Tüm yeni çevirilerde bu ayete raslamıyoruz.
Çünkü, şimdi elimizde bulunan, daha eski
ve daha güvenilir metinlerde bu ayet yoktur.
Deedat, kitabının 26. sayfasında, yukarıda
sözü edilen ayeti gösterip, "Bu ayet...
Hristiyanların Mukaddes Üçleme dedikleri
şeye anlamca en yakın olanıdır" demektedir.
Eğer bu doğru olsaydı, yani bütün üçlü birlik
gerçeği, sadece bu ayete dayansaydı, bu
cidden düşünülmesi gereken bir durum olurdu.
Oysa, Kutsal Kitap'ın teolojisiyle ilgilenen
herkes - Katolik, Protestan veya diğer Hristiyanlar
- hepsi de hemen şunu kabul edeceklerdir
ki, Kutsal Kitap'ın bütününden Tanrı hakkında
çıkarılacak tek doktrin, üçlü birlik doktrinidir.
Bu gerçeği en iyi özetleyip tanımlayacak
ayet de, I. Yuhanna 5:7'den çok şu aşağıda
bulunan ayettir:
"Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana
verildi. Bu nedenle gidin, bütün ulusları
öğrencilerim olarak yetiştirin. Onları Baba,
Oğul ve Kutsal Ruh'un adıyla vaftiz edin.
Size buyurduğum her şeyi onlara öğretin.
İşte ben, dünyanın sonuna dek her an sizinle
birlikteyim"(Matta 28:18-20)
Yukarıdaki ayette, üç kişiden bir kişiymiş
gibi bahsedilmekte, tekil olarak "adıyla"
denmektedir. Kutsal Kitap'ta geçen bu bağlamdaki
"adıyla" sözcüğü, konu olan yer
veya kişinin, karakter ve doğasına işaret
etmek için kullanılır. İsa Mesih burada,
"Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'un adıyla"
demekle, aralarında bulunan mutlak birliği
aynı zamanda, karakter ve özlerinde bulunan
tam benzerliği belirtmiş oluyor. Bu ayet,
hem içeriğiyle, hem vurgusuyla, üçlü birlikçi
bir özelliktedir. Oysa I. Yuhanna 5:7, sadece
bunu destekler. Dolayısıyla bu ayetin çağdaş
çevirilerde bulunmamasının, Hristiyanlığın
üçlü birlik kavramına, ne etkisi olur, anlamıyoruz.
Sonuç olarak, ortada ciddiye alınacak bir
sorun yoktur.
d) Deedat'in dördüncü iddiası,
sadece derin bilgisizliğini göstermektedir.
İncil'in "esin sahibi" yazarlarının
- İsa'nın göğe çıkmasıyla olgili olarak
tek bir kelime dahi yazmadığını söylemektedir.16
Kanıt olarak da RSV'nin farklı ifadeler
olarak teşhis ettiği, İncil'in Markos ve
Luka kısımlarında, İsa'nın göğe çıkmasıyla
ilgili olarak bulunan iki ifade gösterilmektedir.
Deedat'ın iddiası, bu ayetler dışında, göğe
çıkmayla ilgili olarak İncil yazarlarının
bir şey demedikleridir. Fakat biz, her dört
yazarın da bunu bildiğini görüyoruz. Yuhanna,
en az 11 kez değiniyor. Onun İncil'inde
İsa şöyle diyor:
"Benim Babamın ve sizin Babanızın,
benim Tanrımın ve sizin Tanrınızın yanına
çıkıyorum." (Yuhanna 20:17)
Luka, sadece İncil'lerden birini değil Elçilerin
İşleri kitabını da yazmıştır. Bu kitapta
ilk sözünü ettiği şey de İsa'nın göğe çıkması
"İsa bunları söyledikten sonra, onların
gözleri önünde yukarı alındı. Bir bulut
O'nu alıp gözlerinin önünden uzaklaştırdı."
(Elçilerin İşleri 1:9)
Matta ve Markos, İsa'nın gökten ikinci gelişinden
sık sık bahsederler (Matta 25:31 26:64 Markos
14:62). İsa göğe çıkmadıysa, her halde oradan
inmesini de beklemezlerdi. Kısaca özetlersek,
Markos 16:9-20 ve Yuhanna 8:1-11 bölümleri,
Deedat'ın iddia ettiği gibi, önce Kutsal
Kitap'tan çıkarılıp sonra Kutsal Kitap'a
konmamışlardır. Kutsal Kitap'ın, Düzeltilmiş
Yeni Çeviri (RSV) dediğimiz yeni çevirisinde
metne dahil edilmişlerdir. Çünkü araştırmacılar,
bunların gerçekten de orijinal metnin bir
parçası olduğuna ikna olmuşlardır. İşin
doğrusu, bu ayetler en eski metinlerin bazısında
var, bazısında yoktur. Deedat'ın sandığı
gibi, RSV yazarları Kutsal Kitap'la oynamamakta,
onu sadece mümkün olduğu kadar orijinal
metne yaklaştırmaya çalışmaktadırlar. Oysa
halife Osman'ın görevlendirdiği kimseler,
tercih ettikleri bir metinden farklı olan
her metni yok ederek, işin kolayına sapmışlardır.
Ayrıca, İncil kitaplarının ilk elyazması
metinlerinin bize ulaşmadığını, bunların
kayıp olduğunu söylemek bir şey ifade etmez.
Çünkü aynı durum Kuran'ın ilk elyazmaları
için de geçerlidir. Kuran'ın bize ulaşan
en eski metni, Hicret'ten iki asır sonra
derlenmiş, erken Al Mail üslubuyla, parşömen
üzerine yazılmış bir elyazmasıdır. Diğer
eski Kuran'lar, Kufi yazısıyla, aşağı yukarı
aynı tarihlerde yazılmışlardır.17
6. Kutsal Kitap'ta "Allah" Var
Mı?
Deedat'ın Kitab-ı Mukaddes Allah Sözü müdür?
adlı kitabının 34. sayfasında, Kutsal Kitap'ın
"Scofield Çalışma İncili"nde,
Arapça "Allah" kelimesinin bulunduğu
iddiasıyla karşılaşıyoruz. İddiasına kanıt
da gösterdiği için bu kez şanslı sayılırız.
Çünkü Scofield Nüshasından bir sayfayı alıp
kitabına basmıştır. Bu sayfanın dipnotunda
İbranice Tanrı anlamına gelen "Elohim"
kelimesinin "El" (güç) ve "Alah"
(yemin etmek) kelimelerinden geldiğini okuyoruz.
İşte bu ikinci kelime, yani Alah kelimesi,
Kutsal Kitap'ta Arapça Allah kelimesinin
bulunduğunun kanıtıymış.
Biz bu kadar ilişkisiz ve saçma kanıtların
düşünülmesinin bile zor olduğunu sanıyoruz.
İbranice'deki Alah kelimesi "yemin
etmek" anlamına gelir. Bunun Arapça
Allah kelimesinin Kutsal Kitap'ta bulunduğuna
nasıl kanıt oluşturduğunu anlamıyoruz. Deedat,
gerçekleri çarpıtmaya devamla, Scofield
Nüshasını yapanların, "Elah" (İbranice:
Tanrı) kelimesi yerine, "Alah"
yazdıklarını söyleyerek, inanabilme gücümüzün
sınırlarını zorlamaktadır. Oysa bu yazarlar
için bu ikinci kelime de "yemin etmek"
anlamında bir başka kelimedir.
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, mantıksız
iddialarına birini daha ekleyerek şöyle
demektedir: En son Scofield Nüshasında bu
Alah kelimesinin bulunmaması, "Ortodoksların"
bunu maksatlı olarak çıkardıklarını göstermektedir.18
Bir yorum dipnotunda artık bu kelimenin
bulunmadığı açıktır. Fakat bu nasıl olur
da, Kutsal Kitap metninin kendisinin değiştirildiğini
gösterir! Başka bir yerde, Hristiyanların
bir dipnotunu Tanrı Sözü'nün bir parçası
olarak görmemeleri gerektiğini söylüyor.19
Doğrusu, bu adamların başkalarından beklediği
standartları kendisine uygulayamaması esef
vericidir.
Bununla beraber, burada şu konuya da açıklık
getirmekte yarar vardır. "Allah"
kelimesinin bir özelliği yoktur, Kuran'dan
kaynaklandığı da düşünülmemelidir. Suriye
dilinde Tanrı anlamına gelen, "Alaha"
kelimesinden geldiği, İslam öncesi dönemde
Hristiyanlarca yaygın olarak kullanıldığı
bilinmektedir.20 İslam'dan önceki dönemde
Araplarca da yaygın olarak kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Örneğin, Muhammed'in babasının
ismi, Abdullah'tır. Allah (Tanrı) ve Abd
(kul) anlamına gelen iki kelimeden yapılmıştır.
Diğer yandan, "Allah" kelimesinin,
İslam öncesi dönemin şiirinde, Tanrı anlamında
kullanıldığı apaçık bir gerçektir.21 Durum
böyleyse, bu ismin özel bir yanı yoktur.
Bu yüzden Deedat'ın neyi kanıtlamak çabasında
olduğunu, heyecanının sebebini bilmiyoruz.
7.
Kutsal Kitap'ta Paralel Bölümler
Deedat'ın "mahkûm edici itiraflar"
başlığı altında yazdıklarının üstünde fazla
durmaya gerek görmüyoruz. Çünkü bunlar Kutsal
Kitap metninin yer yer zarar gördüğünü dürüstçe
itiraf eden sözlerden başka bir şey değildir.
Bu konuya daha önce eğilmiştik. Ayrıca Kuran'ın
da benzeri durumda bulunduğunu belirtmiştik.
Bu nedenle, konuyu dağıtıp dikkatlerin başka
yöne çekilmesine izin vermeyeceğiz.
Bununla beraber, Hristiyanların övündüğü
dört binin üstündeki farklı elyazması arasından,
kilise ileri gelenlerinin, kendi önyargılarına
uygun düşen dört tanesini seçtiklerini,
bunları da sonra, Matta, Markos, Luka ve
Yuhanna "İncilleri" diye adlandırdıklarını
ileri sürmesine şaştığımızı belirtmeden
geçemeyeceğiz ("Dört İncil" konusunda
bkz. VII. Bölüm).
Deedat, bunları söylemekle, konuyla ilgili
affedilmez bilgisizliğini bir defa daha
açığa vurmuş olmaktadır. Çünkü, bu dört
bin elyazması, Yeni Antlaşma'yı oluşturan
27 kitabın kopyalarıdır. Yüzlercesi de sözü
geçen dört "İncil"in kopyalarıdır.
Bu tür iddiaları okuyunca, Deedat'ın kitabını
istesek bile, bilimsel bir eleştiri olarak
göremeyeceğimizi, daha çok Kutsal Kitap
aleyhine yazılmış bir nutuk olduğunu anlıyoruz.
Öyle ki, yazarın bilgisi mi daha koyu, yoksa
önyargıları mı, karar vermekte güçlük çekiyoruz.
Bu önyargısını izleyen sayfada da sergilemiş
olduğunu görüyoruz. Burada, Musa'nın beş
kitabını Tanrı sözü olarak göremeyeceğimizi,
çünkü bunlarda sıkça geçen "Rab Musa'ya
dedi ki..." gibi ifadelerin, bunları
bir üçüncü kişinin yazdığını söylemektedir.
Deedat'ın bir an için dahi durup Musa'nın
kendisinden üçüncü kişiymiş gibi söz etmek
isteyebileceğini düşünmemesi, bizce bu önyargılı
tutumunun göstergesidir.
Bu gibi ifadelere bakıp Musa ile ilgili
olarak söyledikleri doğru ise, yani bu sözler
Musa'nın değil duyduklarını ileten bir üçüncü
kişinin sözleri ise, Kuran da ne Tanrı'nın
ne de bir peygamberin sözleridir. Olsa,
olsa, "duyduğunu ileten bir üçüncü
şahsın" sözleridir. Çünkü, benzeri
ifadeler Kuran'ın sayfalarında da vardır:
"Allah, 'Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve
anana olan nimetimi an' demişti!" (Mâide/5:110).
Kutsal Kitap'taki, "Rab, Musa'ya konuştu"
ifadesiyle, Kuran'daki "Allah, İsa'ya
konuştu" ifadeleri arasında bir fark
göremiyoruz. Kutsal Kitap'ı eleştirmek için
söylenen her sözün, Kuran için de geçerli
olacağı, kuşku götürmez.
Son olarak Musa, Deedat'in dediği gibi,
kendi ölümünün ağıtını yakmamıştır. Tesniye
kitabının 34. bölümü, halefi Yeşu Peygamber
tarafından yazılmıştır. Bu adı taşıyan bir
sonraki kitabın yazarı da odur.
Deedat'ın kitabının 6. bölümü dört İncil'in
özgünlüğü ile ilgilidir. Söze başlarken
ilk İncil'i Matta'nın yazmadığını, kitap
içi kanıtların bunu gösterdiğini ileri sürüyor.
Neden olarak da Matta'nın kendisinden bir
üçüncü şahısmış gibi söz etmesini gösteriyor.
Bu doğrultuda yürüttüğü mantığın ne kadar
tutarsız olduğunu daha önce de göstermiştik.
Yazarının Tanrı olduğu söylenmesine rağmen,
Kuran'da Tanrı'dan pek çok defa bir üçüncü
şahıs gibi söz edilmektedir. Böylece bir
Müslümanın Kutsal Kitap'ın herhangi birisinden,
yazarı kendinden, bir üçüncü şahısmış gibi
söz ediyor diye kuşkulanmasını anlayamayız.
Dahası, Deedat'ın kitabına aldığı J.B. Phillips'in
Matta İncil'iyle ilgili araştırmasının önsözü
de çok aydınlatıcıdır. Phillips şöyle diyor:
"Eskiler, bu İncili Havari Matta'ya
atfetmiştir. Fakat bugünün dinbilginlerinin
hemen hemen tümü bu görüşü reddeder... Hâlâ
Matta diye rahatça isimlendirebileceğimiz
yazar... sözlü bir efsane koleksiyonu olabilecek
esrarengiz "Q"dan açıkça istifade
etmiştir."
Şimdi aşağıda sıralayacağımız şu olgulara
dikkatinizi çekmek istiyorum:
1. Bu İncil'in Matta tarafından yazıldığı
eskiden beri kabul edilmektedir. Bazı "dinbilginlerinin"
kişisel görüşünü kabul edip İncil'in ilk
yazılıp çoğaltıldığı günlerde yaşayan tanıklığını
reddedemeyiz. Diğer yandan, "dinbilginlerinin
hemen hemen tümü"nün bu İncil'in Matta
tarafından yazıldığını kabul etmedikleri
görüşüne de katılamıyoruz. Kabul etmeyenler
belli bir ekole mensup araştırmacılardır.
Onlar Yaradılış hikâyesine de inanmazlar.
Nuh ve Tufanı efsane olarak bilirler. Yunus'un
bir balığın karnında üç gün geçirdiği düşüncesi
de gülünçtür, onlar için. Biz Müslüman okurlarımızın
bu tür "dinbilginlerine" ne diyeceklerini
düşünebiliyoruz.
Fakat yukarıda sözü geçen bu hikâyeleri
tarihsel gerçekler olarak görenlerin hemen
hemen hepsi bu İncil'in Matta tarafından
yazıldığını da kabul eder.
2. Phillips, "bu İncil'in yazarının
yine de Matta olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Çünkü makul bir alternatifi olmadığı gibi,
ilk dönem kilisesinin tarihi de akla başka
birini getirmemektedir" diyor.
3. Esrarengiz "Q" adlı kaynak,
çağdaş "bilim adamları" öyle görmeyi
tercih ettikleri için esrarengizdir. Daha
doğrusu, bir efsaneden başka bir şey değildir.
Böyle bir sözlü geleneğin varlığını gösteren
tarihsel hiçbir kanıt yoktur.
Son olarak, Matta'nın Markos'tan kopya ettiğini,
Yeşaya 37'de bulunan bir bölümün, II. Krallar
19'da tekrarlandığını belirtip, eleştiride
bulunmasını ciddiye almamız mümkün değildir.
Deedat, "Matta... tamamını Markos'tan
kopya etmiştir! Buna rağmen Hristiyanlar
bu "toplu hırsızlığı" hâlâ Allah'ın
Kelamı diye adlandırıyorlar" diyor.25
Bunun, Kutsal Kitap'ın Tanrı Sözü olma ihtimalini
tamamen ortadan kaldırdığı ifadesinin mantığını
anlayamıyoruz.
Bu fikrinin akılsızlığını anlamak için,
Markos İncil'inin tarihini bilmek yeter.
Kilise liderlerinden Papias'ın kaydettiğine
göre Markos'un İncil'i için havari Petrus
kaynaklık ettmiştir.
Petrus'un, İsa'nın yaşamı ile ilgili ilk
elden bilgisi, Matta'nın bilgisinden fazla
idi. Petrus'un imana gelişi Matta İncil'inin
4. bölümünde anlatılmaktadır. Oysa, Matta'nın
imana gelişi, daha sonraları, Petrus'un
tanık olduğu birçok olaydan sonra olmaktadır
ve Matta'nın 9. bölümünde anlatılmaktadır.
Bir şeyi daha unutmamamız gerekir ki, o
da Petrus'un Matta yokken de sık sık İsa'yla
beraber olduğudur. Örneğin, Petrus İsa'nın
görünümünün değişmesine tanık olmuştur (Markos
9:2). Ayrıca Getsemani bahçesinde de bulunmuştur
(Markos 14:33). Oysa her iki olayda da Matta
hazır bulunmuyordu.
Matta, bilgi edinmek için daha güvenilir
bir kaynak bulamazdı. Çünkü yararlandığı
yine İncil metniydi. Bu yüzden onun İncil'ini
geçersiz saymamız mümkün değildir.
Eğer Deedat, sözünü ettiği bu Kutsal Kitap'taki
hikâyelerin İncil öncesi dönemde yazılmış,
İncil dışı kaynaklarda paralelleri olduğunu
gösterebilseydi, ayrıca bunların masallar,
efsaneler olduklarını da kanıtlayabilseydi
o zaman bu söylediklerini ciddiye alırdık.
Ne var ki, böyle paraleller Kutsal Kitap'ta
bulunmaz. Fakat Kuran'da bunlara rastlamak
mümkündür. Tarihi gerçekler olarak anlatılan
bazı hikâyelerin İslam öncesi Yahudi masallarında
paralelleri bulunmaktadır. Örnek olması
için sadece birini ele alalım.
Kuran Habil'in, kendi kardeşi Kabil tarafından
öldürülüşünü anlatır (Mâide/5:27-32). Aynı
hikâyeyi Kutsal Kitap'ın Tekvin bölümünde
de buluyoruz. Ancak, bir noktada farklı
oldukları görülmektedir.
"Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini
göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga
gönderdi."(Mâ;ide/5:31)
Yahudilerin bir masal kitabında da, Adem'in
Habil için ağladığını, çünkü ölüsünü ne
yapacağını bilmediğini, sonunda bir karganın
eşeleyerek ölü arkadaşını gömdüğünü görünce,
aynısını yapmaya koyulduğunu okuyoruz. Kargayı
izleyip aynısını yapan, bu hikâyede, Adem'in
kendisi olmaktadır.26 Kuran'da ise kargayı
gören Kabil'dir. Bu küçük fark dışında hikâyeler
arasındaki benzerlik apaçık ortadadır. Yahudi
kitabı, Kuran'dan daha eski tarihli olduğuna
göre, Muhammed'in bu hikâyeyi kopya ettiği,
uygun bazı değişiklikleri yaptıktan sonra
ilahi ilham diye, Kuran'a yazdığı söylenebilir.
Vardığımız bu yargıyı kabul etmek istemeyenler,
sağlam kanıtlara dayanan bir açıklama getirmek
zorundadır. Özellikle de, bunu izleyen şu
ayetlerin neden burada olduğunu açıklamalıdırlar:
"Bunun için İsrailoğullarına şöyle
yazdık: 'kim bir kimseyi bir kimseye veya
yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan
öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi
olur. Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa)
bütün insanları diriltmiş gibi olur'."
(Mâide/5:32)
İlk bakışta bu ayetin daha önce anlatılan
hikâyeyle bir ilgisi görünmüyor. Niye bir
insanın ölümü veya kurtarılışı bütün insanlığın
yokoluşu veya kurtarılışı olsun ki? Ancak
bir diğer Yahudi kaynağına baktığımızda
anlatılan hikâye ile, onu izleyen sözler
arasındaki ilişkiyi de görüyoruz. Şimdi
Mişnah adlı kitaba bakalım:
"Kardeşini öldüren Kabil ile ilgili
olarak, kardeşinin kanları ağladı dendiğini
görüyoruz (Tekvin 4:10). Bunun nedeni, yani
tekil olarak kan değil de, kanları denmesinin
nedeni, onun soyundan gelenlerin de kanı
kastedildiği içindir. İnsan tek olarak yaratıldı,
böylece anlasın ki, bir kişiyi öldürürse,
bütün bir ırkı öldürmüş sayılsın. Diğer
yandan, bir kişiyi kurtarırsa bütün bir
ırkı kurtarmış sayılsın."
Yukarıdaki sözleri yazan hahamın görüşüne
göre, Kutsal Kitap'ta, tekil değil de çoğul
olarak kanlar denmiş olmasının nedeni, sadece
bir adamın değil tüm soyunun kastedilmiş
olmasıdır. Bu açıklamasını oldukça spekülatif
bulduğumuzu söyleyebiliriz. Fakat önemli
olan, hahamın bu görüşlerinin tıpatıp aynısını,
nasıl olur da Allah'tan vahiy yoluyla geldiği
söylenen bir kitapta buluyoruz sorusudur.
Bizim görüşümüze göre, Muhammed bunu bir
Yahudi kaynağından almış, ama nereden aldığını
söylememiştir. İkinci bir olasılık da, bunun
kaynağını kendisi de bilmiyordu.
"Yaptığımız karşılaştırmalar bize niye
Muhammed'in böyle konu dışına çıktığını
göstermektedir. Kendisine hikâyeyi anlatanlar
bu kuralı da birlikte aktarmışlardır."
Hem Kuran'da, hem Yahudi kaynaklarında,
karga hikâyesinin ardından da, bir insanın
öldürülmesi ve bununla ilgili felsefenin
gelmesi, Muhammed'in bilgi için bazı kaynaklardan
yararlandığını, bunların Tanrı'dan olamayacağını
gösterir. Öyle ki şöyle bir yargıya varmamak
mümkün değildir.
"Böylece, dünyanın ilk katilinin hikâyesi,
sahne arkasında duran bir Yahudinin etkisini
gösteren çok bilgilendirici bir örnek oluşturmaktadır."
Kutsal Kitap'ta bulunan bazı bölümlerin
kitabın başka bir yerindeki paralellerindan
söz edip bununla uğraşmaktansa, Deedat bize
Kuran'daki bazı bölümlerin niye bu kadar
Yahudi masal kitaplarına benzediğini açıklamalıdır.
Bu benzeyiş o kadar ileri gidiyor ki, Yahudi
kaynaklarından alıntı yapıldığı bile söylenebilir.
Aksi halde biz de yukarıdaki yargıya katılmak
zorunda kalacağız.
Deedat, kitabının bu bölümünü bitirmeden
"Kitab-ı Mukaddes çığırtkanları"
diye adlandırdığı kimselerden söz ediyor.
Bunları da, kitabın "her kelimesinin
hatta her virgül ve noktasının Allah'ın
Sözü olduğunu ısrarla iddia edecek"
kimseler diye adlandırıyor. Kutsal Kitap'la
ilgili aşırı iddialar öne süren fanatik
insanlara şüphesiz bizim de sempatimiz yok.
Ama, şimdiye kadar incelemiş olduğumuz kanıtların
ışığında aynı derecede fanatik Müslümanların
bulunabileceğini kabul etmesi, aksine kanıtlar
ortada dururken Kuran'la ilgili aşırı iddialar
ileri süren kimseleri de, "Kuran çığırtkanları"
diye adlandırmasını bekleriz.
8. Kutsal Kitap'ta Çelişkiler Olduğu iddiası
Deedat, 7. bölüme "Mihenk Taşı"
dediği bir iddiayla başlıyor. II. Samuel
24:1 ile I. Tarihler 21:1'i karşılaştırdıktan
sonra, birinde Tanrı'nın Davut'u İsraillileri
saymaya yönelttiğini, diğerinde Şeytanın
bu işi yaptığını belirterek, burada çelişkiye
dikkatimizi çekiyor. Ancak, Kuran ve Kutsal
Kitap'ın teolojisiyle ilgili yeterli bilgisi
olan herkes, Deedat'ın kendi bilgisizliğini
sergilemekten başka bir şey yapmadığını
hemen anlayacaktır. Bu konuya ışık tutması
için, Kuran'ın kendisinde bile benzer bölümler
bulmak mümkündür:
"Kâfirlerin üzerine onları kışkırtan
şeytanlar gönderdiğimizi bilmiyor musun?"(Meryem/19:83)
Yukarıdaki ayette Allah'ın şeytanları imansızların
üzerine gönderdiğini okuyoruz. Bu yüzden
onları şaşkınlığa iten Allah da olsa, baştan
çıkarmak için şeytanı kullanmaktadır. Kutsal
Kitap'ta Deedat'ın sözünü ettiği durum için
de aynı şeyi söyleyebiliriz. Davut'a karşı
harekete geçen Tanrı da olsa, İsraillileri
saydırması için şeytanı kullanmıştır (Bkz.
s. 146-147). Kutsal Kitap'ın Eyup peygamberle
ilgili hikâyesinde de bunun bir benzerini
buluyoruz. Eyup 1:12'de şeytana, Eyup peygambere
karşı kullanması için güç verildiğini, Eyup
2:3'te harekete geçenin Tanrı'nın kendisi
olduğunu okuyoruz. İnsanlara karşı şeytanın
her hareketini, Tanrı'nın hareketi olarak
da görebiliriz. Çünkü, Tanrı'nın izni olmadan,
şeytan hiçbir şey yapamaz. "Allah onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir"
şeklindeki Bakara/2:7 ile ilgili olarak,
Zamakşari'nin yaptığı şu yorum, bu konudaki
son söz olabilir:
"Şimdi kabul edelim ki, şeytanın veya
imansızın kalbini mühürleyen gerçekte kendisidir.
Buna rağmen, bu yeteneği ve olanağı ona
verdiği için, mühürleme işi Tanrı'ya atfedilmektedir."
Deedat gibi acemilerin Kutsal Kitap'a karşı
gereksiz hücumlara kalkıp kendisini komik
duruma düşürmeden önce, Zamakşari gibi ünlü
bilginlerden Kuran dersi alması gerekmektedir.
Deedat'ın değindiği diğer noktalar, örneğin
II. Samuel 24:13 ve I. Tarihler 21:12'de
görülen farklı rakamlar, yani birinde 3
yıllık, diğerinde 7 yıllık beladan bahsedilmesi,
yazıcıların bir rakam yerine diğerini yazmalarından
kaynaklanan basit hatalardır (Ayrıca bkz.
s. 148). Örneğin, İbranicede 2000 için kullanılan
bir küçük kelime - ki I. Krallar 7:26'da
geçer - 3000 anlamında kelimeye çok benzer.
Bu da II. Tarihler 4:5'te geçmektedir.32
Tarafsız bir araştırmacı bunu bir yazıcının
yanlış aktardığını hemen kabul edecektir.
Deedat'ın saydığı tüm durumlarda çelişki
değil, yukarıdakine benzer yazıcı hataları
vardır. Bu küçük hataların, kitabın bütününü
nasıl etkilediğini kimse gösterememiştir.
Eğer bunlar çelişkili ise, Kuran'da da benzerlerini
bulup göstermemiz mümkündür. Örneğin, Secde/32:5'te,
Allah ile bir günün bin yıl olduğunu, Meâriç70:4'te
ise böyle bir günün 50.000 yıl gibi olduğunu
okuyoruz. Deedat, II. Tarihler 9:25'te dört
bin ahır dendiğini, oysa I. Krallar 4:26'da
kırk bin ahırdan bahsedildiğini, aradaki
36.000 ahırlık farkın çok büyük olduğunu
söyleyip bunu konu yapacağına, yukarıda
Kuran'dan verdiğimiz örnekte görülen daha
büyük farkın, 49.000 yıllık farkın açıklamasını
yapsın.
9. Kutsal Kitap'ta Müstehcenlik
Bundan sonraki bölümde Deedat, Yahuda'nın
Tamar'la ilişkisi - ki Tekvin 38'de geçer
- ve benzeri diğer hikâyelerin, örneğin
Lut'un kendi kızlarıyla ilişkisi gibi hikâyelerin
üzerinde duruyor, böyle hikâyeler içerdiği
için bunun Tanrı'nın sözü olamayacağını
söyluyor (Bkz. s. 201-203).
Doğrusu, bu mantığını izlemekte güçlük çekiyoruz.
Tanrı sözü olduğunu iddia eden bir kitabı,
insanların en iyisinin dahi kötü yanları
olduğunu gösteriyor diye reddetmemiz mümkün
değildir. Deedat'ın işaret ettiği hikâyelerin
tümü, insanların kötülüğü ile ilgilidir.
İnsanların günahlarını böyle apaçık söylüyor
diye Tanrı sözü değildir dememiz, nasıl
mümkün olur, anlayamıyoruz. Kutsal Kitap'ın
başından sonuna kadar Tanrı tam anlamıyla
kutsal, adil ve sevgi dolu bir karakterde
tanıtılmaktadır. Tanrı'nın bu şekilde tanıtılmasına
Deedat'ın bir itirazı olmadığını görüyoruz.
Bizim için önemli olan da budur. Çünkü,
bizim görüşümüze göre, bir kitabın Tanrı
sözü olup olmadığına bakılırken göz önüne
alınması gereken nokta, Tanrı'yı nasıl tanıttığıdır.
Eğer o kitap insanların günahlarını hiç
bir şeyi saklanmadan ortaya döküyor ve en
iyilerinin dahi kusurlu davranışlarını göz
ardı etmiyorsa, Tanrı sözü olma iddiasından
hiçbir şey kaybetmez. Demek ki övdüğü insanlar
değil Tanrı'dır deriz. Kutsal Kitap da Tanrı'yı
yüceltir, insanları değil.
Bizim dikkatimizi bir noktanın daha çektiğini
söyleyebiliriz. Deedat işine öyle geldiği
için Kutsal Kitap'ta anlatılan daha büyük
bir kötülük ve günahtan hiç söz etmiyor.
Bu da II. Samuel 11'de geçen Davut'la Batşeba'nın
hikâyesidir. Davut bu kadını banyo yaparken
görmüş, kendi yanına çağırtmış ve sonra
onunla zina etmiştir. Bunun ardından kadının
çocuğu olunca da kocası Uriah'ı öldürtüp
onunla evlenmiştir.
Bu hikâye en az Deedat'ın işaret ettiği
hikâyeler kadar kötüdür. Fakat bunu özenle
görmezlikten gelmektedir. Niye? Çünkü Kuran'da
da bu hikâye bulunmaktadır. Sad (38.) Sûresinde
okuduğumuza göre, Davut'un önüne iki adam
çıkar. Doksan dokuz koyunu olan biri tek
koyunu olan diğer adamdan, o tek koyunu
da ister. Bunun üzerine Davut kızıp bunun
haksızlık olduğunu söyler. Ancak, sonradan
anlar ki aslında bu hikâye kendisini yargılamaktadır.
O zaman Allah, Kuran'da şöyle diyor:
"Davut, kendisini denediğimizi sanmıştı
da, Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip
secdeye kapanmış, tövbe etmiş Allah'a yönelmişti.
Böylece onu bağışlamıştık." (Sad/38:24-25)
Habil ve Kabil hikâyesinde de olduğu gibi
ardarda sıralanan bu olayları izlemek güç
olmaktadır. Sanki aralarında bir bağlantı
yok gibidir. Tanrı, yaptığı şey için Davut'u
nasıl yargılamıştır? Davut ne yapmıştır
ki sonunda Tanrı onun tövbesini kabul etmiştir?
Bu soruların cevabını Kutsal Kitap'ta buluyoruz.
II. Samuel 12'de Natan peygamber Davut'a
gelip koyun sürüsü sahibi zengin bir adamın,
ziyafet için bir koyunun kesilmesi gerektiğinde
kendi koyunlarını bırakıp tek koyun sahibi
olan hizmetçisinin pek sevdiği koyununu
kestiğini anlatır. Davut bu zengin adama
kızınca, Natan "o adam sensin"
demiştir:
"Ve Natan Davut'a dedi: O adam sensin.
İsrailin Allahı RAB şöyle diyor: Ben seni
İsrail ülkesine kral olarak meshettim. Ve
ben seni Saul'un elinden kurtardım. Ve efendinin
evini sana, ve efendinin karılarını koynuna
verdim. Ve eğer bu az gelse idi, sana daha
neler verirdim. Niçin RAB'BİN gözünde kötü
olanı yaparak, onun sözünü hor gördün? Hititli
Uriya'yı kılıçla vurdun ve karısını kendine
karı olarak aldın. Ve Uriya'yı Ammon oğullarının
kılıcı ile vurdun?" (II. Samuel 12:7-9)
Tanrı'nın Davut'u nasıl yargıladığı, işte
şimdi anlaşılıyor. İsteyebileceğinden fazlasına
sahipken, bir çok karısı varken o, hizmetçisinin
tek karısını almıştır. Sonra Davut, "Rabbe
karşı günah işledim" deyince, Natan
da "Rab de günahını bağışladı"
diye cevap vermiştir" (II. Samuel 12:13).
Kuran ve Kutsal Kitap'taki hikâyeler birbirine
öyle benziyor ki, nedenlerinin aynı olduğu,
yani Davut'un Batşeba ile zinasına işaret
ettikleri apaçıktır. Deedat'ın bu hikâyeyle
ilgilenmemesinin nedeni, her şeyden önce,
bir bölümünün Kuran'da da anlatılmış olmasıdır.
Ayrıca, bu hikâyenin doğruluğunu Kuran'ın
da onaylamış olması, Kutsal Kitap'ta diğer
peygamberlerin benzeri günahlarının bulunmasına
da pek itirazımız olamayacağını gösterir.
Tüm peygamberler etten kemikten insanlardı.
Bu nedenle de, aynen diğer ölümlü insanlar
gibi, günaha düşmeleri mümkündür. Onların
bu kötü işlerini saklamadan, ayrıcalık gütmeden,
olduğu gibi anlatıyor diye Kutsal Kitap'ı
eleştiremeyiz. Muhammed dahi, diğer insanlar
gibi, ihtiras sahibi bir insandı. Hayatının
bir döneminde dokuz karısı olmasına rağmen,
onlarla sıra ile beraber olacağına, dilediği
ile beraber olma arzusunu yenememiştir.
Bunun üzerine Ahzâb/33:51 "vahyedilip"
karılarının istediği ile keyfine göre yatmasına
izin verilmiştir. Öyle ki en sevdiği karısı
Ayşe, şu yorumu yapmaktan kendini alamamıştır:
"Öyle hissediyorum ki, Rabbin istek
ve arzularını yerine getirmekte acele davranmaktadır."
Yaşamış insanlar arasında sadece İsa Mesih,
diğer insanlar gibi arzu ve isteklerine
mağlup olmamıştır. Deedat, II. Timoteyus
3:16'nın ışığında anlatılan hikâyeleri hangi
başlık altında toplayabiliriz diye soruyor.
Bu sorusuna memnuniyetle cevap veririz:
1. Doktrin: Tüm insanlar günahkârdır.
Peygamberler ve insanların en iyisi de istisna
oluşturmaz. Bu nedenle İsa Mesih aracılığıyla
bağışlanmaya herkesin ihtiyacı vardır.
2. Uyarı: İnsanlar Tanrı'ya karşı
günah işledikleri zaman sonuçlarına da katlanmak
zorundadırlar. Yahuda'nın işlediği günahtan
sonra, kendileriyle ilgili hikâyelerde Yakup'un
oğullarından tek yer alanı Yusuf'tur. Tekvin
bölümünün başından sonuna kadar, onunla
ilgili olarak anlatılan her şey, davranışlarının
kusursuz olduğunu göstermektedir. Öte yandan,
talihleri o kadar parlak olmayan kardeşlerinin
zamanla ona yenildiklerini, önünde diz çöküp
yiyecek için yalvarmak zorunda kaldıklarını,
Yusuf'un ise Tanrı'ya sadakati nedeniyle
galip geldiğini anlıyoruz.
3. Düzeltme: Tanrı günahlarımızı
bağışlasa dahi, kendi iyiliğimiz için, bazı
sonuçlarına katlanmak zorunda kalabiliriz.
Davut'un zina günahı bağışlanmıştır, ama
bu günahının sonucu olarak hayatında dört
büyük kayıp meydana geldiğini görüyoruz.
Diğer yandan, bu cezanın onun terbiyesi
için olduğunu, benzeri bir şeyi bir daha
yapmadığını biliyoruz
4. Doğruluk Yoluna Ulaştırma: Bu
olayların tümü bize insanın doğuştan gelen
bir doğruluğu olmadığını, tam aksine, eline
fırsat geçmesi halinde, günahların en büyüğünü
işlemeye potansiyeli olduğunu görüyoruz.
Bize gerekli olan Tanrı'dan gelen doğruluktur
ki, bu da ancak İsa Mesih'e imanla olur.
O korkunç cinayeti işledikten sonra Davut'un
şöyle dua ettiğini görüyoruz:
"Bende temiz yürek yarat, ey Allah
Ve içimde doğru ruh tazele.
Beni önünden atma,
Ve Mukaddes Ruhunu benden alma.
Bana kurtarışının meserretini geri ver
Ve istekli ruh ile bana destek ol."
(Mezmur 51:10-12)
Günahkârlar günahlarını Tanrı'ya itiraf
edip tövbe etmek ve kurtuluşları için ona
güvenmek suretiyle, Tanrı'nın doğruluğunu
kazanabilirler. Havari Petrus bunu şöyle
ifade etmiştir:
"Günahlarınızın bağışlanması için tövbe
edin, her biriniz İsa Mesih'in adıyla vaftiz
olsun. Böylece Kutsal Ruh armağanını alacaksınız."
(Elçilerin İşleri 2:38)
10. İsa Mesih'in Soyu
Deedat kitabının son bölümünda İncil'in
Matta ve Luka kısımları arasında İsa'nın
soyuyla ilgili çelişki bulduğunu, çünkü
bu ilişkinin sıraladıkları isimlerin, birbirinden
çok farklı olduğunu söylemektedir. Ona göre,
isim listeleri arasında görülen bu fark,
her iki yazarın da "şaşkın birer yalancı"
olduğunu kanıtlamaktadır.34 İnsanlığa verilmiş,
en kutsal öğretiyi büyük bir titizlikle
kaydeden bu iki insanın "şaşkın birer
yalancı" olarak sunulması inanabileceğimizin
ötesinde bir şeydir.
Ne var ki, biz onun Kutsal Kitap'la ilgili
önyargılarını paylaşmıyoruz. Bu nedenle,
konuya da daha objektif bir yaklaşımımız
olacaktır. Sözümüzün başında şu hatırlatmayı
yapmayı uygun buluyoruz. Her insanın soyunda,
iki kol bulunduğunu söylersek yanlış olmaz.
Biri babasının atalarını, diğeri anasının
atalarını sayar. Yusuf İsa'nın babası değildi,
ama soy işinde babası olarak görülmeliydi.
Çünkü Yahudilerde önemli olan baba tarafıydı.
Bu nedenle Matta, uzun boylu düşünmeye gerek
görmeden, İsa'nın soyunu Yusuf'un kolundan
ele alıyor. Hikâyesinin devamında da İsa'nın
velisi ve Meryem'ın kocası olarak Yusuf'un
rolü üzerinde duruyor.
Deedat, laf arasında, Luka 3:23'e göre,
Yusuf İsa'nın "zannedilen" babasıydı
diyor. İşte buradaki tek bir kelime, bize
Luka İncil'inin İsa'nın soyuyla ilgili anahtarını
oluşturuyor. Saydığı ataları içinde hiç
kadın ismine rastlamıyoruz. İsa'nın doğumunda
Meryem'in rolü üzerinde duruyor olsa bile,
soyunu anlatırken, İsa'yı Meryem'in oğlu
olarak değil, Yusuf'un "zannedilen"
oğlu olarak gösteriyor ki, Yahudilerin geleneklerine
uygun olarak baba tarafından bir soyu olsun.
Ancak özenle zannedilen kelimesini de ekliyor
ki, yanlış anlışılmasın, saydığı Yusuf'un
değil, aslında Meryem'in soyuydu. Gördüğümüz
gibi bu basit açıklama bu konuda var olduğu
söylenen çelişki veya sorunları da ortadan
kaldırmaktadır (Ayrıca bkz. V. Bölüm).
"Yüzyıllar boyunca gerçekler oldukları
gibi açıklansalar da, önyargıları nedeniyle
gözleri görmeyen insanlar Matta ve Luka'yı
çelişiyorlar diye suçlamayı sürdürmektedir."
Deedat bir yandan İncil yazarları arasında
çelişki olduğu iddiasını sürdürürken diğer
yandan Matta'yı suçlamakta, İsa'nın ataları
olarak saydığı kimseler arasında zinakârlar
veya aile içi zinanın çocukları olduğunu
belirtmektedir. Ayrıca bu durumun İsa'nın
mutlak saflığı ve kutsallığına gölge düşürdüğünü
söylemek istemektedir.
Matta İncil'ini incelediğimizde İsa'nın
soyunda dört kadının adının geçtiğini görüyoruz.
Aile içi zina işleyen Tamar, Yahudi olmayan
ve aynı zamanda fahişe olan Rahab, yine
Yahudi olmayan Rut ve zinâkar Batşeba. Matta'nın
saydığı dört kadının da, ahlak veya ırk
açısından kusurlu olması dikkatimizi çekmektedir.
Bunu maksatlı yaptığı açıktır. Onları anarken,
İsa'yı küçük düşürdüğünü düşünmediği de
bellidir. Böyle bir düşüncesi olsaydı, İsa'nın
soyundan başka kadınları, daha saygı değer
kadınları, örneğin Sara ve Rebekka'yı anardı.
Matta niye özellikle onun soyunun "temizliğini"
bozan dört kadın seçmiştir? Matta, bunun
da cevabını çabucak vermektedir. Çünkü Yusuf'a
görünen melek doğacak çocukla ilgili olarak
şöyle demiştir:
"Onun adını İsa koyacaksın. Çünkü halkını
günahlarından kurtaracak olan O'dur!"
(Matta 1:21)
İsa'nın bu dünyaya gelişinin nedeni Tamar,
Rahab, Rut, Batşeba gibi insanları kurtarmaktır.
Böyle insanları kurtarmak, kurtuluşu Yahudi
olup olmamasına bakmaksızın insanların tümüne
sunmak için gelmiştir. Kendisi de bir fırsat
çıktığında şöyle demektedir:
"Sağlamların değil, hastaların hekime
ihtiyacı var. Gidin de, 'Ben kurban değil,
merhamet isterim' sözünün anlamını öğrenin.
Çünkü ben doğru kişileri değil, günahkârları
çağırmaya geldim."(Matta 9:12-13)
Siz, değerli okuyucumuz, eğer düşünüyorsanız,
yıllar yılı gösterdiğiniz dindarca çabalar,
Tanrı önünde bir çeşit doğruluk olarak sayılacaktır
ve günahlarınıza bakılmayacaktır, Tanrı
kutsallığına ters düşen günahlara aldırış
etmez, o zaman kendi kendinizi doğru çıkarmak
için gösterdiğiniz boş çabalara devam edin.
İsa size yardım edemez. Aslında kimse size
yardım edemez.
Fakat eğer biliyorsanız, günahlarınız çoktur
gerçek benliğinizi keşfettiniz ve gördünüz
ki sizde doğruluk yoktur, sadece ve sadece
kötülük vardır. Eğer bir gün bunları, bu
gerçekleri kabul edecek kadar dürüst olabilirseniz,
o zaman İsa'ya dönün. Çünkü O, sizin gibi
insanları kurtarmak için gelmiştir. Sizi
günahlarınızdan temizlemek onun elindedir.
Kutsal Kitap'ın yazarlarıyla ilgili olarak
Deedat'ın soruları üzerinde uzun boylu durmak
gereğini görmüyoruz. İsa, Eski Ahit kitaplarının
tümünün Tanrı'dan ilham yoluyla gelen, Tanrı
sözü yetkisine sahip olan kitaplar olduğunu
onaylamıştır. İsa sürekli olarak, Eski Ahit
kitaplarından alıntı yapmış, bu sözlere
karşı gelinmeyeceğini söylemiştir (Yuhanna
10:35). Diğer yandan Kutsal Ruh, Yeni Ahit
kitaplarının Eski Ahit kitapları kadar yetkili
kitaplar olduğuna her yerde ve sürekli olarak
tanıklık etmiştir.
Daha önce de görmüş olduğumuz gibi, Kuran
da Tevrat ve İncil olarak adlandırılan ve
Muhammed zamanında Yahudiler ile Hristiyanların
elinde bulunan kitapları, Tanrı sözü olarak
tanımaktadır. Sözü edilen bu kitaplar bugün
bildiğimiz Eski ve Yeni Ahit kitaplarından
başkası değildir. Kimse bu gerçekleri samimiyetle
inkâr edemez.
11. SONUÇ
Şimdiye kadar söylenenlerden çıkan sonuç
şudur Deedat, Kutsal Kitap'ın Tanrı Sözü
olmadığını kanıtlayamamıştır. Kendisinden
önce bu işe kalkışan Joommal gibi, Kutsal
Kitap'ın başarısız bir eleştirmeni olmaktan
ileri gidememiştir.
Ayrıca, kitabının her sayfasında olumsuz
bir ruh ve tutum görmek bizi üzmüştür. Kutsal
Kitap'ın içerdiğini objektif olarak inceleme
gayretini, kitabının hiçbir yerinde görmüyoruz.
Onun hakkında tek bir iyi söz söylememektedir.
Bir kimsenin Kutsal Kitap'ı baştan sona
okuyup sadece kötü şeyler söylemesine şaşmamak
elimizde değildir. Kitabının ilk sayfasından
son sayfasına kadar okuyucu aşırı önyargılı
bir ruhla karşı karşıya gelmektedir. Böyle
bir tutum, kendini bir Kutsal Kitap araştırmacısı
olarak tanıtan kimseye yakışmamaktadır.
Kitabının 57. sayfasında okuyucularına bizim
kuruluşumuzdan bedava bir Kutsal Kitap almalarını
öğütlüyor. Bu tavsiye üzerinde bize yazıp
bir Kutsal Kitap edinen bir çok Müslümandan
birini genç bir adamı ziyaret ettim. Gördüm
ki, aynen Deedat'ın dediğini yapmış, iddia
edilen çelişki ve müstehcen bölümlerini
renkli mürekkeple işaretlemişti. Yalnız
bir şeye dikkat ettim, İncil'i okumak, gerçekten
ne öğrettiğini bulup çıkarmak gibi hiçbir
çaba göstermemişti.
Haçlı seferi ruhunun çoktan gömüldüğünü
umut ediyorduk. Ancak bazı Müslüman yazarların,
bugünün genç Müslümanları arasında, o ruhu
tekrar canlandırmaya kararlı olduklarını
görüyoruz. Gerçekten de her samimi Müslümanın
Kutsal Kitap'a karşı böyle bir yaklaşımı
onaylamayacağını biliyoruz. Sadece hatalarını
bulmak için bir kitabın peşine düşmenin
başka ne anlamı olabilir ki? Bir kitabı
alıp tek bir kelimesini dahi okumadan içindeki
yanlışları aramaya yönelten nasıl bir kafa
yapısıdır? Kutsal Kitap'la ilgili olarak
bir Hristiyan yazarın şu sözlerine kulak
verelim:
"O, Tanrı'nın insanlara verdiği harika
bir sözdür. Derinliği ve güzelliği, sadece
onu eleştirmek için, tek gözle okuyanların
dikkatinden kaçacaktır."
Kutsal Kitap'a derin saygı duyan Müslümanlar
da bizden kitap talebinde bulunmaktadır.
Onların mektupları beni her zaman cesaretlendirmiştir.
Öte yandan Müslüman yazarların tümünün,
Deedat gibi olumsuz değil, daha olumlu yaklaşımları
olduğunu bilmek sevindiricidir. Tanınmış
bir İslami vakıf olan İslam Vakfı adlı kuruluş
İslam üzerine pek çok kitap yayınlamış ve
Kutsal Kitap'a yönelik tavrı da çok daha
olgun ve saygı değer bir tavırdır. Yayınlarının
birinde Hristiyan inancı ile ilgili olarak
şunu demekte, tüm Müslümanları da aynısını
yapmaya davet etmektedir:
"Müslümanlar için Hristiyanlığı inceleme
gereğini vurgulamaya dahi gerek yoktur.
Pek çok Hristiyan araştırmacı İslamı araştırmakta,
ancak pek az Müslüman ciddiyetle Hristiyanlığı
araştırmaya koyulmuş bulunmaktadır. Müslümanların
içinde bulundukları durum, onların Hristiyanlığı
incelemelerini zorunlu kılmaktadır. Müslümanların
burada izlemeleri gereken yol, geçmişte
bazı yazarların yapmış oldukları gibi, ucuz
polemiklere saplanıp kalmak değil, Hristiyanlığı
kendi kaynaklarından ve bu inancın mensuplarının
düşünce ve yorumlarından yararlanarak öğrenmektir."
Bunlar ne bilgece sözlerdir! Maalesef görmüş
olduğumuz gibi, Kutsal Kitap'a karşı ucuz
polemiklere girişen sadece geçmişin Müslüman
yazarları değildir. Deedat ve Joommal gibi
bazı yazarlar, bugün de aynı şeyi yapmaktadır.
Yukarıdaki alıntıda ifade edilen görüşleri
sadece destekleyebiliriz. Bu kitabımızda
cevabını verdiğimiz yayınlar gibi yayınlardan,
Hristiyanlıkla ilgili olarak çok çarpık
bir görüşten başka bir şey kazanamayacaklarını
söyleyebiliriz.
Daha bilge bir Müslümanın dediği gibi Hristiyan
inancını gerçekten anlamanın tek yolu, bu
inancı paylaşanların yazdığı kitapları alıp
okumaktır. Aşağıdaki alıntıyı tüm samimi
Müslümanların göz önünde bulundurmasını
tavsiye ederim:
"İmanları sağlam ve derin Müslümanların
Kutsal Kitabı okumamaları için bir neden
görmüyorum. İslam'a olan inançlarının güçlü
olduğunu söyleyenlere böyle yaklaşmak mümkündür.
Kuran'a sahip olmaları Kutsal Kitap gibi
tarihi, ahlaki ve yol gösterici, önemli,
büyük, eşsiz bir kitaptan yararlanmamaları
için bir neden değildir. Bir çok Müslüman,
önce Kutsal Kitap'ı reddetmiş, sonra içeriğini
öğrenip onu paha biçilmez bir hazine olarak
görmüştür."
Deedat'ın önyargılarını paylaşanlar ise,
bu tutumlarını değiştirinceye kadar Kutsal
Kitap'ı hiç açmasalar, daha iyidir. Onlar
öyle kişilerdir ki, Kuran onları kitap taşıyan
eşeğe benzetmiştir (Cuma/62:5). Eşek sırtındaki
kitapların değerinden nasıl habersizse bu
insanlar da yıkanmamış ellerine aldıkları
kitabın ruhani değerinden habersizdirler.
Sonsuz kudret sahibi Tanrı, o büyük merhamet
ve sevgisiyle hepimizin O'nun kutsal gerçeğine
gelmesini sağlasın. Bu gerçek nerede olursa
olsun, onu arama arzusunu bize versin. Bir
Kutsal Kitap'a sahip olma ayrıcalığı olan
Müslümanlar da, öğretilerini ve rehberliğini
anlamak ve bilmek amacıyla okuyarak yüce
gerçeklerini ve gözler kamaştıran güzelliğini
görsünler.
Sonraki
Sayfa (Deedat'la Yüksel'ın Kitabın'ın 2.
Bölümüne cevap)
|