Konferans
Notları
İçindekiler:
Kilise Düzeni ve Yönetimindeki Gelişmeler
Özlenen Birlik Yerine Bölünmeler
Doğu ve Batı Kilisenin Ayrılığı
ve Farklılıkları
Gnostikler’de Tanrı ve Yaratılış
Montanizm
2.
İlk Yüzyıllarda Yeni Anlaşma
Origen Sonrası Düşünce Gelişmeleri
İznik’ten Konstantin’in Ölümüne Kadar
Konstantin’in Oğulları Döneminde
Kilise
İskenderiye- Antakya Görüş Tartışmaları
Kutsal Kitap “Zaman tamamlanınca Tanrı Oğlunu yolladı” der. Tanrı tarihin her detayını öyle bir hazırlamıştır ki en doğru zamanda oğlunu yollamıştır.
Yeni Anlaşma döneminden önce başlayan Grek İmparatorluğu Mısır, Filistin hatta Hindistan’a kadar büyümüştü. Ama Grek İmparatoru Büyük İskender’in amacı sadece büyümek ve askeri olarak güçlenmek değildi. Aynı zamanda bütün dünyaya klasik Grek kültürünü yaymak istiyordu. Büyük İskender’in öğretmeni büyük filozoflardan biri olan Aristotel’di. Ancak Büyük İskender’in bilmediği bir şey vardı. Tanrı’da aynı şekilde Büyük İskender’in istediği gibi Grek kültürünün bütün dünyaya yayılmasını istiyordu. Böylece 2.yüzyıla kadar Grekçe bütün Akdeniz çevresinde ve hatta İran’a kadar konuşulan bir dil oldu.
İskender çok genç yaşta öldü ve o ölünce de imparatorluk çöktü. Grek İmparatorluğu yerine Roma İmparatorluğu geldi. Roma İmparatorluğu Grek İmparatorluğu gibi Akdeniz etrafına yayılmış büyük bir imparatorluk oldu. Tanrı Grek İmparatorluğu’nu kullandığı gibi Roma İmparatorluğu’nu da kullanmıştır.
Roma İmparatorluğu sınırları içinde -ki sınırları çok büyüktü- eğer Roma İmparatorluğu’na düşman değilseniz çok güvenli ve hızlı bir şekilde yolculuk yapabiliyordunuz. Yolları çok iyi,güvenli ve düzenliydi.
İşte Yeni Antlaşma dönemi başladığında bütün Akdeniz çevresinde ve İsrail’in etrafında tek bir dil kullanılıyordu ve rahatça yolculuk yapabilecek yollar vardı. Bu İsrail dışındaki dünyanın durumuydu.
Şimdi de İsrail’in durumuna bakalım:
İsa gelmeden önce Yahuda kokuşmuş ve çökmüş bir durumdaydı. Hirodes kukla bir kraldı. Rüşvet çok yaygındı. İdari yönetim çok bozuk olduğu gibi dini yapı da bozulmuştu. Tapınaktaki kahinlerin ve ibadetin durumu da iyi değildi. Romalılar bir nevi hem idari hem de dini yönetimi satın almışlardı. Bütün bu karışıklıklar içinde halk isyan etmek üzereydi.
İşte böyle bir durumda zaman tamamlanmıştı ve Tanrı Oğlu’nu gönderdi. Tanrı’nın sağlayışında zaman tam doğruydu.
70 yılında Kudüs’te çok büyük bir isyan çıktı ve bu isyanda tapınak yıkıldı. Havralarda doğan kilise özellikle de Kudüs’teki kilise imparatorluğun değişik yerlerine hatta dünyaya dağılmak zorunda kalmıştır.
300’lü yıllarda ise imparatorluk parçalanmaya başladığında imparator Konstantin başkenti İznik’ten İstanbul’a taşımıştır. Tabi ki bütün bu olaylar kiliseyi de çok etkilemiştir. Özellikle de Roma İmparatorluğu parçalandığında batıdaki kilise ile doğudaki kilise birbirinden kopmuştur. Batı Roma Katolik Kilisesi Roma episkoposu, Doğu Ortodoks Kilisesi ise İstanbul patrikliği etrafında toplanıyordu. Böylece yavaş yavaş doğudaki Ortodoks kilise ile batıdaki Katolik kilise birbirinden uzaklaşıp evrim geçirmeye başlamışlardır. Bu yüzden de iki kilise arasında büyük farklar oluşmuştur.
7-8.yüzyıla geldiğimizde ise Arabistan’da yeni bir akım olan Müslümanlık doğmaya başlamıştır. Türklerin Asya’dan Anadolu’ya gelirken İslamiyet’i kabul etmeleriyle özellikle doğu kilisesi İslamiyet’ten çok etkilenmiştir.
Aynı zamanda İslamiyet Avrupa’yı da birçok açıdan çok etkilemiştir. Ticaret yolları değişmiş, Akdeniz ticari merkez olmaktan çıkıp merkez Kuzey Avrupa’ya taşınmıştır. Avrupalılar yeni ticaret yolları ararken batıya ve güneye doğru hareket etmişlerdir. Bütün bunlara rağmen 1000’li yıllara geldiğimizde ise Rusya ve İskandinavya’da dahil olmak üzere bütün Avrupa Hıristiyanlaşmıştır.
Kutsal Kitap Mesih’in Eski Antlaşma peygamberliklerini tamamladığını söylemektedir. Kilise Babaları da kendilerini Eski Antlaşma peygamberliklerinin tamamlanışı, elçilerin yasal devamı ve Eski Antlaşmada bildirilen yeni İsrail olarak görmüşlerdir.
İlk olarak Hıristiyanlık yayılmaya başladığında insanlar Yahudi dininin bir kolu olarak gördüler. “Pax Roma” denen barış dönemi ve imparatorluğun sağladığı düzeni emniyet ve yollar sayesinde Müjde çok hızlı bir şekilde en uzak yerlere kadar yayılmıştır.
Elçilerin İşleri 2.bölümde anlatılan Pentikost gününden önce Müjde’yi duymaya hazır birkaç grup vardı. Bu gruplardan bir tanesi İsa’yı dinlemiş ya da duymuş olan kişilerdi. Bu kişilerin arasında Yahudiler, Samiriyeliler hatta Yahudi olmayanlar vardı. O dönemde bütün Roma dünyasına yayılmış olan Yahudiler de vardı. Bu Yahudilere “Helenistik Yahudiler” deniyordu. Pentikost gününde aynı zamanda dünyanın her tarafından da Yahudiler Kudüs’teydi.
Elçilerin İşleri 2:9-11 Aramızda Partlar, Medler, Elamlılar var.
Mezopotamya'da, Yahudiye ve Kapadokya'da, Pontus ve Asya ilinde, Frikya ve
Pamfilya'da, Mısır ve Libya'nın Kirene'ye yakın bölgelerinde yaşayanlar var. Hem
öz Yahudi hem de Yahudiliğe dönme Romalı konuklar, Giritliler ve Araplar var
aramızda. Ama her birimiz Tanrı'nın büyük işlerinin kendi dilimizde
konuşulduğunu işitiyoruz.»
Bütün bu insanlar Petrus’un vaazını dinlediler ve aralarından İsa’ya iman edenler oldu. Ama iman edenler Kudüs’ten ayrılmak istemediler. Daha sonra İstefanos’un ölümüyle Kudüs’teki kilise dağılmak zorunda kaldı.
Elçilerin İşleri 8:1-2 O gün Kudüs'teki inanlılar topluluğuna karşı korkunç bir baskı dönemi başladı. Elçiler hariç tüm imanlılar Yahudiye ve Samiriye'nin her yanına dağıldılar. Bazı dindar kişiler, İstefanos'u gömdükten sonra onun için büyük yas tuttular.
Böylece Müjde bu insanların gittikleri her yere yayılmış oldu. Bu yerlerden biri de ilk “Hıristiyan” olarak çağrıldığımız yer olan eski Antioch; yani bugünkü Antakya şehridir. Daha sonra da Pavlus Müjde yolculuklarına başlamıştır.
1.yüzyıl sonlarına doğru özellikle kilisenin kendi içinde bir gelişim gösterdiğini gözlemliyoruz. O dönemde büyük merkezlerde kiliseler oluşmuştu. Ama kırsal bölgeye henüz ulaşılamamıştı. Bu dönemin en güzel taraflarından bir de öğreti konusunda henüz aşılamaz görüş farklılıklarına gelinmemişti. Sadece Apollos adında bir adamın farklı bir öğreti yaydığını görüyoruz.
Elçilerin
İşleri 18:24-25 Bu arada İskenderiye
doğumlu Apollos adında bir Yahudi Efes'e geldi. Üstün bir konuşma yeteneği olan
Apollos, Kutsal Yazılar'ı çok iyi biliyordu. 25 Rab'bin yolunda eğitilmiş bir
kişiydi. Ateşli bir ruhla konuşuyor ve sadece Yahya'nın vaftizini bildiği halde
İsa'yla ilgili gerçekleri doğru öğretiyordu.
Ama Apollos alçakgönüllü ve düzeltilmeye hazır bir adamdı. Bu yüzden herhangi bir sorun olmadı. Hatta doğru olanı öğrendikten sonra Müjde’yi vaaz etmeye devam etmiştir.
Bu dönemde Kudüs’teki kilisenin önderi İsa’nın kardeşi Yakup’tu. Hem geleneksel tarih hem de ünlü kilise tarihçisi Eusebius’a göre Yakup Sanhedrin tarafından tutuklanıp İsa Mesih’i reddetmesi için zorlanmıştır. Ama Yakup bunu kabul etmeyince yüksek bir tepeden aşağıya atılmıştır. Yakup’un düştükten sonra da hala ölmediği anlaşılınca dövülerek öldürülmüştür.
60’lı yılların sonunda Yakup’un öldürülmesinden sonra Yakup’un birinci dereceden kuzeni -aynı zamanda İsa’nın da- Kleyopas’ın oğlu 1.Simun kilisenin başına geçmiştir.
Luka 24:18 Bunlardan
adı Kleyopas olan O'na, «Kudüs'te bulunup da bu günlerde orada olup bitenleri
bilmeyen tek yabancı sen misin?» diye karşılık verdi.
Kleyopas İsa dirildikten sonra, İsa’nın Emayus yolunda karşılaştığı iki kişiden biridir. Bu detayların verilmesinin nedeni, o dönemdeki Kudüs’ün atmosferinin resmini çizmektir.
O dönemde İmparator Neron öldürülmüş ya da intihar etmişti. General Vespasian bu yüzden Kudüs’ü bırakıp Roma’ya geri dönmüş ve imparator olmuştur. Kudüs kısa bir süreliğine başsız kaldıktan sonra yerine Vespasian, oğlu Titus’u Kudüs’e göndermiştir. Titus’da şehre geldiğinde ilk olarak şehri yok etmiştir.
Matta 24:15-18 Daniel peygamberin sözünü ettiği yıkıcı iğrenç şeyin kutsal yerde dikildiğini gördüğünüz zaman (okuyan anlasın), Yahudiye'de olanlar dağlara kaçsın. Damda olan, evindeki eşyalarını almak için aşağı inmesin. Tarlada olan, abasını almak için geri dönmesin.
Tarihçi Eusebius’a göre 70 yılındaki Titus komutanlığında yapılan bu yıkımda Hıristiyanlar öldürülmemiştir. Çünkü Hıristiyanlar Kudüs’ün etrafında Romalı askerleri görünce İsa’nın onlara bu ayette söylediğini hatırlamış ve kaçmışlardır. Kaçan bu Hıristiyanlar Ürdün’ü geçip Ürdün Krallığı’na yerleşmişlerdir.
Kudüs şehri tekrar inşa edildikten sonra, 2.yüzyıl başlarında burada yeniden kiliseler kurulmuştur. Fakat bu kiliseler Yahudi olmayanlar tarafından kurulmuş kiliselerdir. Bu yeni kurulan kiliselerin önderlerinin isimleri de Yahudi olmayanların isimlerini taşımaktadır ki, zaten birçok yıl boyunca Yahudilerin Kudüs’e girmeleri yasaktı. Kudüs, daha sonraki yüzyıllarda Hıristiyanlığa önderlik eden beş patriklikten birisi olmuştur. Bu patrikliklerden bir tanesinin Kudüs olmasının nedeni şehir olarak önemli olmasından değil, İsa’nın orada yaşamış olmasındandır.
1.ve 2.yüzyıl başına gittiğimizde özellikle elçilerle ilgili çok fazla bilgi ya da yazılı belge bulamıyoruz. Bunun nedeni de özellikle bu dönemde yaşayan elçiler ve diğer kişilerin çok büyük baskılar altında kaçarak ya da saklanarak Müjde’yi vaaz etmiş olmalarıdır. Daha çok hayatta kalmaya çalışmakla uğraştıkları için yazmaya pek vakitleri ve güçleri olmamıştı.
Bu yüzden de bu dönemle ilgili daha çok geleneklerden bilgi edinebiliyoruz. Geleneklere göre Markos kitabını yazan Markos, Mısır’daki İskenderiye’ye gitmiş ve orada Müjde’yi vaaz etmiştir. Yine geleneklere baktığımızda Thomas’ın da Müjde’yi Babil ve Hindistan’a kadar taşıdığını görüyoruz. Hatta Ninova ve Musul bölgesinde yaşayan bazı Asurlu Hıristiyanlar da Müjde’yi Thomas aracılığıyla duyduklarını söylemektedirler.
Müjde’nin Bizans’a da Andreas tarafından taşındığı söylenir ki İncil’in ulaşmasından 300 yıl sonra büyük bir merkez olan Bizans, o dönemlerde küçük bir köydü.
Petrus ve Pavlus ise Roma’ya kadar gitmişler ve 60’lı yılların ortalarında da her ikisi de burada katledilmişlerdir.
Yuhanna, ise Efes bölgesine gitmişti. Tabi ki, bu bölgeye ilk olarak Müjde’yi götüren Pavlus’tu. Kutsal Kitap’tan da bildiğimiz gibi İsa, çarmıh üzerindeyken annesini Yuhanna’ya teslim etmişti. Meryem’de Yuhanna ile birlikte Efes’e gelmiş ve yaşamının sonuna kadar burada yaşamıştır. Meryem hakkında anlatılan geleneklerden en doğrusu budur. Tabi ki Efes’te bugün Meryem’in evi olarak bilinen evin Meryem’e ait olduğuna dair hiç bir tarihi arka plan yoktur, ancak Efes’te ölmüş olması mümkündür.
Bu ilk dönemlerdeki, temel öğretide bir birlik vardı. Ama Kutsal Kitap’tan da bildiğimiz gibi üç önder arasında bazı farklılıklar olduğunu görebiliyoruz.
Elçilerin İşleri
6:2-3 Bunun üzerine On ikiler, bütün
öğrencileri bir araya toplayıp şöyle dediler: «Tanrı sözünü yayma işini bırakıp
maddi işlerle uğraşmamız doğru olmaz. Bu nedenle kardeşler, aranızdan Ruh'la ve
bilgelikle dolu, yedi saygın kişi seçin. Onları bu iş için görevlendirelim.
Burada ilk diyakonluk görevinin nasıl başladığını görüyoruz. Diyakonluk hizmeti o zamana kadar yoktu. Fakat daha sonra ihtiyaç üzerine ortaya çıkmıştır. Yine Kutsal Kitap’a baktığımızda ihtiyarlık ve bişopluk yani üst gözetmenlik sisteminin oluştuğunu görüyoruz. İhtiyarın saygın kişilik ve öğretmenlik, bişobun ise üst kontrolör ve gözetmenlik özelliği vardır. Özellikle 1.yüzyıl sonunda Yuhanna bu iki görevi tamamen ayırmıştır.
Elçilerin İşleri
2:42 Bunlar kendilerini elçilerin
öğretisine, paydaşlığa, ekmek bölmeye ve duaya adadılar.
Bir de bu dönemde “elçisel öğretişi devam ettirmek” çok önemliydi. Anadolu’daki el verme sistemi ile aynı sistemdir. Her elçinin öğrencisine verdiği yetki ve bir öğretiş zinciri vardı. Bu öğretiş sayesinde Tanrı, yüzyıllar boyunca kilisesini sabit bir ana temel üzerinde tutmuştur. Bu gün kiliselerde birçok farklı öğretiş bulunmaktadır. O dönemde “elçisel öğreti” kelimesi sabitliği ve doğruluğu gösteriyordu.
Fakat tarihte bazı dönemlerde el verme ya da el koyma yöntemiyle elçisel kelimesi kötüye kullanılmıştır. İlk olarak kötüye kullanan grup Gnostikler’dir. Gnostikler bir takım gizli bilgilerin el koyma yöntemiyle elçiler aracılığıyla kendilerine geçtiğini söylediler. Kötüye kullanan başka bir grupta yine kilisenin içinden çıktı. Özellikle önderler kendilerini elçilerin ve dolayısıyla da İsa’nın temsilcileri olarak düşünüp kendilerini topluluktan ayrıldılar. Aslında ilk başlangıçta el koyma fikri iyiydi ve Kutsal Kitap’a uygundu. Sadece elçisel öğretinin devamını gösteren Eski Anlaşma’dan gelen simgesel bir anlatımdı.
Pavlus’un birçok öğrencisi vardı ve hatta bazıları ile ilgili birçok şeyi Kutsal Kitap’tan biliyoruz. Timoteos, Titus, Onasimus gibi.
Yuhanna’nın da öğrencileri vardı. Onların bazılarını da Kutsal Kitap’tan bilmesek de kilise tarihinden biliyoruz. İzmir bişobu Policarp gibi. Yuhanna’nın bazı öğrencileri bütün Akdeniz’i geçip Galler’e kadar ulaşmışlardır.
Petrus’un da Kutsal Kitap’tan değil de kilise tarihinden bildiğimiz öğrencileri vardı. Antakyalı İgnatius, Linus gibi. Linus, Roma Katolik Kilisesi’ne göre ilk papadır.
İkinci yüzyılda, Müjde “Sevinç Getirici
Haber’in” yayılışı hızla devam etmiştir. Ancak bunun nasıl gerçekleştiği
konusundan daha da az kesin bilgiye sahibiz. Hıristiyanlık bu dönemde
imparatorluğun bütün illerinin dışında Mezopotamya’ya kadar yayılmıştı.
Bu döneme aynı zamanda tanım dönemi de diyebiliriz. Çünkü kilise bu dönemde inancını tanımlamıştır. Tabi ki neye inandıklarını biliyorlardı. Neye inandıklarını kendileri oluşturmadılar. Sadece bu inandıkları şeyleri bir araya getirip tanımladılar.
Üçüncü yüzyılda müjdenin yayılışı ve
kilisenin gelişimi daha da hızlanmıştır. Özellikle toplumun giderek bozulması
insanların arasında inançlarda emniyet arayışına neden olmuştur. Roma kenti o
dönemlerde Hıristiyanlık açısından öncü bir kent olmasına rağmen diğer merkezlerde,
özelikle Akdeniz’in doğu kesimleri ve Küçük Asya diye bilinen Batı Anadolu’da
önemli birer merkezdiler. O dönemde yaşayıp “Thaumaturgos”
yani “Mucizeci” diye bilinen Gregor
isimli bir önderin kayıtlarında Müjde’nin yayılışı hakkında bazı somut bilgiler
bulunmaktadır.[1] Gregor varlıklı, soylu ve
pagan kökenli Pontuslu bir ailenin çocuğuydu. İyi bir eğitim görmek amacıyla
Filistin bölgesine gitmiştir. Orada ünlü Hıristiyan filozof öğretmen Origen ile
tanışmıştır. Gregor 240 yıllarında Pontus’a dönünce istemediği halde Pontus episkoposu
olarak atanmıştır. Müjde’nin özellikle o bölgede duyurulması için çok
çalışmıştır. 30 yıl sonra öldüğünde bu yörede büyük bir çoğunluk Mesih’e iman
etmişti. Gregor’la ilgili şöyle bir söz vardır. “Gregor işe başladığında sorunlu olduğu bölgede sadece 17 tane Mesih
imanlısı bulmuştu. Ama o öldüğünde sadece 17 pagan kalmıştı.”
Antakya, İskenderiye ve daha küçük bir bölge olan
Efes Mesih inancının çok yaygın olduğu merkezlerdi. Helenistik yaşam biçiminin
yaygın olduğu yerlerde Mesih inancı daha çabuk ve kolay yayılmıştır. Özellikle
Grekçe konuşulmayan Mısır’ın kırsal kesimleri gibi yerlerde yayılış daha yavaş
olmuştur. Yine de 300’lü yılarında başında Kıpti kilisesi oluşmaya başlamıştır.
Kuzey Afrika’da da çok erken bir dönemde kilise oluşmuştur. Özellikle Kartaca
ve yakın bölgeler Roma’nın birinci derecede koloni kurma yerleri olduğu için bu
bölgelerde yoğun bir şekilde Latince dili yayılmıştır. İkinci yüzyılın
ortasında Kartaca’da doğan kilise babalarından Tertulyan ve aynı şehirde üçüncü
yüzyılda episkoposluk görevindeyken idam edilen Cyprian aynı zamanda ünlü
Latince yazarlardır.
İspanya hakkında fazla bir bilgi mevcut olmasa da
Hıristiyanlığın 200’lü yılların başında özellikle güney bölgesinde iyice
oturmuş olduğu bilinmektedir. Gerçi bazı episkoposların ticarete yönelmiş
oldukları ve bazı imanlıların da putperestlik, adam öldürme ve cinsel
ahlaksızlık konularında ödün verdikleri ileri sürülmektedir. Ancak tüm bunlara
rağmen İspanya Kilisesi Kuzey Afrika’daki kiliseden daha uzun ömürlü olmuştur
ve Arap istilasına kadar ayakta kalmayı başarmıştır.
Gaul bölgesi, yani bugünkü Fransa, Hıristiyanlığı
doğrudan doğudan gelen bir etkiyle benimsemeye başlamıştır. 150 yıllarında
özellikle Lyon ve Vienne kentlerinde önemli sayıda Mesih inanlısı vardı.
Elçilerden sadece bir kuşak sonra yaşayan İzmirli İrenaeus 150 yıllarında
Lyon’da kilise önderliği yapmıştır. 3.yüzyıl sonunda Fransa’nın kuzey
bölgesinde, Ren nehri boyunca ve Britanya’da bile kiliseler bile oluşmuştu.
Hıristiyanlık Roma imparatorluğu sınırları dışında
da izleyiciler kazanmıştır. Bu bir yandan imparatorlukta bulunan inanlılarla
ilişkide olan kimselerden ve bir yandan da ticaret yollarından dolayı
gerçekleşmiştir. Güçlü kiliselerin olduğu Antakya ve Şam kentleri önemli birer
ticaret merkezleriydi ve Mezopotamya bölgesindeki şehirlerle yakın ilişkileri
vardı. Bu sayede 325 yıllarında Mezopotamya bölgesi ile çevresinde 20 kadar episkoposluk
oluşmuştur. Bunlar Hazar Denizi’nden Bahreyn adalarına kadar olan geniş bir
alana yayılmış durumdaydı. Bu dönemde bu yörede Grekçe dili yanında Süryani
dili de yaygın olarak kullanılmaktaydı.
Yaklaşık olarak 280 yıllarında Ermeniler devlet
olarak Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Roma ile İran arasında bir nevi tampon bölgesi oluşturan Ermenilerin neden
böyle büyük bir dönüş yaptıkları ile ilgili bir sürü efsanevi hikayeler
anlatılmaktadır. Bu efsaneler yüzünden esas olup bitenler sanki bir sis perdesi
arkasında örtülü kalmıştır. Ama bu kitle dönüşünün Aydınlatıcı Gregor adı ile
tarihte bilinen bir kişinin yaşam ve müjdeleme eylemleriyle ilgili olduğunu
bilinmektedir. Gregor Kapadokya’da sürgündeyken imanlı olmuş, Ermenistan’a
dönünce inancını duyurmaya çalışmış, ama orada bir hayli zülüm görmüştür. Buna
rağmen bir süre sonra Kral Tırdat Mesih’e iman etmiştir. Kralın desteğiyle halk
hızla putperestlikten Hıristiyanlığa dönmüştür. Birçok kiliseler kurulmuş,
hatta daha önce putperest tapınak olan yerler kilise olmuştur. Gregor
Ermenistan’daki bütün bu kiliselerin başı olmuş ve soyundan gelenler de bu
görevi sürdürmüşlerdir. Hatta Ermeni kilisesi günümüzde bile Gregorian olarak
tanımlanmaktadır. Tarih boyunca buna benzer olaylar ve gelişmeler
gerçekleşmiştir. Kabul görmüş bir liderin iman etmesi toplu değişimlere neden
olabiliyordu ve o önderin uyguladığı kilise düzeni daha sonra bir halk, devlet
ya da milletin özdeşleştiği bir inanç sistemi oluveriyordu.
Aynı dönemde Karadeniz’in kuzey ve doğu kıyılarında
da kiliseler oluşmuştur. O bölgelerdeki şehirlerin birçok Helen kentlerle ticaret
bağlantıları vardı.
Üçüncü yüzyıl sona ermeden İskenderiye’nin
Arabistan’la olan bağlantısından dolayı o bölgede de Mesih izleyicileri
bulunmaktaydı.
Elçi Thomas’ın müjde’yi Hindistan’a kadar götürmesi
ne kesin olarak ispatlanabilmiş ne de tatmin edici kanıtlarla
yalanlanabilmiştir. Zaten Mesih döneminden önce Hindistan’la Helen dünyası
arasında ticari ilişkiler bulunmaktaydı. Belki bu ticari yollar aracılığı ile
de Mesih inancı oralara kadar ulaşmış olabilir.
İstefanos’dan
sonra ilk Hıristiyan şehit 60’larda Yakup’tur. Yakup’la aynı zamanlarda Petrus
ve Pavlus da Roma’da imparator Neron tarafından öldürülmüşlerdir. Nasıl
öldüklerine dair elimizde kesin bir bilgi olmasa da Petrus’un ters olarak
çarmıha gerildiği, Pavlus’un da Roma vatandaşı olduğu için çarmıha gerilerek
değil de kılıçla öldürüldüğü bilinmektedir. Geleneklere göre Petrus’un
öldürüldüğü ve gömüldüğü yer Vatikan tepesidir ve bu yüzden de oraya bir kilise
kurulmuştur. Yuhanna dışında diğer bütün elçiler çarmıha gerilerek ya da farklı
şekillerde öldürülmüşlerdir. Sadece Yuhanna 90’lı yılların sonunda kendi
yatağında ölmüştür. Mezarı Efes’teki bazilikada bulunmaktadır.
İlk 300 yıl boyunca imparatorluğun
değişik yerlerinde yer yer şiddetli zulümler olmuştur. Yahudi inancı dışında
tüm dinlerin arasında en çok şehit Hıristiyanlıkta verilmiştir. Ama İsa bunu
söylemiş ve uyarmıştı.
Luka 21:16-17 Anne babanız, kardeşleriniz, akraba ve
dostlarınız bile sizi ele verecek ve bazılarınızı öldürtecekler. 17 Benim
adımdan ötürü herkes sizden nefret edecek.
1.yüzyıldaki
zulümler özellikle Yahudiler tarafından yapılmıştır. Daha önce de söylediğimiz
gibi ilk olarak Sanhedrin tarafından İstefanos, Kral Herod tarafından da Yakup
öldürülmüştü. Mesih’e iman edenlerin çoğunluğu Yahudilerdi. Bu da doğal olarak
dindar Yahudilerin tepkilerine yol açmıştır. Başka milletlerden Mesih
inanlıları sayıları arttıkça Yahudiler tarafından yapılan zulümler ve baskılar
giderek aldı.
Ama bunun
arkasından paganların zulümleri başladı. İlk zamanlarda Roma çok büyük bir
sorun çıkarmıyordu. Ama sonraları Roma imparatorluğu da Hıristiyanlar için
tehdit oluşturmaya başladı. Yahudilik Roma imparatorluğu tarafından tanınıyor
ve kabul ediliyordu. Hıristiyanlık’ta Yahudiliğin bir mezhebi gibi
göründüğünden ilk zamanlarda Yahudilik şemsiyesi altında korunmayı başarmıştı.
Fakat
Mesihçiler günlük yaşamla ilgili birçok konuda ödün vermedikleri, putlara saygı
göstermedikleri ve toplumdan ayrı kaldıkları için birçok suçlamalara maruz
kalmışlardır. Bu tepkiler üzerine inanlılar dikkat çekmemek için toplantılarını
gizli yapmaya başlamışlardır. Fakat bu da farklı suçlamalara neden olmuştur.
Paganların dini
törenlerine katılmadıkları için Mesihçilere tanrısız gözüyle bakıldı. Ama bu törenlerde
genelde cinsel içerikli tapınmalar oluyordu ve bazen de bebekleri kurban
ediyorlardı. Özellikle gece doğmuş kız çocuklarını ölmeleri için nehre
bırakıyorlardı. Bu dönemdeki Hıristiyanlar arasındaki en önemli hizmetlerden
birisi de ölüme bırakılan bu kız çocuklarını toplayıp evlatlık olarak alıp
yetiştirmekti. Tabi ki bu kız çocukları için o dönemde bu şekilde ölümden
kurtulup Hıristiyan bir ailede büyümek çok büyük bir şanstı.
Toplumsal
yaşama katılmadıkları için, ki bu her zaman putlara sunulan bir kurban, dini
uygulamalar ve sıkça cinsel yolsuzluklar da içerebiliyordu, insan soyundan
nefret etmekle suçlandılar. Aynı zamanda Hıristiyanlar festivaller, dini
tatiller, bayramlar, sanatsal etkinlikler ya da gladyatör dövüşleri gibi toplu
olarak yapılan eğlencelere de katılmıyorlardı. Çünkü genelde sanatın ya da
sporun her dalında hep cinsellik kullanılıyordu. Tiyatro ya da resim olsun sanatın
her dalında özellikle işlenen konu tanrıların ahlaksız ilişkileri idi.
Gladyatörler sırf spor ya da eğlence olsun diye değersiz bir şekilde insanları
öldürüyorlardı. Bu yüzden Hıristiyanlar gladyatörleri izlemeyi de ret ettiler.
Aynı şekilde genelde diğer spor karşılaşmalarına da katılmıyorlardı. Çünkü
toplu spor faaliyetleri çıplak olarak yapılıyordu ve bu tip faaliyetlerde
özellikle eşcinsel ilişkiler çok fazla görülüyordu.
Bütün bu cinsel rahatlığın ve sapkınlıkların yanında Roma imparatorluğunda evlenmek ve boşanmak da çok kolaydı. Ama Hıristiyanlar bu tür kolay evliliklere ve özellikle de boşanmaya karşıydılar. Hıristiyanlar için sadece ölüm ya da zina sonucunda boşanma olabiliyordu.
Bazı Hıristiyanlar da savaşa karşı oldukları için tepki alıyorlardı. Hıristiyan olmadan önce Roma ordusunda asker olan bir kişi Mesih’e iman ettikten sonra savaşmayı ret edince ve bu tür kişilerin sayıları da gittikçe artınca çok büyük bir sorun yaratmaya başladı. Hatta bu yüzden Hıristiyanlar vatan haini olarak bile suçlandılar.
Aynı zamanda Hıristiyanlar devlet içindeki düzeni de bozuyorlardı. Bazen bir köle Mesih’e iman ediyor ve kısa bir süre sonra kilisede önder olabiliyordu. Bir de kadın-erkek, köle-efendi herkesi eşit kılıyordu.
Hastanelerde bile putperest rahipler iyileştirmeler yapıyorlardı ve iyileşme olduktan sonra putlara kurban sunmak gerekiyordu. Mahkemeler bile putlara sunulan kurbanlardan sonra açılıyordu. Devlet yıldız fallarına göre yönetiliyordu. Hatta bazen bir karar alınacağı zaman ya da yapılacak bazı işler için bir kuş kesilip ciğerine bakılır ya da başka bir fal metodu ile uygun olup olmadığı kontrol edilirdi.
Okullarda ise eğitim tamamen putperest felsefelerle ve tanrılarla ilgiliydi. Çocuklarını bu tür okullara göndermek istemedikleri için Hıristiyanları cahil olmakla suçladılar. Aynı zamanda Hıristiyan öğretilerinin de kendi felsefelerinin yanında hiçbir şey olduğunu söyleyerek Hıristiyan felsefesini ve öğretisini hafife aldılar. Yahudilerin bir eşek başına ibadet ettiklerine inanlar bile vardı. Tabi ki Yahudilerin bir kolu olarak düşünüldüğü için aynı suçlama Hıristiyanlar için de yapıldı.
İnanlılar
ayrıca cinsel ahlaksızlıkla da suçlandılar. Kardeş öpücüğünden söz etmelerini
ve birbirlerine kardeş demelerini ensest ilişkinin bir kanıtı olarak
görmüşlerdir. İnanlılar gizli olarak sabaha karşı güneş doğmadan
toplanıyorlardı. Bu yüzden insanlar çeşitli dedikodular yapmaya başladılar.
Gece toplantılarında ışığı söndürüp orada bulunan herkesin rasgele birisiyle
cinsel ilişkiye girdiğini ya da Rab’bin Sofrası’nda bebek kurban ettiklerini ve
onun kanını içip etini yediklerini söylemişlerdir. Bu yüzden de Rab’bin
Sofrası’nı bir yamyam töreni olarak düşünüyorlar ve hatta Hıristiyanlar kutsal çocuğun etini yemek ve kanını içmek için bir araya
geliyorlar diye söylentiler yapıyorlardı.
Bütün bunlara
baktığımızda Hıristiyanlar anti-sosyal olarak karşımıza çıkmaktadır. Önceleri bu
suçlamalar çok fazla sorun yaratmamış, ama imparatorluğun zor dönemlerinde
Mesih inanlıların giderek artan çoğalmalarını bir tehdit olarak görmüşlerdir.
Hıristiyanları Roma’yı bir zamanlar güçlendiren ve koruyan ilahlardan
ayırdıkları için giderek artan felaketlerin baş sorumlusu saymışlardır.
Bu zulümleri
iki gruba ayırabiliriz. Neron ile 64’te başlayan ve 250 yılına kadar devam eden
zulümler ve 323’te Konstantin’in imparator oluşuyla sona eren bütün imparatorluğu
kapsayan genel zulümler. Birinci gruptaki zulümler çok ağır olmasına rağmen her
yerde ve sürekli değil de belli zamanlarda ve belli bölgelerde oluyordu.
Klavdiyus (41-54) döneminde çok şiddetli olmasa da
ilk olarak Yahudiler zulüm görmeye başladı. Yahudiler Roma imparatorluğundan
atılıyorlardı. Tabi ki Hıristiyanlarda Yahudilerin bir mezhebi olarak
düşünüldüğünden onlarla birlikte aynı zulmü yaşadılar.
Elçilerin İşleri
18:2-3 Orada Pontus
doğumlu, Akvila adında bir Yahudi ile karısı Priskila'yı buldu. Bunlar,
Klavdiyus'un bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmesi yolundaki buyruğu üzerine,
kısa süre önce İtalya'dan gelmişlerdi. Akvila ile Priskila'nın yanına giden
Pavlus, aynı meslekten olduğundan onlarla kalıp çalıştı. Çünkü meslekleri
çadırcılıktı.
Neron (54-68) tarihte deli imparator olarak
bilinmektedir. Neron’un herhangi birinin gelip yerine geçeceği ve onu tahttan
indireceği gibi bir paranoyası vardı ki bu nedenle hatta kendi annesini bile
öldürtmüştür. Neron 64 yılında Roma yangınından sonra Hıristiyanlara karşı ilk
büyük zulüm dönemini başlatmıştır. Bu yangında bütün şehir yanarken tek
yanmayan yer Hıristiyanların yaşadığı bölge olunca paranoyak Neron yangını
Hıristiyanların çıkardığını düşünür. Zaten halk da yangın yüzünden Neron’u
suçladığı için Neron da suçlayacak birilerini arıyordu. Bu çok önemli bir
noktadır. Çünkü bunun sonucunda suçlu bulunur ve böylece Hıristiyanlar için
korkunç bir zulüm dönemi başlar. Hatta bu zulüm daha sonra Asya’ya kadar
ulaşmış ve oradaki kiliseleri etkilemiş olabilir. Neron’un yaptığı zulüm o
kadar mantık dışı ve kötüydü ki, sarayın bahçesinde verdiği partide meşale
olarak çarmıha gerdiği Hıristiyanları kullanıyordu. Her ne kadar Roma’daki
genel tutum gereği halk Hıristiyanlardan pek hoşlanmasa da bu kadarını da hak
etmediklerini düşünüyorlardı. Zamanın ünlü tarihçisi Tacitus bile bu konuda
Neron’u suçlamıştır.
Domitian (81-96) kendini “Tanrı ve Egemen” diye
tanımlamış ve kendine tapınmayı ret edenleri de ihanetle suçlamıştır.
80-110 yılları arasında özellikle Bitinya bölgesinde çok fazla Hıristiyan vardı ve bu bölgedeki bütün diğer putperest tapınaklar yıkılmıştı. Kimse artık putlara sunmak için kurban almıyordu. Bu dönemin Bitinya valisi olan Genç Pleni adalete çok önem veren bir adamdı ve gerçekten dönemi içinde çok iyi işler yaptı. Birisi Genç Pleni’ye Hıristiyanların isimlerinin bulunduğu bir liste gönderdi. Bunun üzerine Hıristiyanlığın yasal olmadığına karar veren Genç Pleni bütün Hıristiyanları toplayarak onlarla konuşmak istedi.
Genç Pleni’nin toplattığı bu Hıristiyanlar dört farklı tepki vermiştir. Bir grup “Biz Hıristiyan değiliz” deyip inkar etmişlerdir. Bir grup ise “Evet ben Hıristiyan’dım, ama uzun zaman önce bıraktım”, diğer bir grup ise “Şu andan itibaren Hıristiyan değilim” demişlerdir. Birçokları ise Hıristiyan olduklarını kabul edip kesinlikle inkar etmemişlerdir.
Vali Hıristiyanlarla ilgili bir mektup yazmış ve mektubunda Hıristiyanların da suçlanmamak için putlara kurban kesmesi ve İsa’ya lanet okuması gerektiğini söylemiştir. Pleni biliyordu ki, gerçek bir Hıristiyan bunu asla yapmazdı. Birçoğu Pleni’nin isteğini yapmadı ve bunun üzerine de idam edildiler. Hıristiyan olarak suçlanan bu kişilerin arasında Roma vatandaşları da vardı. Pleni bu kişileri Roma vatandaşı oldukları için yargılanmak üzere Roma’ya göndermiştir. Pleni adil bir vali olduğu için Hıristiyanlıkla ilgili davaları kendi incelemeye almıştır ve sonunda görmüştür ki suçlanan bu kişiler toplum içinde hiç bir suç işlemişlerdir. Bu kişilerin yaptığı şafaktan önce toplanıp İsa’ya Tanrı olarak şarkılar söyleyip tapınıyorlar ve daha sonra da birlikte yemek yiyorlardı. Aynı zamanda bu kişiler toplumda iyi bilinen insanlardı. Vali bu kişilerde sadece Hıristiyan olmalarından başka bir suç bulamamıştı. Bütün bu araştırmalardan sonra Pleni imparator Troyan’a bir mektup yazarak bu kişileri ne ile nasıl suçlaması gerektiğini sordu. Ya da sadece Hıristiyan olmaları suçlu olmaları için yeterli miydi? Troyan’ın bu soruya verdiği cevap çok önemlidir. Çünkü daha sonra birçok durumda bu politika yıllarca devam etmiştir. Troyan mektubunda şöyle söylemiştir: “Hıristiyanların arkasından koşmayın, onları aramayın. Çünkü onlar değerli değiller. Ama eğer birisi Hıristiyan olarak biliniyorsa o zaman ona Hıristiyan olup olmadığını sorun ve o kişi bunu kabul ederse o kişiyi yargılayın.” 100 yıl sonra imparator olan Tertulyan bu politikanın ne kadar kötü olduğunu görene kadar bu politika uygulanmıştır. İgnatius ve Policarp işte bu zulüm döneminde öldürülmüşlerdir.
Hadrian (117-138) Hıristiyan diye suçlanamayanların
korunması ve başkalarını yanlışlıkla bu iğrendirici suçlamayla kötüleyenlerin
cezalandırılmasını emretmişti. Ama Hıristiyan olduğu kesin bilinenlerin ve
gerçekten Hıristiyan olanların zulüm edilmesini yasaklamadı.
Marcus
Aurelius (161-180) en adanmış
ve en iyi niyetli imparator olarak bilinmektedir. Günümüzde bile hala hikmetli
sözleriyle bilinen ve hatta üniversitelerde hakkında dersler verilen adil,
entelektüel ve hoşgörülü bir imparatordur. Kendisi aynı zamanda bir Stoacı
filozof olarak da tanınmaktadır. Aslında belki de Marcus Aurelius’un
Hıristiyanlara zulüm edildiğinden bile haberi yoktu, belki de sadece basitçe
müsaade etmişti. Hıristiyanları imparatorluk için bir tehdit olarak görüyordu.
Çünkü Hıristiyanlar düzene karşı davranıyorlardı. Onun döneminde çok kanlı
zulüm dalgaları olmuştur.
Marcus Aurelius dönemin yapılan zulmü daha iyi anlamak için stoacılığı iyi anlamak gerekmektedir. “Stoa” yunanca bir kelimedir ve direklere dayanmış açık bir dar uzun geçit, dehliz,koridor anlamına gelmektedir. Bazıları stoacılığı Hıristiyan bir felsefe olarak bile düşünüyor. Hatta stoacı filozof Seneca’nın Hıristiyan olduğunu söyleyenler var. Seneca’nın Hıristiyan olup olmadığı ile ilgili elimizde kesin bir bilgi yok ama kesinlikle bildiğimiz bir şey var ki o da stoacılığın Hıristiyanlıkla hiçbir alakası olmadığıdır. Bir yakınlığı olmadığı gibi stoacılık, Hıristiyanlıkla savaşmış ve birçok bakımdan Hıristiyanlığı etkilemiştir. Özellikle kilise babaları, ilk düşünsel savunmalarını stoacılığı karşı yapmıştır. Bu dönemde Hıristiyanlık savaşı kazanabilmek pahasına, ilkelerinden birçoğunu da stoacılığa bağışlamak zorunda kalmıştır.
Kurucusu
Kıbrıslı Zenon’dur (İ.Ö.336-264). Stoacılık kuşaklar boyunca işlenmiş ve
gelişmiş bir öğretidir. Stoacılık halka
inmemiş olmakla birlikte özellikle okur yazar aydın kesimi çok etkilemiştir.
Dinsel kuralları, tapınma biçimleri, din adamları vardır. Bu düşünceye bağlı
olanlar uzun sakal bırakırlar ve uzun mantolar giyerlerdi. Ana ilkesi doğa
yasalarına boyun eğmek ve evrensel düzene uymaktır. Her türlü acılar,
hastalıklar ve ölüm doğaldır, bunlara karşı kayıtsız kalmak ve sabırla
katlanmak gerekir. Doğadan gelen her şeye boyun eğmeli, insandan gelen her şeye
karşı koymalıdır. Doğru düşünen kişi doğallaşmış ve bundan ötürü de tanrılaşmış
kişidir. İnsanın amacı da böylesine bir doğru düşünmeye varmak olmalıdır.
Stoacı Epiktetos’un şu sözleri stoacılığı özetler: “Nasıl saat günün bir
parçası ise ben de öylece bütünün bir parçasıyım. Saat gelir geçer, ben de
gelir geçerim. Görevim elimde olanı yapmak ve geri kalanına kulak asmamaktır.
Deniz yolculuğuna çıkarken gemiyi, kaptanı ve mevsimi seçerim. Bu benim
işimdir. Yolda bir fırtına koparsa asla umursamam. Bu benim işim değildir.
Kaptanı seçmek benim elimdedir, fırtınayla uğraşmaksa kaptanın elindedir.
Bilgelik, bizim olanı ve olmayanı bilmek, ona göre davranmaktır....”
Stoa öğretisi şudur: Doğru düşünmek. Doğru düşünmek iyi davranmakla mümkündür ve felsefe doğru düşünmeyi öğreten bir yaşama bilimidir. Amaç iyi yaşamaktır ve bilgiler iyi yaşamak için gereklidir. İyi yaşamaksa titizlikle sınırlandırılmış bir ahlakla mümkündür. Doğru düşünen kişi için bu ahlakın tek ölçüsü doğadır. Öyle ise doğanın davrandığı gibi davranmalı ve asla doğaya karşı koymamalıdır. Doğalaşan bilge kişi, bir kaya parçasının mutluluğuna erişmiştir. Bir kaya parçası ne olduğunu bilir ve doğanın içinde başka bir şey olamaya çalışmaz. Sadece bir kaya olarak görevini yerine getirir. Doğal kişi de düzen içinde yerini ve görevini bilmelidir. Stoacılık doğaya uygun davranmak olarak tanımlanabilir. Doğaya uygun davranmak, akla uygun davranmak ve dolayısıyla insanın kendi kendisine uygunluğudur. En doğru seçen, sabırla katlanan, en ölçülü ve en adaletli paylaştırıcı doğadır. Mutluluk bilgelikte, bilgelik doğaya uygun davranmaktadır. Bilge kendi kendine yeterlidir. Doğaya uygun davranan bir bilge mutluluğa erişmiştir. Artık onu hiçbir şey yıkamaz ve sarsamaz. Doğa bilgisi insana yaşamak ve mutlu olmak için en doğru ölçüyü verecektir. Doğa seni nereye koyduysa, ne yapman gerektiğini söylüyorsa onu yapmalısın. Bütün düzen içinde herkesin ve her şeyin bir yeri vardır. Kişiye düşen görev ise olduğun yerde yapabildiğinin en iyisini yapıp sabırla dayanmaktır. Kişi olması gereken yerde olmuştur. Eğer bir köle isen iyi bir köle olmalı ya da bir imparator isen iyi bir imparator olmalısın. Marcus Aurelius da stoacı bir imparator olarak bu ilkelere uydu ve iyi, imparatorluk yükünü taşıyan bir imparator oldu. Oldukça vicdan sahibiydi. Kaprisli değildi. Düzenin içinde onun görevi imparatorluktu ve o imparatorluğu oynuyordu.
Stoacılıktaki en büyük günah olduğun yerdeki görevini yerine getirmeyerek doğal düzeni bozmaktı. İşte Hıristiyanlarla olan sorun burada başlıyordu. Çünkü Hıristiyanlar düzene uymuyorlar, düzeni bozuyorlardı. Hıristiyanlar kölelerine kardeş gibi davranıyorlar ve hatta kölelerini salıveriyorlardı. Bazen bugün köle olan biri imanda gelişip bir süre sonra kilse önderi olabiliyordu. Hıristiyanlık Marcus Aurelius’un inandığı her şeyi tehdit ediyordu. Bu yüzden de Marcus Aurelius döneminde Hıristiyanların katledilmeleri bir tesadüf değildi. Kendisi bir stoacı olduğu için bu zulmü destekliyordu. Böyle olunca da Hıristiyanlar için bu dönem zor bir dönem oldu. Birçok şehitler verildi. Bunlardan bir tanesi de Justinus’dur.
Bir de bu dönemde yaşamış ve bu zulümden etkilenmiş olan dul Felisita ve yedi oğlu vardı. Bu kadın kilisede hizmet ediyor ve özelikle de fakirler için çalışıyordu. Yaşadığı yerde yardımseverliği ve iyi özellikleri ile tanınıyordu. Bir gün putperest bir rahip onun Hıristiyan olduğundan şüphelenip ona Hıristiyan olup olmadığını sormuştur. O dönemdeki politikayı hatırlarsanız eğer Hıristiyan olduğundan şüphelendiğiniz bir kişiye sorduğunuzda o bunu kabul edip itiraf ederse o zaman onu yargılayabiliyordunuz. Felisita’da da Hıristiyan olduğunu itiraf etmiş ve yedi oğlunun da Mesih’e sadık kalmaları için onları teşvik etmiştir. Felisita yargılama sırasında kendini yargılayanlara şöyle söylemiştir: “Eğer beni öldürürseniz ölümümle ben sizi daha da fazla yenmiş olacağım.” Yargılama bittikten ve yedi oğluyla birlikte suçlu bulunduktan sonra uygun cezanın verilmesi için sorgulamanın raporları Marcus Aurelius’un kendisine gönderilmiş ve o da hepsinin farklı yerlere gönderilip oralardaki farklı tapınaklarda farklı putların önünde öldürülmelerini istemiştir.
Bu dönemde
birçokları işkence gördükleri ve öldürüldükleri halde “Hıristiyan’ım” demeye
devam etmişlerdir. Bazen de onları öldüren kişiler onların imanlarından
etkilenmeye ve imana gelmişlerdir. Hatta 40 şehitler diye bilinen
Hıristiyanlar Sivas civarında buz gibi havada kıyafetleri çıkartılıp buz gibi
suya atılarak öldürülmüşlerdir. Bu olay sırasında 40 kişiden sadece biri
Hıristiyan olduğunu inkar edip sudan çıkmıştır. Bu kişinin yerine orada
bekleyen Romalı askerlerden biri iman edip elbiselerini çıkarıp gölden çıkan
kişiye giydirip kendisi suya girmiştir.
Ama Aurelius’un
oğlu Commodus’un (180-192) Hıristiyan olan Marcia adında çok sevdiği bir
cariyesi vardı. Bu kadın sayesinde Roma’daki kilise birçok yönden rahata kavuşmuştur.
O dönemdeki zulümler çok kanlı da olsa yine de kiliseyi zayıflatmayı
başaramadığı gibi tam tersi kilise için çok büyük bir reklam olmuştur.
Septimus
Severus (193-211)
imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlara çok yakın davranmış, sarayında
birçokları için iş sağlamış, hatta oğlu Caracalla’nın bakımını Hıristiyan bir
hemşireye vermiştir. Ama 202 yılında Hıristiyan inancına geçiş yasaklanmış ve
yer yer zulümler başlamıştır. Origen’in babası da bu zulüm dalgasında
öldürülmüştür. Hatta annesi Origen’i gizlememiş olsaydı bu önemli Hıristiyan
düşünürü de ölmüş olacaktı. Bu zulüm sırasında İskenderiyeli Klement kurtulmayı
başarmış, ama İrenaeus kurtulamamıştır.
İmparator değiştikçe siyasette değişiyordu. Septumyus Severus 202 yılında Hıristiyanlara karşı Sol İnvectus yani fethedilmeyen oğul anlamına gelen yeni bir yasa çıkarıyor ve bu yasaya göre istediğin her şeye inanabilirsin ama, diğer inancın ne olursa olsun tek şart imparatora kurban sunmak ve tapınmaktı. İmparatora tapınmak kaydıyla herkes inancında özgür olabilirdi. Tabi ki bu herhangi bir putperest için önemli olmayabilirdi. Ama tek Tanrı’ya inandıkları için Hıristiyan ve Yahudiler için çok önemliydi. Severus gerçek Hıristiyan ve Yahudilerin asla ikisine aynı anda tapınmayacaklarını biliyordu. Aslında bu yasanın amacı Hıristiyanları öldürmek değildi. Çünkü Hıristiyanlar şehit edilirken daha çok insanın Hıristiyan olduklarını görüyorlardı. Bu yüzden de bu yasa ile Hıristiyanları öldürmek yerine işkence yoluyla imparatora tapınmalarını sağlamaya çalışıyorlardı.
Bu dönemde işkence edilerek öldürülen isimler arasında en ünlü şehitler Perpetua ve Felicitas’dır. Perpetua ve Felicitas’ın Montanist oldukları tahmin edilmektedir ve o dönemde onların hikayelerini Tertulyan Perpetua’nın ağzından yazmıştır. 203’te bu kişiler birlikte çalışan 17-18 yaşlarında 5 öğrenciydiler ve vaftize hazırlanıyorlardı. Daha çok böyle vaftize hazırlanan genç kişileri seçiyorlardı.
Perpetua zengin ve genç bir bayandı. Emzirdiği küçük bir bebeği vardı. Felicitas ve Rebekatus köleydiler. Onların yanında da Saniminus ve Sekondulus adında iki genç adam daha vardı. Severus’un yasası uyarınca Perpetua yakalandığında babası onu kurtarabilmek için inancını reddetmesini istemiştir. Ama Perpetua babasına her şeyin bir adı olduğunu ve olduğundan başka bir ad vermenin de hata ve gereksiz olacağını söylemiştir. Benim adım Hıristiyan ve bunu değiştiremem.
O günlerde bu tip davalarda yargısal süreç çok uzun sürüyordu. Zaten amaçta buydu. Hapis ve işkence süresini uzun tutarak insanları bezdirip, korkutarak imanlarından vazgeçmelerini sağlamaktı.
Felicitas hapisteyken hamileydi ve hamile olduğu için ona acıyıp arkadaşlarıyla birlikte onu şehit etmeyeceklerinden, bağışlanmaktan korktuğu için dua ediyordu. Çocuğunu 8.ayda doğurdu ve böylece arkadaşlarıyla birlikte şehit olabilmiştir. Doğan bebeği de başka bir Hıristiyan aile evlat edinmiştir. Doğum sırasında hapishanede bağırırken gardiyanlar bu acıya dayanamıyorsan nasıl arenadaki hayvanlara dayanacaksın diye sorduklarında onlara şimdi çektiğim acılar bana aittir, ancak arenada acı çekerken benim içimde acı çekecek başka biri daha olacak. Çünkü ben onun için acı çekiyor olacağım demiştir.
Önce üç erkek arkadaş arenaya çıkarılmıştır. İkisi hemen ölmüş, ama Sekondulus’a hayvanlar saldırmak istememişlerdir. Hatta hayvanlar yerlerinden bile çıkmamışlar ve onları yönlendirmeye çalışan askerlere saldırmışlardır. Sekondulus kendisini bir leoparın öldüreceğini söylemiş ve bu gerçekleşmiştir.
Sonunda Felicitas ve Perpetua arenaya çıkarılmış ve onlara azgın bir ineği saldırtmışlardır. İnek onları oradan oraya sürükledikleri halde iki kadın ölmemişler ve kanlar içindeki Perpetua arenanın ortasında kanlar içinde ölüme gitmeden önce saçlarını toplamak için izin istemiştir. Çünkü o dönemde saçların dağınık olması yaslı olmayı ifade ediyordu. Perpetua insanların onun yas tuttuğunu düşünmesini istememişti. Perpetua tam aksi o günün kendisi için sevinç dolu bir gün olduğunu söylemiştir. Daha sonra saçlarını toplamış ve arkadaşına esenlik öpücüğü verdikten sonra da kılıçla öldürülmüşlerdir. [2]
Maximinus
Thrax (235-238)
Hıristiyanların bir süre kavuştukları rahatı keskin bir şekilde sona
erdirmiştir. Ne var ki zulümcü Sezar’ın iktidarı kısa sürmüştür.
Bu dönemden sonra imparatorlar giderek devletin doğu kesimlerinden çıkmaya başlamışlardır. Artık Eski Roma’nın geleneklerini önemsemiyorlardı. Özellikle 3.yüzyılın ilk yarısında kiliseler dolmaya başlamıştı. Çünkü dönemin belirsizlikleri insanları sabit bir değere çekiyordu. Ayrıca Hıristiyanlık herkese hitap edebiliyordu. Felsefe sadece eğitilmiş ve aydın kişiler için uygunken Hıristiyanlık ise eğitimsiz, eğitimli ayrımı yapmıyordu. Gizemli kültlere katılmak ise çok pahalıya çıkıyordu. Hıristiyanlık ise yoksulu da zengini de bağrına basıyordu. Bazı inançlar ise kapılarını sırf erkeklere açarken Hıristiyanlık ise kadın, erkek, çocuk demeden herkese kollarını açıyordu. İnsanların Mesih’e gelmelerinin tıpkı bugün gibi farklı nedenleri vardı ve Hıristiyanlık toplumun her ferdine hitap ediyordu. Hıristiyanlar yaklaşık 50 yıllık bir huzura kavuşmuşlar hatta, artık zulümlerin bittiğini bile düşünmüşlerdir. Artık aristokratların içinden de daha çok Hıristiyan’a rastlanmaya başlanmıştı. Artık insanlar şehitlerin hikayelerini anlatıyorlar ve şehitleri çok üstün görüyorlardı. Hıristiyanlara yapılan eski suçlamaların bittiğini ve artık o zamanların geçtiğini düşünmüşlerdi. İmparatorlukta artık zulmü hiç bilmeyen ve hatırlamayan yeni bir nesil oluşmuştu. Ne var ki Hıristiyanlığın zaferli ilerleyişi 250’de birden ve keskin bir şekilde durdurulmuştu.
Decius (249-251) imparatorluk sınırları
içerisindeki herkesi Roma tanrılarına sunu sunmaya zorladı. Decius, geleneksel
bir Romalıydı ve eski gelenek göreneklere ve Roma tanrılarına tapınmayı
önemsiyordu. Bu kurbanı sunan herkese resmi bir belge veriliyordu. Bunu yapmayı
kabul etmeyenlerde öldürülüyorlardı. Bazı Hıristiyanlar ihanet ettiler. Kimisi
ise rüşvet vererek bu belgeyi almaya çalıştılar. Birçokları Origen ve Yeruşalim
episkoposu gibi hapse atılıp öldürüldüler. Bazıları hemen idam edildiler,
bazıları ise Cyprian gibi kaçtılar. Ama Decius’un iktidarı çok uzun sürmedi.
Gotlarla yaptığı bir savaşta 251’de öldü.
Bu dönemde Roma
imparatorluğunun başı dertteydi. Kuzeyden Galler, doğudan Persler saldırıya
geçmişti. Ekonomik sorunlarda giderek büyüyordu. Eğer Kuzey Afrika ve Akdeniz
ülkelerinden de yeterince buğday gelemezse o zaman çok daha iç sorunlar
ayaklanmalar çıkacaktı. Bu zorluklar yüzünden Decius bir şeyleri yanlış
yaptığını düşünmeye başladı. Roma’da eski tanrılara tapılırken Roma doruk
noktasındaydı. Bu tanrıları unuttukları için Roma bu hale gelmişti. Biz onları unuttuk, onlar da bizi unuttular
diye düşünüp tekrar eski tanrılarına döndüler. Tabi ki Hıristiyanlarda yine
kurban sunma noktasında takıldılar. Ancak bu kez bir de vatan hainliğiyle
suçlanıyorlardı.
Bu zulüm de
yine Severus döneminde olduğu gibi metot işkenceydi. Hıristiyan oldukları
bilinen ve tanrılara kurban kesip tapınmayı ret eden kişilere Hıristiyanlıktan
vazgeçene kadar işkence ediliyor, eğer vazgeçerlerse yaşamalarına izin
veriliyordu. Ancak Romalılar yeni işkence tarzları bulmakta çok ustaydılar.
Öyle işkence yöntemleri vardı ki uzun süre öldürmeden işkenceye devam
edebiliyorlardı.
Gallus (251-253) zulmü yer yer devam
ettirmiştir. Özellikle bu dönemde çok büyük bir veba salgını olmuştu. Halk bu
salgından kurtulmak için tanrılara koşarken Hıristiyanlar bunu yapmadığı için
suçlandılar. Kayıtlara göre bu zulümler yine de kiliseleri zayıflatmaya
yetmemiştir.
Valerian (253-260) döneminde Mesih karşıtı
fırtınası yeniden ve daha şiddetli kopmaya başlamış, fakat Persliler tarafından
yakalanınca zulüm uzun sürmemiştir. İktidarının ilk yıllarında Valerian’ın
Hıristiyanlara karşı samimi olduğu ve hatta bazılarını evinde bile çalıştırdığı
söylenmektedir. Ama birdenbire ani bir tutum değişikliği olur ve buna
danışmanlarının neden olduğu tahmin edilmektedir. Hastalıkların ve düşman
saldırılarının nedeninin Hıristiyanların Roma ilahlarına sırt çevirmeleri
olduğunu söylediler.
257’de Roma’nın
her yerinde tekrar şiddetli bir zulüm dalgası görülmüştür. Ama bu seferki hedef
özellikle kilise önderleri, gözetmenler ve hizmet edenlerdi. Kimileri
tutuklanmış, kimileri köle olarak satılmış, kimileri ise öldürülmüştür. Daha
önceki zulümde kaçan Kuzey Afrika Kilisesi önderlerinden Cyprian’ın ise bu kez
başı kesilmiştir. Birçok kişilere de çeşitli işkenceler yapılmıştır. İspanya episkoposu
iki diyakonu ile birlikte bir tiyatro sahnesinde bir şişe takılarak kızgın
korlar üzerinde kızartılarak ölene kadar işkence yapılmıştır. 260’ta Valerian
Persler tarafından kaçırılana kadar bu korkunç zulüm dönemi devam etmiştir.
Onun yerine geçen oğlu Gallerius babasının siyasetini izlememiş, tam tersi
Hıristiyanlara her yönden kolaylık sağlamıştır. Bu da Hıristiyanlar için
yaklaşık 40 yıllık bir huzur dönemi olmuştur.
Sonraki
yıllarda yer yer hafif şekillerde zulümler devam etmiştir. o yıllardaki
Hıristiyanların sayısı kesin olarak bilinmese de %5 ile %50 arasında tahmin
edilmektedir ki bu da hiç az bir rakam değildir.
303 yılında ise
Dioklation o güne kadarki en
korkunç zulüm dönemini başlatmıştır ve bir ferman ile kilise binalarını
yıktırmış, Kutsal Kitap’ları yaktırmıştır. On yıl boyunca Britanya’dan
Arabistan’a kadar imparatorluğun her köşesinde işkence ve zulüm devam etmiştir.
Hatta Hıristiyanların yoğun olduğu doğu illerinde ise zulüm 323’e kadar
sürmüştür ve yer yer toplu katliamlara kadar gitmiştir. Bu zulümler sırasında
Hıristiyanların yaşadığı bilinen bazı kasabaların toplu olarak ateşe verildiği
bile olmuştur.
Dioklation imparatorluğun çok büyük olduğundan dolayı idaresinin zor olduğunu düşünerek farklı bir sisteme geçmek istemiştir. Çünkü imparator zamanın çoğunu sınırda askerlerin başında savaşta olmak zorundaydı. Eğer imparatorun yerine askerlerin başında başka bir komutan olursa ve o komutan büyük bir zaferle bir kahraman gibi Roma’ya dönerse imparatoru tahttan indirebilirdi.
Bütün bu zorluklardan dolayı Dioklation imparatorluğu doğu ve batı olmak üzere ikiye bölmüştür. Ama bu iki parçada iki imparatorla birlikte iki de yardımcı imparator olacaktır. Kendisi doğu parçasını almış ve başkenti de Nikomediya’da kurmuştur. Yardımcı imparator Gallerius ise Yunanistan ve Balkanlar’ın yönetimini almıştır. İmparatorluğun batı kısmında da başkent yine Roma olmak üzere Maxentius imparator olmuş ve Konstantinus Klorus da yardımcı imparator olarak Britanya, Galler ve İspanya bölgelerini almıştır. Konstantinus Klorus Konstantin’in babasıdır.
Dioklation’un imparatorluğunun ilk dönemlerinde Hıristiyanlar için hiçbir sorun yoktu. Dioklation’un Hıristiyanlarla hiçbir sorunu olmadığı gibi zaten kendi eşi ve kızı da Hıristiyan’dı. Kimse de herhangi bir sorun çıkacağını düşünmüyordu. Ama Dioklation’un yardımcı imparatoru Gallerius Hıristiyanları hiç sevmiyordu. Bu yüzden de Dioklation dönemindeki korkunç zulüm Roma ordusu tarafından Balkanlarda başlatılmıştır.
Gallerius’un Hıristiyanlarla ilgili sorunu ordudaki Hıristiyanların savaşmayı reddetmesi üzerine başlamıştır. Gallerius Dioklation’dan ordudaki bütün Hıristiyan askerleri kovmasını istemiştir. Bazı komutanlar da askerlerinin çoğunu kaybedecekleri için Gallerius’un bu isteğine çok kızmışlardır. Sonunda çareyi askerleri imanlarından vazgeçmelerini sağlamakta bulmuşlardır. Bunu yapabilmek için de yine eski yönteme geri dönerek Roma tanrılarına kurban sunmalarını istemişlerdir. Bunun sonucunda da öncelikle Roma ordusunda birçok asker öldürülmüştür. Bu idamlardan sonra zulüm giderek imparatorluğun değişik yerlerine yayılmaya başlamıştır.
Gallerius bununla da yetinmemiş 303 yılında Dioklation’dan Hıristiyanlarla ilgili yeni bir kanun çıkarmasını istemiştir. Bu kanuna göre amaç sadece Hıristiyanları öldürmek değil, özellikle imparatorlukta yetki ve güç sahibi olan Hıristiyanları öldürmekti. Bu amaçla Hıristiyanların binalarına ve mezarlıklarına hükümet el koymuş, kitaplarını da yok etmişlerdir. Bazı Hıristiyanlar da bütün bu olanlara karşı çıkmaya çalışırken öldürülmüşlerdir. Bir de bütün bu karışıklıklar sırasında sarayda çıkan yangından da Hıristiyanlar sorumlu tutulmuşlar ve bunun üzerine de bütün Hıristiyanların adalet binasında tanrılara kurban sunma emri çıkarılmıştır. Bu durumda Dioklation’un eşi ve kızı da kurban sunmak zorunda kalmışlardır. Ama imparatorlukta üst düzeyde çalışan birçok Hıristiyan kurban sunmayı ret ettikleri için kendileri kurban olmuşlardır.
Bu zulüm imparatorluk boyunca yayılmış ve o güne belki de bugüne kadar Hıristiyanların yaşadığı en kötü zulüm zamanı olmuştur. Hatta bazı Hıristiyanlar bu zulümden kaçarak Pers imparatorluğuna sığınmışlardır. Bu yüzden de Hıristiyanların düşmanla birlik yaptığı düşünülmüştür.
Bu dönemde imparatorlukta tek zulüm olmayan yer Konstantinus Klorus’un yönettiği Britanya, Galler ve İspanya bölgesiydi.
Gallerius aslında bütün bu şeyleri imparatorluğu tek başına ele geçirmeyi planladığı için yapmıştır. Dioklation bu olaylar sırasında imparatorluk görevini bırakmış ve bütün düzenin bozulup imparatorlukta bir iç savaş çıkmasına neden olmuştur. Ama bu iç savaş ve karışıklık sırasında da Hıristiyanlara yapılan zulümler devam etmiştir.
311’de Gallerius ölüm derecesinde hastalanmıştır. Halk arasında Gallerius’un Hıristiyanlara zulüm ettiği için ceza olarak hastalandığı söylentisi dolaşır ve gözetmenler de bunu onaylayan vaazlar vermişlerdir. Gallerius bu söylentiler karşısında zulmü yasaklayan bir kanun çıkarmış ve kiliselerde kendisi için dua edilmesini istemiştir. Ama bu yasayı çıkardıktan 5 gün sonra da ölmüştür. Gallerius’un ölümünden sonra imparatorluktaki karışıklar iyice artmış ve durum iyice kötüye gitmeye başlamıştır. Kısa bir süre sonra da Konstantinus Klorus da ölmüş ve yerine oğlu Konstantin geçmiştir.
Bu zulümler kilisede bölünmelere de neden olmuştur. Bazı Hıristiyanlar bu işkencelere dayanamayıp inançlarını reddeder gibi gözüküp ya da reddedip tanrılara kurbanlar sundular. Bu kurbanlarını sunduklarına dair Roma hükümetinden bir belge almak zorundaydılar. Bazıları da kurban sunmayıp rüşvet vererek ya da tanıdık aracılığıyla bu belgeleri aldılar. Çünkü bu dönemlerde zulüm bilmeyen yeni bir nesil vardı ve işkencelerde giderek artıyordu. Daha önceki zulüm dönemlerindeki gibi direkt öldürmüyorlardı. Hatta amaç olabildiğince çok yaşatmaya çalışarak işkenceye devam edip bu belgeleri aldırmaya çalışmaktı. Özellikle rüşvetle bu belgeleri alma yöntemi birçokları için cazip geldi. Hem inkar etmek zorunda kalmıyorlardı, hem de kurban sunmadan canlarını kurtarabiliyorlardı.
Ama diğer grup da Hıristiyan olduklarını itiraf edip işkencelere dayanıp yaşamaya devam ediyorlardı. Böyle kişiler kilisede daha yüksek bir mertebede görülmeye ve daha fazla saygı görmeye başladılar. Hatta bazen bu şeklide işkencelere dayanmış kişiler kilisede episkoposlardan ya da önderlerden bile daha fazla söz ve yetki sahibi olabiliyorlardı.
Bazen de özellikle işkencelere dayanamayarak imanlarını inkar edip daha sonra tekrar tövbe edenler vardı ve bu kişilerin durumları ile ilgili olarak kilise bölünmüştür. Bir grup böyle kişilerin kesinlikle tekrar kiliseye dönemeyeceklerini, diğer bir grup ise bir kişi inkar etse bile daha sonra tekrar tövbe edip döndüğünde kilisenin o kişiyi kucaklaması gerektiğini söylüyordu. Bu dönemde bu konuyla ilgili farklı düşünen özellikle iki önemli önder vardır.
Sprian bunlardan bir tanesidir ve itiraf edenlere karşı davrandığı gibi olmasa da imanını inkar edenlere karşı daha toleranslı davranmıştır. Noveyşın ise, daha sert bir yol takip etmiştir.
Bu zulümlerin yaşandığı dönmede Kartaca da yaşayan Sprian zulümler başladığında kaçmış ve benim için sürgünde olsam da hayatta kalmak daha önemlidir demiştir. Fakat pek çoğu onu korkaklıkla suçlamış ve hatta Rabbi inkar edebileceğini bile söylemişlerdir. Aslında Sprian gerçekten korkak biri değildi. Çünkü daha sonra kendisi de şehit olmuştur.
Ancak kilise içinde Sprian ve İtirafçılar arasında bir ayrılık çıkmıştır. İtirafçılar, geri dönen herkesin kabul edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ama Sprian ise bu kabul etme yetkisinin ve görevinin kiliseye ait olması gerektiğini savunuyordu. Hatta Sprian kilisenin birliğini korumak amacıyla bu konu hakkında konuşmak için Kartaca’da bir konsey toplatmış ve konseyde bu konu ile ilgili üç yol takip edilmeye karar verilmiştir.
· Kurban kesme sertifikalarını para ile satın alan kişiler kiliseye hemen kabul edilebilirler.
· İnkar edip tövbe edenler ise ancak ölüm halinde olduklarında kilise kabul edilebileceklerdir.
· İnkar etmiş ve tövbe etmemişse kiliseye kabul edilmeyeceklerdi.
Sprian, belki de kilise kurallarının çok sert bir şekilde uygulanması gerektiği konusunda Tertullian’dan etkilenmiştir. Hatta Tertullian bu konuda Sprian’dan bile daha katıydı. Kilisenin azizlerin yeri olduğunu ve inkar edenlerin ya da putperestlerin kilisede yeri olmadığını düşünüyordu. Kilisenin bu sert tavrı kilisede yüzyıllar süren bir bölünmeye yol açmıştır.
Konstantin 312 yılında Hıristiyanlığa doğru adımlar atmaya ve imparatorluğun tek hükümdarı olunca zor dönemler geçiren bu inanca her yönden kolaylık sağlamaya başladı. Başkenti eski Byzantium’da kurulup sonra Konstantinopolis adını verince orada birçok kilise binası da inşa ettirmişti.
Roma toprakları oğulları arasında paylaştırıldıktan sonra kiliseler daha da gelişmeye başlamıştır. Çünkü onlar babalarından çok daha kesin bir şekilde pagan inançlarına karşı sert bir tutum sergilemişlerdir.
Fakat 361’de Julian tekrar tek yönetici olarak başa geçince kuvvetli bir şeklide yeniden putperestliği canlandırmaya çalışmıştır. Ama sadece iki yıl süren iktidar döneminde bu konuda fazla başarılı olamamıştır. Julian’dan sonra gelen imparatorlar ise kendilerini Hıristiyan olarak tanımlamışlardır. Eski inançlar giderek geri adım atmak zorunda kalmalarına ve Hıristiyanlık için rahat bir dönem olmasına karşın Mesih inancı daha çok ağızlarda yayılmaya yüreklerde ise kaybolmaya başlamıştır. İmparator I.Theodosius (379-395) döneminde eski tanrıların tapınakları yıkılmaya ve onları gizli gizli ziyaret edenlere zulüm edilmeye başlanmıştır. Hatta Paganların zorla kiliseye gitmeleri buyurulmuş ve vaftiz olmak istemeyenler çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.
1.yüzyılda daha çok İsa’yı tanıyan İsa’yla birlikte çalışan elçiler vardı. Ama 2.yüzyıla geçişte elçilerden sonra onları takip eden kilise babalarını görebiliriz.
Elçiler öldüler. Ama o zamanın birçok kilise önderi ya elçileri tanıyordu, ya onların öğrencileriydi, ya da yetkilerini onlardan almışlardı. Elçilerden sonra gelen bu önderlere elçileri tanıdıkları ya da elçiler tarafından yetiştirildikleri için Apostolik (Elçisel) Kilise Babaları diyoruz.
Kilise Babaları kilise içinde çalışan önderlerdendir ve diğer görevlilerden daha kutsal değillerdir. Zaten kendi dönemlerinde bu kişiler kilise babası olarak anılmamışlardır. Daha sonra kilise kendi içinde bu isimleri vermiştir. Kilise babaları dönemi Augustin’le kapanmıştır. Ama Augustin batı kilisesinin en önemli babalarından biri olmasına rağmen doğu kilisesi Augustin’i kilise babası olarak tanımamaktadır.
Romalı Klement (30-100) Petrus’un öğrencisiydi. Aslında Klement’in hayatı ve yaptıkları hakkında az şey bilinmektedir. Klement hakkında bildiğimiz, özellikle, 96 yılında Korint’teki Hıristiyanlara yazmış olduğu uzun bir mektuptur ve mektubunda kilisenin birliği, kişilerin hayatlarını temiz tutması konularına değinmiştir. Mektupta farklı kiliselerde farklı uygulamaların olduğu da anlaşılmaktadır. Bu mektup aynı zamanda Petrus’un Roma’da ölmüş olduğunu, Pavlus’un da İspanya’ya bir yolculuk yaptığını ve Neron zamanında Hıristiyanlara işkenceler yapıldığını doğrulamaktadır. Tarihçi Eusebius’a göre Romalı Klement Pavlus’un Filipililer’e mektubunda adı geçen Klement’le aynı kişidir.
Filipililer
4:3 Evet, gerçek yoldaşım, sana da yalvarırım, bu kadınlara yardım et.
Çünkü onlar benimle, Klement'le ve adları Yaşam Kitabı'nda bulunan diğer
emektaşlarımla birlikte Müjde'yi yaymak için mücadele ettiler.
Roma kilisesinin, Linus ve Kletus’tan sonra üçüncü episkoposu olarak bilinmektedir. Aslında o dönemde henüz bu dönemdeki gibi episkoposluk sistemi yoktu. Hatta bazı yerlerde birden fazla episkopos bile olabiliyordu. Bu yüzden elimizdeki bilgilerle bu konuda kesin bir şey söyleyemiyoruz. Klement’le aynı dönemde yaşayan Antakyalı İgnatius’un Roma’ya yazdığı bir mektupta mektubunu ihtiyarlara hitap ettiğini biliyoruz. Eğer o dönemde Roma’da bir episkopos olsaydı İgnatius mutlaka mektubunu episkoposa hitaben yazardı. Klement kendisi de yazılarında Pavlus gibi ihtiyar ve episkopos kelimelerini birbirinin yerine kullanmış ve tarzı da Pavlus’un tarzına benzemektedir. Bütün bu bilgiler de bize 2.yüzyılda belki de henüz tek bir episkopos ya da önder olmadığını göstermektedir.
Antakyalı İgnatius (30-110) da Apostolik Babalardandır. Suriyeliydi. İgnatius’un kelime olarak “Tanrı tarafından taşınan” anlamına gelmektedir.
Luka 18:16 Ama
Isa çocukları yanına çağırarak, «Bırakın, çocuklar bana gelsin, onlara engel
olmayın!» dedi. «Çünkü Tanrı'nın Egemenliği böylelerinindir.
Bu yüzden geleneğe göre bu ayette İsa’nın kucağına aldığı çocuğun İgnatius olduğu tahmin edilmektedir. Yaşına bakıldığında da bu mümkün olabilir. Ama kesin bir şey söyleyemeyiz. Petrus’un öğrencisiydi. Petrus tarafından Antakya episkoposu olarak atanmıştı. İgnatius Pavlus, Yuhanna hatta diğer elçileri de tanıyor olabilir. İgnatius “monarşi episkoposluğun” ilk kurucu olarak bilinmektedir ve kendisini episkopos olarak adlandıran ilk kişidir. Kilisenin birliğine ve önderliğe o kadar çok önem veriyordu ki mektuplarında özellikle bu konularla ilgili yazmıştır. Episkoposun kilisenin birliği için bir güvence olduğunu söyleyen İgnatius bu konuda o kadar çok ileri gitmiştir ki episkopos yanlış söylese bile ona boyun eğip itaat etmek gerektiğini ve hatta episkopos olmadan yapılan vaftiz törenin yasal olamayacağını ve efkarist Rabbin sofrasından alınamayacağını söylemiştir.daha da ileri giden İgnatius episkoposu onurlandıranın Tanrı’yı onurlandırmış olacağını söylemiştir.
İgnatius Hıristiyan olduğu için tutuklanmış ve Roma’da arenada hayvanlar tarafından parçalanarak şehit olmuştur. Roma ya giderken yoldaki Hıristiyanlara uğramış, onları teşvik etmiş ve onlara mektuplar yazmıştır. İgnatius şehitlik mertebesine ulaşmayı çok istemiştir. Hatta Roma’daki imanlılara yazdığı mektuplarında “Şehit olmama engel olmayın” diye de belirtmiştir. İgnatius büyük bir tutkuyla İsa’ya bağlıydı.
İsa’nın vücut bulmasını sadece bir görünüş olduğunu söyleyenlere karşı -ki bu daha sonraki dönemlerde Dosetizm adı ile bilinecek olan sapkın öğretinin ilk belirtileridir- İgnatius, Rabbin gerçekten beden aldığını ve çarmıhta acı çektiğini vurgulamıştır. Zaten aksi olsaydı kurtuluş mümkün olmaz ve inancımız boş olurdu.
Hermes ( -150) Apostolik babalardan birisiydi ve Roma episkoposuydu. Hermes’e ait olduğu düşünülen bir kitap bulunmaktadır. Bu kitabın Hermes’e ait olduğunun düşünülmesinin nedeni kitabın adının “Hermes’in Çobanı” olmasıdır. Kitapta önce imandan düşen sonra da tekrar Rab’be dönen ve melekler tarafından yol gösterilen bir adamdan bahsedilmektedir. Yazar Hermes, Roda adında bir kadına satılmış bir köledir, fakat Roda daha sonra Hermes’i serbest bırakır. Hermes de özgür kaldıktan sonra ticaretle uğraşır, çok zengin olur ve evlenir. Hermes Hıristiyan bir adam olmasına rağmen ticaret yaparken ahlak kurallarına uygun davranmaz. Zengin olduğu bu dönemde Hıristiyanlara yapılan zulümler sırasında bütün servetini kaybeder ve Hıristiyan olamayan çocukları tarafından reddedilir. Bu kitap alegorik bir kitaptır ve kitapta bir Hıristiyan’ın kendisi Rab’le yürürken çocuklarının da Rab’le yürümesini sağlamaları gerektiğini anlatmaktadır.
Policarp (69-151) İzmir episkoposu ve Yuhanna’nın öğrencisiydi. Policarp Filipililer’e bir mektup yazmıştır ve mektupları Pavlus’un mektuplarına benzemektedir. Policarp’ın yazdığı mektuplarda Yeni Anlaşma’dan alıntılar olduğunu görüyoruz. Bu da bize o dönemde Yeni Antlaşma yazılarının varolduğunu ve yaygın bir şekilde kullanıldığını göstermektedir.
Policarp İzmir tiyatrosunda halkın önünde bir odun yığını üzerinde yakılarak öldürülmüştür. Policarp’ı önce tutuklamışlar sonra da yaşlı ve sevilen bir adam olduğu için serbest bırakmak istemişlerdir. Fakat ondan serbest kalmak istiyorsa İsa’yı inkar etmesini istemişlerdir. Policarp ise onlara “86 yıldır hizmet ettiğim ve beni asla terk etmeyen sadık Rabbim’i nasıl inkar edebilirim” demiştir. Bunun üzerine arenaya götürülen Policarp’a tekrar bir şans vermişler ve ondan bu kez de “Hıristiyanlar kafirdir” demesini istemişlerdir. Policarp ise Romalıları gösterip “Bu kafirlerden kurtulalım” demiştir. Bunun üzerine yakılarak öldürülmüştür. Hatta ateşin önce bir süre Policarp’ı yakmadığı ve bunun üzerine de bir askerin Policarp’ı mızrakla öldürmeye çalışırken ateşe düşüp onunla birlikte yandığı anlatılır.
Papius (60-130) Yuhanna’nın öğrencilerinden biriydi, Policarp’ın arkadaşıydı, Pamukkale bişobuydu. Papius’u önemli yapan özelliklerden biri de Yeni Anlaşma’daki yazıları yorumlamasıdır. Papius’un Markos’un ve Petrus’un söylediklerini kaleme aldığı tahmin edilmektedir. Papius, Matta’nın Müjde’yi İbrani’ce yazdığını söylemiştir. Papius’un günümüze hiçbir yazısı ulaşamamıştır. Ama Papius’dan 200-300 yıl sonra yaşayan Eusebius’un yazılarında Papius’un yazılarına rastlanmaktadır ve bu yazılardan bildiğimize göre Papius İsa’nın dirilişinden sonra bin yıl egemenlik süreceği Milenyum görüşüne inanıyordu.
İlk yüzyıllarda Hıristiyan inancında dikkat çeken iki nokta vardı. Bunlar
görsel düzenin gelişmesi ve inancın mantıksal ifade edilmesiydi.
İsa Mesih’in gerek Petrus’a gerekse diğer öğrencilere söylediği bazı sözleri kilise önderlerine geçen bir yetki olarak algılandı.
Matta 16:18-19
Ben de sana şunu söyleyeyim, sen
Petrus'sun ve ben kilisemi bu kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının
kapıları ona karşı direnemeyecek. 19 Göklerin Egemenliği'nin anahtarlarını sana vereceğim. Yeryüzünde bağlayacağın
her şey göklerde de bağlanmış olacak; yeryüzünde çözeceğin her şey göklerde de
çözülmüş olacak."
İlk kilise yapısı Sayılar kitabındaki İsrail’in yönetimi örnek alınarak oluşturulmuştu. Birinci yüzyıl sona ermeden önce var olan kilise topluluklarında diakonos yani hizmet görücü, Presbiteros yani ihtiyar ve episkopos yani üst yönetici veya gözetmen görevleri oturmaya başlamıştı. Presbiteryen yaşlılar tarafından yönetilen demektir. Çöldeki İsrail’i ihtiyarlar yönetiyordu. İhtiyarlık sistemi sinagog düzeninden alınmıştır. Zaten ilk kilise ibadetleri de Yahudi ibadetlerinden alınmıştı. Bazı kiliselerde birden fazla episkoposun görevde olduğu bilinmektedir. Büyük olasılıkla Presbiteros ve episkopos kavramları aynı görev için de kullanılıyordu.
Kilise yönetimindeki gelişmeler tek bir şekilde olmamıştır. Kilise bazı yerlerde daha hızlı bazı yerlerde ise daha yavaş gelişmiştir. O zamanda Evrensel Kilise ruhsal açıdan birbirine bağlı ama düzen açısından birbirinden ayrıydı. 1.yüzyılda kilisenin yönetim şeklinde bir evrim gerçekleşmiştir. Daha önceleri kilisenin başında yalnızca ihtiyarlar bulunuyordu ve eşit şekilde bir yönetim vardı. Ama daha sonraları episkoposluk sistemi gelmiş ve ihtiyarların üzerinde bir episkopos kiliseyi yönetmeye başlamıştır. Ama yine de episkoposluk sistemi tam bu gündeki gibi daha büyük bir merkezin önderi değil sadece kasabanın önderliğini yapıyordu. Şunu da unutmamamız gerekir ki; o günkü kiliseler bugünkü kiliseler gibi değildi. Küçük ev kiliseleri vardı. Episkopos bulunduğu kasabadaki bütün küçük ev kiliselerinin piskoposluğunu yapıyordu. Ama kiliseler gelişip çoğaldıkça episkoposluk sistemi değişmiş ve episkopos bulunduğu bölgenin episkoposu haline gelmeye başlamıştır. Bu gelişmelerde her yerde aynı şekilde ve zamanda olmamıştır. Örneğin; Antakyalı İgnatius Antakya episkoposu olduğu dönemde Roma’nın bir episkoposu yoktu ve Roma Kilisesi ihtiyarlar tarafından yönetiliyordu.
Düzen konusunda kiliselerde hemen bir birlik oluşturmak için bir çaba harcanmamıştır. Uluslardan oluşan ilk kilise Antakya’da oluşmuştur. Bu kilisenin önderlik kadrosunda üstte belirttiğimiz hiçbir yönetici terimi geçmiyordu. Ama bunların yerine peygamberler ve öğretmenlerden bahsedilmektedir.Romalılara mektupta da kilisede peygamberler ve öğretmenlerin yanında hizmetçi, öğütçü, bağışçı veya yönetici armağana sahip kimselerin de olduğunu okuyoruz.
Romalılar
12:7-8 Hizmetse, hizmet etsin.
Öğretmekse, öğretsin. 8 Öğüt veren, öğütte bulunsun. Bağışta bulunan, bunu
cömertçe yapsın. Yöneten, gayretle yönetsin. Merhamet eden, bunu güler yüzle
yapsın.
Pavlus Efeslilere yazarken de elçi peygamber ve öğretmenlerle beraber müjdeci ve Grekçe’de çoban anlamına gelen önderlerinde olduğunu belirtmektedir.
Efesliler 4:11 Kendisi kimini elçi, kimini peygamber, kimini müjdeci, kimini önder ve öğretmen atadı.
Yeruşalim kilisesinde ihtiyarlar var olduğu ve İsa’nın üvey kardeşi Yakup’un bir önder görevi üstlendiği de bilinmektedir. Ama episkopos unvanı Yakup’a ancak daha sonraları atfedilmiştir.
Pavlus da başlatmış olduğu kiliselerde sorumluluk taşıdığı için onlara müdahale etmiştir. Bu kiliselere bir nevi önderlik etmiştir. Yuhanna mektuplarında kendini presbiteros yani ihtiyar olarak tanımlar ve kilisede üstün olma hevesinde olan Diotrefis’in kendini tanımadığından yakınmaktadır.
3.Yuhanna 1:9 Kiliseye bazı şeyler yazdım, ama aralarında en üstün olma sevdasında
olan Diotrefis bizi kabul etmiyor.
2.yüzyılda ilk kiliselerdeki farklı düzenler değişmeye ve adı geçen görevler mevcut bulunan kiliselerde çoğunlukla kabul görmeye başlamıştır. İgnatius gibi kilise babalarının yazılarından da belirttiği gibi episkoposun tek yönetici olduğu kilise sistemi giderek yaygınlaşmıştır. Elçi Petrus ve Pavlus’un da Roma ile olan bağlantılarından dolayı o kilisenin episkoposu giderek bir önderlik rolü üstlenmeye başlamıştır. Yeruşalim’in yanı sıra Antakya ile İskenderiye de geniş bölgelerin baş sorumlusu ve bununla beraber bir başpiskopos koltuğuna sahip olmuşlardır. İmparatorların Hıristiyanlığa giderek daha fazla ağırlıklarını koymaları ve İstanbul’un da başkent olması ile birlikte İstanbul da böyle bir koltuğa sahip olmuştur.
O dönemlerde beş patriklik vardı:
Yeruşalim patrikliği: Bu patrikliğin önemi diğer kiliseler üzerindeki etkisi yönünden değil de daha çok tarihsel açıdandır. Tarihte evrensel kilise içinde Yeruşalim patrikliği bir baba figürü olarak görülmüştür.
Antakya patrikliği: Burası ilk yüzyıllarda Hıristiyanlık için çok büyük bir merkezdi. Özellikle ilk defa Hıristiyanların “Hıristiyan” olarak çağırıldıkları ve Elçilerin İşleri kitabından başlayarak önderlik yapan bir yerdir.
Elçilerin İşleri 11:26 Öğrencilere ilk kez Antakya'da Mesihçiler adı
verildi.
Antakya özellikle eğitim açısından da bir merkezdi. Buradaki kilisenin ve okulun en önemli özelliği ilk yüzyıllardan başlayarak Kutsal Kitap’ı kelimesi kelimesine yorumlamasıdır. Kelimeleri tek tek alıp onların gerçek anlamları üzerinde durarak yorum yapıyorlardı.
İskenderiye patrikliği: Buradaki kilise de ise alegorik bir yorumlama vardı. Kelimelerin gerçek anlamlarını değil daha çok altında yatan derin anlamları bulmaya çalışıyorlardı. Sadece ne dediğini değil ne demek istediğine de bakıyorlardı. Bu yüzden İskenderiye kilisesi Kutsal Kitap yorumlama konusunda çok fazla ilerlemişti.
Roma patrikliği: Bu patriklik iki açıdan önemliydi. Her şeyden önce Roma imparatorluğunun merkeziydi. Aynı zamanda da Pavlus ve Petrus’un önderliği de buranın önemini arttırıyordu.
Matta 16:18
Ben de sana şunu söyleyeyim, sen Petrus'sun ve ben topluluğumu bu
kayanın üzerine kuracağım. Ölüler diyarının kapıları ona karşı direnemeyecek.
İsa’nın söylediği bu sözler yüzünden zamanla diğer kiliseler arasında böyle bir üstünlüğü oluşmuştur. İlk dönemlerde diğer kiliseler üzerinde bir yetkisi ya da üstünlüğü yoktu. Sadece eşitler arasında ilk olarak görülüyordu.
İstanbul patrikliği:Bu kilise önderlik açısından biraz geç kalmıştı. Çünkü bu kilise biraz geç kurulmuştu. Önceleri küçük bir kasabaydı ve kasaba kilisesiydi. Ama daha sonra imparatorluğun yeni başkenti olunca kilise de canlandı ve aktif bir kilise haline geldi. Bu yüzden de daha sonraki zamanda İstanbul’daki patriklik Ekümenik* Patriklik olarak tanınmıştır.
“Autocephalous” kendi aralarında özgür ama ruhsal olarak birbirlerine bağlı anlamına gelmektedir. Doğudaki kiliseleri böyleydi ve böyle kaldı. İstanbul patrikliği sadece ruhsal anlamda önderdir ve patrikliğe bağlı bulunan kiliseler kendi aralarında özgürdür. Kiliselerin aralarında yatay bir bağ bulunmaktadır.
Roma Katolik kilisesinin papalık sisteminde ise piramit şeklinde bir bağ vardır. Bu Roma kilisesi diğer bütün kiliselerin üzerinde yetkilidir anlamına gelmektedir. Bu zamanla oluşmuş bir sistemdir ve tarihsel olarak Roma kilisesinin bütün kiliseler üzerinde önderlik etme iddiası doğru değildir. Zaten Petrus yüzünden bir ayrıcalığı vardı ve eşitler arasındaki ilk olarak görülüyordu. Ama bu diğer kiliselerin verdiği bir öncelikti ve bu öncelik Roma kilisesinin anladığı şekildeki gibi bir öncelik değildi.
Başka hiçbir inanç ve dini sistem şartsız sevgi ve kabullenme konusunda Mesih inancı kadar üstün bir ideale sahip değildir. Ama aynı zamanda başka hiçbir inançta izleyicileri arasında bu kadar çok bölünmelere ve tatsız tartışmalara tanık olunmamıştır. Bunun sebebi Müjde’nin özünden kaynaklanmaktadır. Müjde’de inansın doğası ve Tanrı’nın üstün amacı açıklanmıştır. Tanrı suretinde yaratılmış insan Mesih’te kusursuz bir şekilde açıklanan sevgiyi yansıtmalıdır. Bu Mesih inancının odak noktasıdır. Tüm Kutsal Yasa’nın toplamı sevgidir.
Matta 22:37-40
İsa ona şu karşılığı verdi:
"'Tanrın Rab'bi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün aklınla seveceksin.' 38 İşte ilk ve en
önemli buyruk budur. 39 İlkine benzeyen ikinci buyruk da şudur: 'Komşunu kendin
gibi seveceksin.' 40 Kutsal Yasa'nın tümü ve peygamberlerin sözleri bu iki
buyruğa dayanır."
İsa öğrencileriyle geçirdiği son akşam yemeğinde de bunu vurgulamıştır.
Yuhanna 17:22 Bana verdiğin yüceliği onlara verdim. Öyle ki, bizim bir olduğumuz gibi
bir olsunlar.
İsa Tanrı’nın Mesih’te istediği yüce amacıda şöyle ifade etmektedir.
Yuhanna 13:34-35 Size yeni bir buyruk veriyorum: Birbirinizi sevin. Sizi sevdiğim gibi siz
de birbirinizi sevin. 35 Birbirinize sevginiz olursa, herkes bununla benim
öğrencilerim olduğunuzu anlayacaktır.
Aynı zamanda Müjde günahın gerçekliğini ve Tanrı’nın insana bağışladığı özgür iradenin bozulmuşluğunu da açıklamaktadır. Mesih’in hak edilemeyen sevgisinin karşısında kışkırtılmış günahın çirkin yüzünü dramatik ve trajik bir şekilde Mesih’in çarmıha gerilişinde görebiliriz. Ama Tanrı bu korkunç olayı, ardından gelen dirilişle iman eden insanın kurtulması için tasarlamıştır. Kutsal Ruh’un etkinliği ile Mesih’te yeni bir insan yaratılmış ve o yeni yaratık yenilenmiş yaşamıyla yeni bir topluluğa alınmıştır. Evrensel Kilise dediğimiz bu yenilenmiş yaratılmışlardan oluşan topluluğa katılan her bir kurtulmuş birey henüz günahın etkisinden kurtulmamıştır. Bu yüzden de Mesih İsa’da aldığı üstün çağrıya yakışır bir yaşam sürdürme konusunda zorlanmaktadır. İnanlıların çok önceden söyledikleri gibi kilise henüz yoldadır (in via) ama vatan (in patria) da değildir. Mesih’e iman edenler topluluğu hala yoldadır ve henüz ait olduğu vatanına ve amacına kavuşmamıştır tarihi tamamlayacak olan göksel yargıç gelmeden ve Mesih izleyicilerine kurtuluşun bu son aşamasını sağlamadan kilise bu yolda ilerlemeye de devam edecektir.
Ama Mesih inanlıları her zaman Tanrı’nın gösterdiği bu mükemmele, bu üstün hedefe doğru yol almak yerine ona ulaşmayı düşlediler. Bunu başarabilmek için tüm inanlılar için geçerli olacak tek bir düzen kurmaya, herkesçe bilinecek ve hem fikir olunacak sözlü inanç bildirgeleri yazmaya, inanlıların yaşamını Müjde’ye uygun bir disipline göre değerlendirmeye ve tapınmanın geçerli bir ölçeğini kurmaya çalıştılar. Ama ne yazık ki inanlılar kendi benliklerinden ve günahtan dolayı birlik için ortaya atılan her eylem yeni bir bölünmeye ve kavgaya neden olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. İlk kavga aslında birliğin sembolü olan Rab’bin Sofrası konusunda olmuştur ve böylece beraberlik yerine ayrılığın bir sembolü olmuştur.
Genç kilisenin karşılaştığı ilk tartışma doğal olarak Yahudi inancı ile ilgiliydi. Mesih inancı sadece çok sayıda Yahudi tarikatından bir tanesi miydi yoksa ayrı bir inanç mıydı? Yahudiliğin bir tarikatıysa o zaman çeşitli milletlerden gelen bu inanlılar Tanrı’nın anlaşma yaptığı bu gruba dahil olduklarını göstermek için sünnet olmalı ve Yasa’yı tutmalıydılar. Elçilerin İşleri ve Pavlus’un mektuplarında bu konularla ilgili bazı sert tartışmaları görebiliriz.
Pavlus Rab’den aldığı Müjde’ye dayanarak insanın herhangi bir iyi iş ya da sevapla kurtulamayacağını sadece Mesih’te sağlanan lütufla ve imanla kurtulabileceğini söylemiştir.
İlk imanlılar arasındaki ilk sorun bu şekilde çıkmıştı. Ama Pavlus ve Barnaba bu konuyu görüşmek üzere Yeruşalim’e gittiler. İki müjdecinin görüşleri orada destek buldu. Bununla birlikte birçok Yahudi Mesih inanlısı yer yer geleneksel uygulamaları sürdürmeye devam etmişlerdir. Ama 66 yılında Yahudilerin Roma’ya karşı başlattıkları özgürlük savaşı çıkınca topluluk Yerşalim’i terk etmiş ve Erden nehri doğusuna Ürdün krallığına göç edip bir süre orada yaşamışlardır. Bu Yahudi kökenli Hıristiyanlar daha sonra iki gruba ayrılmışlardır:
Bugün Irak’ta Asurlu Hıristiyanlar ve Kildani Hıristiyanları olmak üzere iki grup Hıristiyan bulunmaktadır. Bunların Aziz Thomas veya Nasıralılar’dan geldiği düşünülmektedir.
Zamanla doğudaki kiliseler eski yönetim şekline devam etmişledir. Birbirlerine yetkisel olarak değil de ruhsal anlamda bağlıydılar, ama bağ eskisi kadar kuvvetli değildi. Antakya Yeruşalim, Suriye, Ermeni bütün bu patrikliklerin hepsinin kendi yönetimleri vardı. Ama ruhsal olarak İstanbul önderlik ediyordu. Ancak daha öncede söylediğimiz gibi bu önderlik batıdaki Papalık gibi en tepedeki önderlik gibi değildi. İstanbul zamanla büyüdükçe doğu patrikliğinin gücü de tabi ki arttı. Bir de patrikliğin imparatorla olan yakınlığı sonucunda politik bir gücü de sahip olan patriklik daha da güçlendi. Ancak yine de bütün bunlara rağmen hiçbir zaman Papalık gibi kendisini İsa’nın dünyadaki temsilcisi olarak görüp tek güç olmayı istemedi ve olmadı. Aynı zamanda doğu patrikliği batı patrikliğinin eşitler arasındaki ilk olma özelliğini kabul ediyordu. Kabul etmediği diğer kiliseler üzerinde kendisini önder olarak yetkili görmesidir.
Peki doğu Autocephalous şeklindeki yönetim şeklini neden devam ettirmiştir de batı kilisesi piramit şeklindeki yönetim şeklini seçmiştir? Bunun sebeplerinden birisi doğu ve batıdaki manastır sistemlerinin birbirinden farklı olmasıdır.
Doğudaki manastır sisteminde keşişler normal hayatı bırakıp ayrı bir yerde yaşıyorlardı. Toplum içinde ya da topluluk olarak yaşamıyorlardı. Daha çok mağaralarda, ormanda ya da çölde yalnız olarak yaşıyorlardı. Sadece bazen belli zamanlarda bir araya geliyorlar ya da topluma karışıyorlardı.
Batıda ise çoğunlukla tam tersiydi. Manastırlarda topluluk olarak yaşıyorlar. Ama belli zamanlarda ya da ibadetlerde birbirlerinden ayrılıyorlardı. Hatta bazıları belli bir süre manastırda yaşadıktan sonra kendi topluluklardan çıkıp toplumun içinde yaşıyorlardı. İnsanlara yardım ediyorlar ya da çalışarak ihtiyaçlarını karşılayıp ihtiyaçta olan insanlara hizmet ediyorlar ya da Müjde’yi duyuruyorlardı. Toplum içinde bu hizmetleri yapabilmek için de Papadan resmi olarak izin alıyorlardı. Hizmetlerine devam ederken de Papaya sadakatlerini gösterip rapor veriyorlardı. Özellikle başka ülkelere Müjde yolculuklarına çıktıklarında oradaki kurdukları kiliselerin de döndüklerinde papalığa sadakatlerini ve bağlılıklarını gösteriyorlardı. Böylece yeni kurulan kiliseler de Papalığa bağlanıyor ve Papalık piramidi altına giriyorlardı. Önceki dönemlerde Britanya’daki kilise bu piramit altında değildi, ama daha sonra o da Papalığa bağlanmıştır. Böylece Papalığın yetkisi doruğa ulaşmıştır. Hatta bu o kadar abartılmıştır ki 19.yüzyıla kadar Papalığın yanılmaz olduğu söylenmiştir.
Hıristiyanlığın Yahudi inancından ayrı tutulması ve Yahudi inancı tarafından yutulma tehlikesi azaldıktan sonra Müjde’nin mesajını olumsuz yönden etkileyecek yeni tehlikeler ortaya çıkmıştır. Henüz çok genç olan Hıristiyan topluluğu Grek dünyasında yeni tehditlerle karşılamıştır. Bu tehlikeler çoktanrılı sistemden ya da etik kuralları hiç sayan bir yaşam biçiminden değil daha çok Helen felsefesinden kaynaklanmıştır. Onlara göre gerçeğe giden tek yol felsefeden geçiyordu. Her şeyi Grek felsefesinin yöntemleri ile algılamak ve onun tanımladığı kategorilere yerleştirip ifade etmek istiyorlardı. Tabi ki bu da Müjde’nin felsefesini zarara uğratıyordu.
Başka bir tehlike ise ruh ile madde arasında yapılan keskin ayrılıkta bulunuyordu. Aslında bu fikir Grek kültlerinden önce doğu kültlerinde de görülmektedir. Mısır, Suriye, Anadolu ve İran’dan çıkma birbirine benzeyen bu kültler ölmüş ve dirilmiş bir kurtarıcı tanrı ile bağlantılıydı. Çoğu Diyonisos veya bir diğer ismi Bacchus etrafında kurulmuştur.
Bu mitolojik öyküye göre Zeus ile Persefone’nin oğlu Zagreus bir boğa biçiminde doğmuştur ve tüm dünyaya hakim olacaktır. Bunun üzerine Zagreus’u kıskanan Titanlar onu paramparça edip yemişler. Ancak Athena Zagreus’un kalbini kurtarmış ve Zeus onu yutmuş. Sonra Semele Zeus’a Diyonisos’u doğurmuş. Ama daha sonra anlaşılmış ki Diyonisos bir zamanlar boğa olarak doğmuş olan Zagreus’un reankarnasyonuymuş. Zagreus dünyaya yeniden Diyonisos olarak gelmiştir. Boğa verimliliğin sembolü olmakla beraber Diyonisos ya da diğer adıyla Bacchus şarap, hayvan ve her türlü sebzenin tanrısı oluvermiştir.
Bu tanrıya tapınanlar ibadetlerinde bol bol şarap içerler ve tanrıların yaşamına paydaş olmak için yeni kesilmiş bir boğanın kanlı etinden yerlermiş. İnançlarına göre Diyonisos’un ruhunun kendi ruhlarına sahip çıkması için ibadetin sonunda da hızlı hızlı dans edip kendilerinden geçerlermiş.
Bazı gizemli kült tarikatları ise Orfeus adıyla bağlantılıydı. Orfeus kökenli tarikatların özünde yine Diyonisos mitolojisi bulunuyorsa da bunlar etiksel yönden daha kaliteli ve kontrollüdür. Onlara göre madde ve beden kötüydü. İnsan ruhunun bu bağlardan özgür edilmesi gerekiyordu. İnsanın tekrar ve tekrar doğduğuna ve bu şekilde de beden hapishanesinden özgür olduğuna inanıyorlardı. Ancak maddesel bağlardan ayrılmayı başaran ruh sonsuza kadar süren bir mutluluk yaşayabilirdi. Özlenen bu özgürlüğe temizlik ve aşırı sıkı bir disiplinle erişebileceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden de bu tarikata mensup olmak isteyen kişiler giriş töreninde önce çiğ et yerler daha sonra da bir daha hayatları boyunca hiç et yemeyerek kendilerini kirlenmeden uzak tutabileceklerine inanırlardı.
Platonizm ve Neoplatonizm aracılığı ile Orfeus inançları Grek dünyasına o kadar girmiştir ki çoğu zaman Mesih inanlısı olmuş Greklerin düşüncelerinde etkin olmaya devam ederek kiliseleri etkilemiştir. Mesih’in öğretisine ters düşen bu tutumlar her tür et ve maddenin kötü, ruhun ise iyi olduğunu savunuyorlardı. Bunun için her insanın ulaşmaya çalışması gereken hedef, ruhu bedensel kirlenmeden kurtarmasıydı. Bu görüşler Hıristiyan tarihi boyunca tekrar tekrar eziyetçi akımlar ve mistik çevrelerde etkili olmaya devam etmiştir. Hatta en adanmış Mesih inanlıları ve etkin iman savunucuları bile bu görüşlerden etkilenmiştir.
2.yüzyıldaki en önemli sapkın grup İsa’nın Tanrılığını inkar eden Gnostikler’dir. “Agnostik” bilmek imkansız anlamına gelmektedir ve Gnostik’den farklıdır. Gnostizm I. ve II. yüzyıllarda ortaya çıkmış gizemsel-dinsel felsefesel bir tarikattır. Tinsel gizler bilimi ya da bilgi anlamındaki Yunanca ‘gnosis’ sözcüğünden adını almış olan bu akım birinci yüzyılda sadece kısmen belli oldu. Daha sonraları ise geniş taraftar kitlelerine ulaştı. Hatta başka akımlara da temel oldu. günümüzde bile etkilerini görmek mümkündür. Putperest Gnostikler de vardı. Bazılarında Dualizim’den, farklı Yunan düşünce ya da Suriye kaynaklı görüşlerden, Mezopotamya astrolojisi ve Mısır inançlarından oluşan bir görüş karması vardı. Bugün hala Gnostik düşünceyi dünyada görebiliriz. Özellikle günümüzün popüler akımı ‘New Age’ ve Hinduizm, Budizm, Zen gibi doğu dinleri Gnostizm’e benzemektedir. Bütün bu karmaşanın içine bir de Hıristiyanlığın bazı öğretileri katılınca daha geniş bir kitlenin ilgisini çekmiştir. Gnostik düşüncenin ilk takipçisinin Elçilerin İşleri 8:9-24 ayetlerinde adı geçen Büyücü Simun olduğu düşünülmektedir.
Elçilerin İşleri 8:9 Ne var ki, kentte bir süreden beri büyücülük yapan ve Samiriye halkını şaşkına çeviren Simun adlı biri vardı. Simun, büyük adam olduğunu iddia ediyordu.
İskenderiyeli Basilides ve Roma’da öğretmenlik yapan ünlü Valentinus da bu erken dönem isimlerin arasındadır. Gnostikler’in arasında kilisenin ortodoks görüşlerine en yakın olan Valentinus Kutsal Yazılar’ı değerlendirirken alegorik yorumlama yöntemini reddetmemiş ama, onarlı farklı gruplara ayırmıştır. Valentinus’a göre esinlenmiş parçalar, insanın katı yüreğinden, Musa tarafından değiştirilmiş bölümler ve Yahudi ihtiyarları tarafından eklenmiş yetkisiz parçalar vardı. Daha sonraları ise en tanınmış Gnostik Marcion’dur. Bu felsefe, Antikçağ Yunan felsefesini ve özellikle Platonculuğu, ilk çağın gizemsel dinlerini, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı karıştırarak yeniden şekillendirmiştir. Dilimizde ‘Bilinirciler’ olarak da tanınan Gnostikler gizemci tarikat adamlarıdır ve tüm dinleri yaratıcı gücün sağlanmasında yetersiz bulurlar. Gnostikler için yaratıcı güç ya da kendiliğinden var olan bilgi ya da Tanrı dinsel bilgilerin çok üstündedir. Bu nedenle sadece anlık tanrısal kavrayışlarla, anlık sezişlerle kavranabilir. Gnostikler sadece seçilmiş kişilerin açıklanmış ilahi bilgiye erişmiş olduğuna inanıyorlardı. ‘Gnosis’ akıl ve felsefe yoluyla elde edilebilecek bir ayrıcalık değildi. Gnostik öğretilerine göre sadece ruh iyiydi ve madde ruhu esir almıştı. Kurtuluş ise bu tutsaklıktan sıyrılıp saf ruh dünyasına geçmekle mümkün olabiliyordu. Görüşlerini doğrulamak için Yahudi ve Hıristiyan yazılarından destek aldılar. Gnostikler Hıristiyanlarca sapkın sayılmışlardır. Çünkü İsa’nın % 100 Tanrı %100 insan olduğunu kabul etmezler. Onlar için İsa sadece insandır. İsa’nın bedeni, kanı vardı, yemek yedi, ağladı. O zaman insan olan maddi bedene sahip İsa nasıl olurda Tanrı olabilirdi. İngiliz düşünürü Bertrand Russel, İsa’yı bir insan peygamber sayması açısından İslam peygamberi Muhammet’in de bir Gnostik olduğunu söylemektedir. Gnostikler, felsefi ve gizemsel dinciliklerinin dışında kendi aralarında da tam bir anlayış birliği göstermezler. Örneğin; kimi Gnostikler’e göre çarmıha gerilen İsa’nın hayalidir, kimilerine göre de insan-İsa’dır. Kimilerine göre de İsa vaftiz edildiği sırada Kutsal Ruh insan-İsa’nın vücuduna girmiş ve tam çarmıha gerileceği sırada ondan ayrılmıştır. İsa’nın ‘Tanrım, beni niçin bıraktın’ sözünü de bunu kanıtlamak için kullanırlar.
Markos 15:34 Saat üçte İsa
yüksek sesle, "Elohi, Elohi, lema şevaktani" yani, "Tanrım,
Tanrım, beni neden terk ettin?" diye bağırdı.
Tabi ki kurtuluşumuz için İsa Mesih’in Tanrı olması da insan olması kadar önemlidir. Eğer İsa Tanrı değilse biz kurtulmadık ve eğer insan değilse yine biz kurtulmadık.
Son derece karışık inanç sistemlerine göre bilinmeyen mükemmel bir ‘temel ilk’ vardır ve bu temel ilk mükemmeldir. Bu temel ilk sınırsız baba diye tanımlayabileceğimiz sevgidir ve başka ilahi varlıkları da yaratabilir. Gnostikler’e göre Tanrı mükemmeldir. Madde ise kötüdür ve kusurludur. Bu yüzden de mükemmel Tanrı mükemmel olmayan maddeye dokunamaz. Yaratma gücü olmadığından değil mükemmel bir varlık olarak sadece kusursuz varlıklar yaratabildiğinden mükemmel olan Tanrı mükemmel olmayan bir dünya yaratamaz. Tanrı sadece aeonları, yani kendi mükemmel sonsuz yansımasını yaratmıştır. Bu yansımada kendi yansımasını ve yansımada da kendi yansımasını yaratmıştır. Böylece bütün yansımalar kendi yansımalarını yaratarak Tanrı’dan uzaklaşmışlardır. Fakat bu yansımalar Tanrı’dan uzaklaştıkça zayıflamaya başlamışlardır. En uzaktaki yansıma Tanrı’dan uzaklaştığı için Tanrı’nın mükemmelliğinden yoksundur ve yol boyunca kötü olana dönüşmüştür. Bu kötü olan yansımada kendi kötü yansımasını oluşturmuş ve karanlığa doğru gitmiştir. İşte bu kötü olan yansıma yeri ve göğü yaratmıştır. Bu yüzden de dünya Tanrı’dan uzak, Tanrı’ya karşı ve kötü olmuştur.
Gnostikler Mesih’in de bu yansımalardan biri olduğunu düşünüyorlardı. Tanrı’nın ilk mükemmel olan yansımalarından biri eril olan Logos; bilgi ve bir diğer de dişil olan yansıma Sofia; hikmetti. İşte kurtuluşu sağlamak için dünyaya gelen yansıma bu Tanrı’nın mükemmel yansımaları olan Logos ve Sofia’nın birlikteliğinden oluşan yansımadır.
Gnostikler de kendi aralarında temel olarak iki kola ayrılmışlardır. Bunlardan bir tanesi madde dolayısıyla da bedenlerimizde kötüdür. Bu yüzden de “Tanrı’yı hoşnut etmek için bedenlerimize eziyet etmeliyiz” dediler. Bu düşünceden ‘Çileciler’ denen bir grup çıktı. Bu gruptaki insanlar birçok doğu dinlerindeki gibi Tanrı’ya ulaşabilmek için acı çekmenin,sert kurallarla yaşamak gerektiğini düşündüler. Böylece kötüden arınarak adım adım Tanrı’ya ulaşacaklar, ilahileşeceklerdi. Bu grup etiksel kuralları aşırı boyutlara yükseltmişti. Bedensel isteklerine eziyet ve şiddet içeren yöntemlerle karşılık veriyorlardı.
İkinci grup ise “Bedenlerimiz zaten kötü o zaman bedenlerimizle yapacağımız hiçbir şeyle Tanrı’yı hoşnut edemeyiz” diyerek ahlaki kuralları hiçe saydılar. “Bedenle ne yaparsan yap önemli değil, zaten kötü ruhun iyi olsun yeter” dediler. Bunun üzerine hiçbir ahlaki kural tanımayan bir grup daha ortaya çıktı. Bu grup ise bedenlerini önemsemiyorlardı. Ruhları bedenleri tarafından kirletilemezdi. Bu yüzden Hıristiyanların yapması uygun olmayan pagan dini şölenlerine katılırlar ya da cinsel ahlaksızlıkta sakınca görmezlerdi.
Bu Gnostik grupların bazıları mevcut kiliselerde kalıp ibadetle devam ediyorlardı. Bazıları ise kendi topluluklarını kurup orada geldikleri kiliselerden farklı bir ayin düzeni oluşturuyorlardı. Bir kısmı da Roma imparatorluğunun her yerinde rastlanan mistik kültlerin uygulamalarını benimsiyorlardı.
Gnostikler evrensel bir din yaratma amacıyla farklı kaynaklardan önemli unsurlar alarak o günün insanına cazip gelecek bir öğreti sunmak istiyorlardı. Bunu yaparken de Mesih’e önemli bir rol veriyorlardı. O herkese hitap edecek olan bir Kurtarıcı olarak sunuluyordu. Ancak bunu yaparken yapılan yorumlar o kadar çarptırılmıştı ki Müjde’de tanıtılan İsa’dan çok farklı bir Kurtarıcı ortaya çıkıyordu.
Tüm bunlar kiliseyi çok etkilemiştir. Kilise Gnostikler’i sapkın olarak ilan edip kiliseden uzaklaştırdı. Özellikle Marcion II.yüzyılda yaşamış (160 yılında ölmüş) çok etkili bir Gnostik’tir. Marcion Kutsal Kitap’a baktı ve bazı bölümlerden hoşlanmadı. Özellikle Eski Antlaşma kısmını hiç beğenmedi. Eski Anlaşma’daki Tanrı’nın Yeni Anlaşma’daki Tanrı’dan farklı bir Tanrı olduğunu söyledi. Dünyayı yaratan kötü yansımanın Yahve olduğunu ve Yahve’nin de küçük ve kötü bir Tanrı olduğunu söyleyerek Eski Anlaşma’yı kendi Kutsal Kitap listesinden çıkardı. Daha sonra Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’ya baktı. Sadece Luka’yı beğendi. Matta’yı Eski Anlaşma’dan ve Yahudilerden bahsettiği için beğenmedi. Markos’da İsa’yı bir insan ve hizmetkar olarak tanımlıyordu. Yuhanna’da İsa’nın Tanrılığı üzerinde çok durmuştu. Bütün bunların sonucunda Marcion’un listesinde sadece Luka kalıyordu. Pavlus’un mektuplarının bazılarını da pek beğenmedi. Hatta bazı mektuplar Gnostikler’e direkt olarak karşı olduğu için o mektupları da listesinden çıkardı. Böylece Luka ve Pavlus’un bazı mektuplarından oluşan Gnostikler’e uygun kendi kutsal kitabını oluşturdu. Marcion İsa’nın bakire Meryem’den doğduğuna da inanmıyordu. Birdenbire Tiberyus döneminde İsa’nın ortaya çıktığını savunuyordu. Marcion bu yüzden tarihte ilk kutsal kitap sıralaması yapan kişi olarak bilinir. Tabi ki bunun üzerine kilise Marcion’u, düşüncelerini ve listesini sapkın ilan etmiştir. En önemlisi de Marcion’un yaptığı bu kutsal kitap sıralaması karşısında kilise kesin olarak özellikle Yeni Anlaşma’nın sıralamasını oluşturmak zorunda kalmıştır.
Peki ilk kez mi böyle bir liste yaptılar? Tabi ki hayır. Çünkü zaten bütün kitaplar hepsi bir bütün olarak olmasa da parça parça her yerde okunuyordu. Kilise sadece Marcion’un bu yaptığının karşısında kesin ve resmi bir listeleme yapmıştır. Kilise olmayan bir şeyi yeniden yazmamış ya da değiştirmemiştir. Sadece varolanı ve bilineni kesinleştirip resmileştirmiş ve bütün bir kitap haline getirmiştir. Önemli olan başka bir nokta da bu listeleme bir anda yapılmamıştır. Öncelikle Matta, Markos, Luka ve Yuhanna ile Pavlus’un mektupları kabul görmüştür. Daha sonra da Elçilerin İşleri kitabı Müjde bölümleri ile mektuplar arasında bir köprü olarak kabul edilmiştir. Fakat Yahuda, Yakup, Petrus ve Vahiy bölümleri çok çabuk kabul görmemiştir.
Bütün bu listelemeler yapılırken yazılar bir çok testten geçirilmiş ve birçok araştırmalar yapılmıştır. Örneğin Pavlus Petrus’un mektubundan alıntılar yapmıştır. Hatta o dönemde yazılmış Hıristiyanlıkla ilgili olsun ya da olmasın birçok eserlerde de Kutsal Kitap’tan alıntılar bulunmaktadır.
367’de İskenderiyeli Atanasyus döneminde bugün 27 bölümden oluşan Yeni Anlaşma sıralaması tamamlanmış ve bütün kiliselere bu liste mektupla bildirilmiştir. Ama tekrar şunu belirtmek istiyorum ki bu listelemenin yapılaması bir anda yapılmamıştır. 367 yılı böyle bir listeleme yapmak için çok geç bir zamandır.
Kilise Kutsal Kitap listelemesi yanında tabi ki Gnostikler’e karşı da cevap vermeliydi. Özellikle Pavlus ve Yuhanna Gnostikler’e karşı yazdılar.
Koleseliler 1:15-20 Görünmez Tanrı'nın görünümü, bütün
yaratılışın ilk doğanı O'dur. 16 Nitekim yerde ve gökte, görünen ve görünmeyen
her şey -tahtlar, egemenlikler, yönetimler, hükümranlıklar- O'nda yaratıldı.
Her şey O'nun aracılığıyla ve O'nun için yaratıldı. 17 Her şeyden önce var olan
O'dur ve her şey varlığını O'nda sürdürmektedir. 18 Bedenin, yani kilisenin
başı O'dur. Her şeyde ilk yeri alsın diye başlangıç olan ve ölüler arasından
ilk doğan O'dur. 19 Çünkü Tanrı bütün doluluğunun O'nda bulunmasını uygun
gördü. 20 Mesih'in çarmıhta akıtılan kanı aracılığıyla esenliği sağlamış olarak
yerdeki ve gökteki her şeyi O'nun aracılığıyla kendisiyle barıştırmaya razı
oldu.
Yuhanna 1:1-14 Başlangıçta Söz vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı. 2
Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi. 3 Her şey O'nun aracılığıyla var oldu,
var olan hiçbir şey Onsuz olmadı. 4 Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların
ışığıydı. 5 Işık karanlıkta parlar. Karanlık onu alt edemedi. 6 Tanrı'nın
gönderdiği Yahya adlı bir adam ortaya çıktı. 7 Tanıklık amacıyla, ışığa
tanıklık etsin ve herkes onun aracılığıyla iman etsin diye geldi. 8 Kendisi
ışık değildi, ama ışığa tanıklık etmeye geldi. 9 Dünyaya gelen, her insanı
aydınlatan gerçek ışık vardı. 10 O, dünyadaydı, dünya O'nun aracılığıyla var
oldu, ama dünya O'nu tanımadı. 11 Kendi yurduna geldi, ama kendi halkı O'nu
kabul etmedi. 12 Kendisini kabul edip adına iman edenlerin hepsine Tanrı'nın
çocukları olma hakkını verdi. 13 Onlar ne kandan, ne beden ne de insan
isteğinden doğdular; tersine, Tanrı'dan doğdular. 14 Söz, insan olup aramızda
yaşadı. O'nun yüceliğini Baba'dan gelen, lütuf ve gerçekle dolu biricik Oğul'un
yüceliğini gördük.
Bazen Gnostizm’e çok benzediği için Gnostizm
ile karıştırılan erken bir inanç akımı Marcion adında Sinoplu bir adam
tarafından başlatılmıştır. Bir episkoposun oğlu olmasından dolayı Hıristiyan
eğitimi görmüş olan Marcion varlıklı biri olarak yaklaşık 139’larda Roma’ya göç
etmiş ve katıldığı kiliseye cömertçe bir bağışta bulunmuştur. Zamanla kendisini
ünlü yapacak ve birçok izleyiciyi etkileyecek olan görüşlerini öğretmeye
başlamıştır. Ama çoğunluğu etkileyemeyen Marcion yaklaşık 144’te kiliseden
atılmıştır. Bunun üzerine Marcion da takipçileri ile birlikte ayrı bir kilise
kurmuştur.
Marcion’un öğretilerinde bazı Gnostik
parçalar olduğu için Gnostikler’den etkilendiği hatta bir Gnostiğin etkisi
altında kaldığı tahmin edilmektedir. Kendisi onlar gibi keskin bir dualist
olmasına karşın yine de öğretileri Gnostikler’den oldukça farklıdır. Marcion da
kilise gibi kurtuluşa çok önem veriyordu. Fakat bu kurtuluşa Gnostikler’de
olduğu gibi bir takım mistik eylemlerle erişilebileceğine inanmıyordu.
Marcion’a göre kurtuluşa, kendisinin Müjde olarak anladığı habere basit bir
iman adımıyla kavuşuluyordu. Karadenizli Marcion kilisenin Müjde’yi çarpıtarak
değiştirdiğini ve bunun için de kiliseyi tekrar kendisinin inandığı Müjde’nin
sade aslına dönmeye çağırıyordu. Kilisenin bu hatası Müjde’yi Yahudi inancı ile
bağdaştırmasından kaynaklanıyordu.
Marcion, Eski Anlaşma Tanrısı’nın kötü
olduğunu ve İsa’nın iyi ağaç hem iyi hem de kötü meyve veremez sözünü
dünyaya atfederek, içinde bu kadar acı ve kötülüğü barındıran bir yerin kötü
bir varlığın eseri olması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu kötü yaratıcıyı da
Gnostikler’in de kullandığı Platonik Demiurgos
terimiyle tanımlamış ve dünyanın yanı sıra insanın da bu kötü tanrının
eseri olduğunu söylemiştir. Yalnız bu konuda belki de Gnostikler’den
etkilendiği için, kendisi ile tezada düşerek ruh ve beden arasında bir zıtlık
da görüyordu.
Marcion, Eski Anlaşma’daki Tanrı’yı kanlı,
kurban isteyen, savaştan hoşlanan, kötü bir tanrı olarak reddediyordu. Sıkı bir
yasayla insanları yöneten bu varlık sürekli kararlarını değiştiriyor, Adem’in
nerede olduğunu bilmiyor ve Sodom ile Gomora kentlerinde ne olduğunu
öğrenebilmek için oraya inmek zorunda kalıyordu. Marcion’a göre bu Tanrı bir
yandan put yapmayı yasaklarken öte yandan Musa’ya tunç bir yılan yapmasını
buyuruyordu. Adem’i Demiurgos yaratmıştı ve bu yüzden de kötülüğün dünyaya
girmesinden sorumluydu. Kana susamış Davut’u tutması ve insanların çoğalması
için iğrenç cinsel ilişki yöntemini icat etmesi de Marcion’a göre bu Tanrı’nın
kötü karakterini gösteriyordu. Hamileliğin verdiği rahatsızlık ve doğumun
acıları da Eski Anlaşma Tanrısı’nın eziyet çektirmeyi ne kadar sevdiğini
gösteriyordu.
Marcion öğretilerinde
Yahudilerin Tanrısı’na karşılık kendini Mesih’te açıklayan ikinci bir Tanrı’nın
varolduğunu öğretmiştir. Hatta belki de iyi olan bu tanrı kendini Mesih’te
açıklayana kadar varlığı Demiurgos tarafından bile bilinmiyordu. Sevgi dolu
olan bu Tanrı, insanın içinde bulunduğu durumu görmüş ve üzülmüştür. Öbür kötü
Tanrı’nın eseri olan insanlara karşı hiçbir sorumluluğu olmamasına karşın
insanlara acımış ve onları kurtarmak için Mesih’te dünyaya gelmiştir. Marcion
aynı zamanda Mesih’in bir bedene sahip olmadığını sadece bedeni varmış gibi
yaptığını söylemiştir. Doketizm olarak
bilinen bu inanca Gnostikler arasında
da rastlanmıştır.
Marcion’un savunduğu
Müjde’ye göre Mesih gökten inerek yeni bir krallık kurmaya başlamıştı, ama Eski
Anlaşma’nın Tanrısı’na sadık kalanlar onu alıp çarmıha germişlerdir. Aslında
bunu yaparken bilmeyerek de olsalar ait oldukları Demiurgos’un yenilgisine
katkıda bulunmuşlardır. Nitekim Mesih’in ölümü insanları kurtarıp yeni
egemenliğe aktarmak için ödenmesi gereken bir bedeldi. Mesih aynı zamanda
önceden de Demiurgos’a ait olmayan ve bu yüzden de onun gözünde kötü olan
ölmüşleri de yer altı dünyasından kurtarmıştır. Tanrı’nın Demiurgos’un
yönetiminden kurtulmak isteyen insandan beklediği tek şey iman yani sevgisine
imanla karşılık vermekti. Böylece insanlar artık Demiurgos ve onun yaratıkları
olan Yahudilerin şeraitinden özgür olabiliyorlardı.
Marcion’a göre Pavlus
Müjde’yi iyi kavramıştı. Elçi öğretilerinde ve yaşamında Lütuf ile Yasa’nın
arasındaki keskin farkı çok net görmüştü. Lütuf, Tanrı’nın hak edilmeksizin
bağışladığı iyilik ve Müjde’nin özüydü ama, kilise tarafından çarptırılmıştı.
Marcion’un üstlendiği görev ise bu haberi tekrardan doğru ve saf bir şekilde
insanlara sunmaktı. Bunun için Pavlus’un yazdığı mektupları toplamış ve onları
kendi görüşlerine göre başkaları tarafından eklenmiş olan parçalardan
arındırmıştır. Marcion ayrıca Müjde bölümlerinden de sadece bir tanesinin
yetkin olabileceğini savunarak kararını Luka bölümünde vermiştir. Luka bölümünü
de diğer düzeltilmiş Pavlus mektupları parçalarına eklerken savunduğu Müjde’ye gölge
düşürebilecek bazı kısımlarını da temizleyerek, kendisine göre ilk kutsal kitap
olarak kilisesine sunmuştur. Bu yaptığı ile aslında kilise tarihinde ilk kutsal
kitap sıralaması yapan kişidir. Bu sayede kilise de doğru Kutsal Kitap
listesini yapmak için ayağa kalkmıştır.
Çok iyi çalışan
Marcion aynı zamanda çok yetenekli bir önder ve organizatördü. İzleyicilerini
kendi kurduğu kiliselerde toplamış ve üyelerine evlenme ve cinsel ilişki kurma
yasağı koymuştur. Hatta önceden karı koca olmuş olan kişilerden de boşanıp
bekar olarak yaşamalarını istemiştir. Marcioncular’a göre inançları uğruna
şehit olmak üstün bir nitelik olarak görülüyordu. Zor şartlara rağmen Marcion
özellikle imparatorluğun doğu kesimlerindeki kiliselerde geni bir izleyiciye
sahipti ve 5.yüzyıla kadar yer yer devam etmiştir.
İkinci
yüzyılın geç dönemlerinde Gnostikler ve Marcioncular’dan oldukça farklı bir
grup oluşmaya ve kısa sürede imparatorluğun dört bir yanına yayılmaya
başlamıştır. Evrensel kiliseden ayrı bir kolu oluşturan bu hareke ismini
Frikyalı –bugünkü Kütahya- Montanus’tan almıştır. Montanistler erken kilisenin
ilk döneminde yaygın olan peygamberliklerin, görümler görmenin ve dillerle
konuşmanın yeniden canlanmasını istiyorlardı ve Hıristiyanları daha kararlı bir
adanmışlığa çağırıyorlardı. Dünyanın sonunun çok yakın olduğunu, Mesih’in tez
geleceğini ve yeni Yeruşalim’de kurulacak kusursuz topluma inanıyorlardı.
170’li yıllarda yaşamış olan Montanus vaftiz
olduğunda dillerle konuşmaya ve peygamberlik etmeye başlamıştı. Montanus’a göre
Yuhanna’da vaat edilen parakletos onun
ağzından konuşuyordu.
Yuhanna 14:16-17 Ben de Baba'dan dileyeceğim. O sonsuza dek
sizinle birlikte olsun diye size başka bir Yardımcı, Gerçeğin Ruhu'nu verecek.
Dünya O'nu kabul edemez. Çünkü O'nu ne görür, ne de tanır. Siz O'nu
tanıyorsunuz. Çünkü O aranızda yaşıyor ve içinizde olacaktır.
İsa bu ayetlerde bir insandan değil Kendisi ile aynı özden olan Kutsal Ruh’tan bahsetmektedir. Ama Montanus’a göre İsa Montanus’tan bahsediyordu. Burada kullanılan parakletos kelimesi aynısına benzer anlamını taşımaktadır. Aslında İsa burada Ben gittikten sonra Benimle aynı özden olan, bana benzeyen bir yardımcı gelecek demiştir. Hatta Gerçeğin Ruhu olarak da Tanrı’nın Ruhu olduğunu vurgulamıştır.
Öğrencilerinden olan ve peygamber olduklarını iddia eden Maksimila ve Priskila adındaki iki kadın da ona katıldı. Onlar Kutsal Ruh’un direkt onların ağzından konuştuğunu iddia ediyorlardı. Onlara karşı olan evrensel kilise peygamberliklerin ekstatik yani kendilerinden geçmiş bir durumda verildiğine dikkat çektiler. Montanistler ise kendilerini tanımayanları Tanrı’ya küfretmiş sayıyorlardı.
İsa Mesih’in dağdaki vaazı ile Eski Anlaşma’daki Yasa’dan daha zor bir Yasa getirdiğini ve Eski Anlaşma’dan Yeni Anlaşma’ya yeni bir çağ başlattığını söylediler. Montanus kendisi yeni bir yasa ya da bir vahiy vermemiş, ama kendisi ile de yeni, İsa’nın başlattığı çağdan daha çok çaba gerektiren ve daha üstün bir çağın başladığını duyurmuştur. Aynı zamanda bu çağın daha çok çaba gerektiren bir çağ olduğunu da söylemiştir.
Montanus, Maksimila ve Priskila dünyanın sonunun çok yakın olduğunu, İsa’nın ikinci gelişinde Pepuza’ya geleceğini ve yeni Yeruşalim’in de tıpkı Vahiy bölümünde anlatıldığı gibi gökten inip Frikya bölgesinde kurulacağını Kutsal Ruh’un kendilerine bildirmiş olduğunu duyurmuşlardır. Hatta Maksimila kendisinin son peygamber olduğunu söylemiş ve ben ölmeden İsa gelecek demiştir. İsa Mesih’in gelişinin yakınlığı ile ilgili zaten birçok görüş ve böyle bir beklenti de olduğu için bu akım insanların dikkatini çekmiştir. Hatta Pavlus bile bu sorunla ilgili mektuplarında değinmiştir. Montanus dönemine yakın bir dönemde ise biri Karadeniz diğeri de Suriyeli iki e gözetmenler de Mesih’in erken gelişini vaaz etmişledir. Bu gözetmenlerden biri Mesih’in iki yıl içinde geleceğini duyurmuştur ve ona inananlar da çalışmayı ve evlerini barklarını bırakmışlar, Mesih’in yolunu beklemişlerdir. Diğer gözetmenler ise topluluğunu çöle yönlendirmiş ve Mesih’i orada beklemelerini buyurmuştur. Hatta bu yakın geliş nedeniyle Hıristiyanlar katı dindar bir yaşam sürdürmeye, evlilik yapmamaya, oruç tutmaya, oruç tutmadıklarında da kuru yiyecekler yemeye, zulüm görmeye ve şehit olmaya teşvik edilmişlerdir. Kesinlikle ikinci evliliği yasaklamış ve genç kızların kapanması gerektiğini savunmuşlardır. Montanistler’e göre vaftizden sonra işlenen ciddi günahlar da bağışlanmıyordu.
Montanist kiliseler özellikle Anadolu ve Kartaca’da yaygın olup İtalya ve Fransa’ya kadar bile yayılmışlardır. Ama zamanla hem doğu da hem de batı da bu akıma karşı tepkiler artmış ve kiliseden kovulmuşlardır. Kendi kiliselerini kuran Montanistler ancak 5.yüzyıla kadar devam edebilmişlerdir. Frikya bölgesinde ise Montanizm 6.yüzyıla kadar dayanabilmiştir.
En ünlü takipçilerinden ve savunucularından biri Tertullian’dır. Montanizm konusundaki tartışmalar sırasında Montanistler Roma episkoposu Hippolytus’u kendilerine çekmeye çalışırken Tertullian kilisenin ruhsal adamlar yerine episkoposlar tarafından yönetildiğini söylemiştir. Hatta İrenaeus da Montanist olmamasına karşın bu olay sırasında Roma episkoposundan Montanistler’e karşı daha yumuşak davranmasını istemiştir. Ama Hippolytus’u kendi taraflarına kazanamamışlardır. Bunun gerekçesi olarak da Montanistler’in bölücü olduklarını ve ekstatik, akıl karıştırıcı deneyimlerinin gurura yönlendirdiğini söylemiştir. Roma episkoposu mucize görme isteğinin iyi olduğunu belirtmekle beraber en büyük mucizenin de bir kişinin Ruh’tan yeniden doğması olduğunu söylemiştir. Aynı zamanda herkesin Ruh’a ortak olmaktan kaynaklanan armağanlara sahip olduğunu da ifade etmiştir.
Peki ikinci yüzyılın sonlarına doğru Montanizm’i harekete geçiren neydi? İsa’nın görevine başlamasının üzerinden yaklaşık 150, elçilerin hizmet ettiği dönemin üzerinden de yaklaşık 100 yıl geçmişti. İnsanlarda Yeni Anlaşma’nın yaşandığı bu döneme büyük bir özlem başlamıştı ve bu özlem Montanizm’in harekete geçmesine neden olmuştur. Armağanlar ve peygamberlikler İsa’nın ve elçilerin yaşadığı bu dönemde çok yoğun bir şekilde kullanılmaktaydı. Ama yaklaşık 100-150 sonra artık eskisi gibi görülmüyordu. Aslında armağanların kullanımı bir anda kesilmemişti. Hatta Origen’e göre armağanların verilmesi kesilmişti, ama sadece armağanlar ruhları Müjde aracılığıyla temizlenenlere veriliyordu. Eusebius’un yazılarına göre de armağanlar ikinci yüzyılda hala kullanılıyordu. İrenaeus’un yazılarından da 2.yüzyılda armağanların kullanıldığını, ama kendisinin kullanmamış olduğunu öğreniyoruz.
Peki o dönemde kilise Montanizm’e neden karşı çıkmıştır? Özellikle Montanus’un Yuhanna’daki ayetleri kendisine yorması kiliseyi çok rahatsız etmişti. Sürekli ekstatik olmaları insanları rahatsız ediyor ve bazılarını da korkutuyordu. Yaptıkları peygamberlikler gerçekleşmemişti. Maksimila İsa’nın kendisi ölmeden geleceğini söylemişti. Fakat Maksimila 179 yılında öldüğünde İsa hala gelmemişti. Aynı zamanda kilisenin ve önderlerin yetkisini hafife almışlardı.
Montanistler kiliseyi yeterince ruhsal olmamakla suçlamışlardı. Bazı Montanistler de daha sonra Sabellianist yani Modalist olmuşlardır. Tertullian ise Montanist olmasına rağmen Modalizm’e karşıydı.
Gnostikler,
Marcioncular ve Montanistler’in öğretileri kendilerini Mesih inanlısı olarak
tanımlayanları benimsedikleri kilise düzeni ve öğreti konusunda bir takım
açıklamalar yapmaya zorlamıştır. Birinci yüzyılda Mesih’in kilisesine ait
olduğunu ifade etmek için kişinin sadece tövbe etmesi, Mesih’in Rab olduğunu
ikrar etmesi ve vaftiz olması yeterliydi. Ama kendini Hıristiyan diye
tanımlayıp da özellikle Gnostik ve Marcioncu görüşlerin ortaya çıkmasıyla
Müjde’ne ve Mesih’in kilisesine ait olmanın şartlarının ne olduğu konusunda
daha net tanımlamalara gerek duyulmaya başlanmıştır. Bu adımlar çok erken bir
dönemde genelde Katolik yani evrensel kilisesi adı altında toplanan ve
Hıristiyan olarak bilinen bir çoğunluğu temsil etmek üzere bir kurumun
oluşmasına neden olmuştur.
Katolik kelimesinin
ilk bilinen kullanılışı İgnatius’un İzmir kilisesine gönderdiği bir mektupla
olmuştur ve zamanla da giderek yayılmıştır. İgnatius mektubunda İsa Mesih
nerede olursa orada katolik kilise de vardır diye bir ifade kullanmıştır.
Ama katolik kilise Roma Katolik Kilisesi anlamında değil evrensel kilise anlamındadır. Bununla birlikte 155’te İzmir
kilisesi yazdığı ve önderleri Policarp’ın şehitliğini dile getirdiği mektupta
da katolik kelimesi üç defa geçmektedir. İkinci yüzyılın sonlarında katolik
kelimesinin kullanımı giderek daha da çok artmıştır. Bu kelime ile kastedilen
anlam da bu kilisenin evrensel olduğu ve aynı zamanda yanlış öğretilerin
karşısında doğru öğretiyi temsil eden kilise olduğudur. Ortodoks kelimesi de kilise tarihi boyunca doğru öğreti anlamında kullanılmıştır. Ama katolik kelimesinde
olduğu gibi ortodoks kelimesi de başka bir kurumun oluşmasına neden olmuştur.
Batı Roma kilisesi Katolik Kilise adını alırken doğu kilisesi de Ortodoks
Kilise adını almıştır.
Katolik evrensel
kilisenin gelişmesinde üç gerekçe gösterilebilir. Birincisi bütün Hıristiyanları
bilinçli bir şekilde bir kilisede birleştirmekti. İkincisi, evangelion yani
Müjde’yi katkısız olarak koruyup iletmekti. Öyle ki onu benimseyen kişi
Tanrısal vahiy sayesinde yaşamın doluluğuna kavuşsun. Üçüncüsü ise, o dönemdeki
bütün Hıristiyanları birleştirerek Mesih’i görünür beden haline getirmekti. Ne
yazık ki bu gayretler çoğu zaman tam ters etki yaratıp Hıristiyanların
birbirlerini dışlamalarına, hatta kiliseden atmalarına neden olmuştur.
Sapkın öğretişlerin
iddiaları, kiliseyi Müjde’nin ne olduğu konusunda kesin beyanlar ve
belirlemeler yaptırmaya zorlamıştır. Kilise bunu yaparken ilk önce Mesih’in
sözleri daha sonra da onun atadığı elçilerin öğretilerini baz almıştır. Bunları
tespit ederken de önce elçilerin öğrencileri olan elçisel kilise babaları
dediğimiz kilise önderlerinin, elçisel öğretiyi doğru ve yetkiyle savunduklarına
inandıkları için onların görüşlerini belirtmişlerdir. Sonra bütün topluluklarda
okunan yazıları kimin yazdığını saptamaya ve bunların yetkisini tanımaya
başlamışlardır. Üçüncü bir adım olarak da en basit ve kolay anlaşılır bir
şekilde elçilerin öğretilerini dile getirmeye çalışmışlardır. Böylece
katolik-ortodoks, evrensel-doğru öğreti kilisesinin üç unsuru elçisel yetki, Yeni Anlaşma ve Elçisel İnanç bildirgesi
belirlenmiş oldu.
Gözetmen olmanın bu şartı ikinci yüzyılın son
çeyreğinde İrenaeus tarafından savunulmuştur. Kendisi gençlik yıllarında İzmir
episkoposu ve Yuhanna’nın öğrencisi olan Policarp’ı görmüştü. Fransa’ya giden
İrenaeus o bölgede Müjde’nin çarpıtılmış olduğuna inanarak yanlış öğretilere
karşı geniş kapsamlı yazılar yamaya başlamıştır. İrenaeus’a göre, elçiler
Mesih’in öğrettiklerini sadık bir şekilde edindikleri öğrencilere aktarmışlar
ve hiç kuşkusuz bu aktarma ile aynı zamanda görevi de emanet etmişlerdi. Böylece
her bir kilise önderinin yetkisi hiç kopmadan ilk elçilere kadar gitmesi
gerekiyordu.
Dördüncü yüzyılda
yaşayan en ünlü kilise tarihçisi Eusebius da yazılarında benzer şekilde birçok
kilisenin gözetmenler listesini
sıralamıştır. Bununla o dönem kilisesinin elçilere dayanan bu zincirin ve
bununla beraber katkısız Müjde’nin aktarılışının ne kadar önemli ve ciddi
gördüğünü anlayabiliriz.
Gözetmenler farklı durumları değerlendirmek ve
birbirlerine danışmak üzere bir araya gelmeye başladılar. Bu türden ilk buluşma
Montanizm’i değerlendirmek ve bu konuda bir karara varmak için Küçük Asya
olarak bilinen Anadolu’da yapılmıştır.
Farklı inanç hareketleri ile gelişmeleri
değerlendiren bu Gözetmenler Kurulu giderek
kilisenin bel kemiği olmaya başlamış ve son yıllarında Montanist olmuş
Tertullian bile sadece elçilerin ve elçilere dayanan gözetmenlerin öğretisine sadık kalan kiliselerin geçerli
olduğunu söylemiştir. Kartaca kilisesi gözetmeni Cyprian ise, tek bir gerçek kilisenin varolduğunu ve kilisede olmayan
bir kişinin Hıristiyan olmadığını ve kilisenin dışında kurtuluşun bulunmadığını
söylemiştir. Böylece gözetmenler giderek kilisenin şeklini belirlemeye
başlamıştır.
İlk Mesih inanlıları toplantılarında Yahudilerin Kutsal Yazıları’nı okudular. Bununla beraber 50’li yılların ortalarında Pavlus’un mektuplarını kopya edip kiliselere göndererek Yeni Antlaşma yazılmaya başlanmıştır. İlk olarak Selaniklilere Mektup ya da Markos kitabı yazılmıştır. Kesin olarak bilinmese de Matta, Markos ve Luka kitapları Kudüs’ün yıkılışından önce yazılmıştı. Yuhanna kitabı ise 90’lı yılların ortalarında yazılmış olmalı. Pavlus 60’lı yılların ortasında öldüğüne göre mektupların, Yuhanna kitabından önce yazılmış olması gerekmektedir. Bu dönemlerde basılmış bütün bir kitap olmamasına rağmen Kutsal Kitap parçalar halinde kiliselerde dolaşmaktaydı. Vahiy bölümünün en son olarak 95-99 arası yazıldığı düşünülmektedir. Vahiy bölümüne duyulan şüpheci tavır belki de gözetmenlerin Montanistler’e karşı duydukları güvensizlikten oluşmuştur.
İkinci yüzyılda yazan İrenaeus, bazılarının Yuhanna bölümünden şüphe duyduğunu fakat, kendisine göre tam tamına dört anlatıma gereksinim duyulduğunu belirtmektedir. İrenaeus’a göre bundan ne daha fazlası ne de daha azı olmalıydı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Marcion da kendine göre bir kutsal yazı kanonu oluşturmuştu. Belki de onun bu gayreti kilise önderlerinin bu konudaki girişimlerini hızlandırmıştır.
367’de İskenderiyeli gözetmen Athanasius bir yazısında Yeni Anlaşma’yı oluşturan 27 bölümün Tanrı esiniyle gelen Kutsal Yazılar olarak tanındığını yazmıştır. Doğudaki kiliselerden kısa bir süre sonra aynı liste tüm kiliselerde de kabul görmüştür. Ancak bu tarihlerden epey önce, ikinci yüzyılın sonunda bile, bu yazıların çoğu evrensel kilise tarafından Eski Anlaşma yazıları ile aynı seviyede Tanrı Sözü olarak tanınmıştır.
Yeni Anlaşma’dan sonra yazılan erken dönem yazılarına “Erken Elçisel (Apostel) yazılar” diyoruz. Yeni Anlaşma’dan sonra yazılan en erken yazılar Romalı Klement’e aittir. Özellikle ihtiyarlara karşı gelen Korintlilere yazdığı mektubu Yeni Anlaşma’dan sonraki yazılan ilk metindir. Bu tarz yazılar yazan ikinci kişi de Antakyalı İgnatius’dur. Kiliselere birçok mektuplar yazmıştır. İzmirli Policarp da aynı şekilde bu tip yazılar yazmış bir kilise babasıdır. Bir de 130’lu yıllarda yaşamış olan Barnaba bulunmaktadır. Bu Barnaba Kutsal Kitap’ta adı geçen Barnaba değildir. Barnaba özellikle putperestlerin Müjde’yi duyması için çalışıyordu ve özellikle de Yahudi geleneklerini öğrenmelerine mani oluyordu. Barnaba’nın da birçok yazıları bulunmaktadır ve genelde yazılarında alegorik yazı tarzını kullanmıştır. Papius’da birçok yazılar yazmıştır. Ama kendi yazıları günümüze ulaşmağı halde İrenaeus ve Eusebius onun yazılarından alıntılar yapmıştır.
Diğer bir yazı biçimi de Apokaliptik yazı biçimidir. Apokaliptik yazı rüya ve görüm biçimindeki yazı biçimidir. Daniel, Hezekiel, Zekeriya, Vahiy ve 2.yüzyılda Hermes’in yazdığı Hermes’in Çobanı kitapları apokaliptik yazı biçimiyle yazılmıştır.
Bir de öğretme amaçlı yazılmış yazılar bulunmaktadır ve bu yazılara da Katekitikıl yazılar denmektedir. Bu tarzdaki yazılar içinde 1.yüzyılın sonu ile 2.yüzyılın ortalarına doğru yazılan Didache’nin yazıları çok önemlidir. Zaten Grekçe Didache kelimesi öğretmek anlamına gelmektedir. Didache ton Dodeka Apostolon yani 12 Elçinin Öğretisi isimli kitap 1883 yılında İstanbul’da bulunmuştur. Bu kitapta tek bir kilisede birden fazla gözetmenin yanı sıra seyahat eden elçiler, peygamberler ve de kalıcı peygamber ve öğretmenlerin olabildiğini görüyoruz.
Bu kitabın dört bölüm vardır:
Birinci bölüm: Ölüme götüren yaşamla Hıristiyan yaşam arasındaki farkı,
İkinci bölüm: Vaftiz, Oruç, Rabbin Sofrası gibi kilisenin düzenli ibadetlerini,
Üçüncü bölüm: Sahte peygamberi gerçek peygamberden ayırma yöntemlerini,
Dördüncü bölüm: Mesih’in ikinci gelişini anlatmaktadır.
Didache’den
ilk Hıristiyanların vaftiz konusunda tek bir yöntem değil de üç değişik yöntem
kullandıklarını öğreniyoruz. Didache şöyle diyor: “Birinci ve en çok
kullanılan yöntem Yahudi geleneğinden gelen nehirde, gölde ya da denizde yani
duran ya da hareket eden suya tamamen batırmak ve çıkarmak şeklindeydi. İkinci
yöntem ise eğer bunu yapamazsanız vaftiz olacak kişinin üzerinden su dökerek de
vaftiz edebilirsiniz. Eğer bunu da yapamıyorsanız elinize aldığınız suyu kişiye
serperek de vaftiz edebilirsiniz.”
Peki
diğer saldırılara karşı kilise kendini nasıl korudu? Öncelikle Kutsal Kitap
sıralaması ve savunma yazıları dışında inanç bildirgesini yazmıştır. Tabi ki
Kutsal Kitap vardır ve yetki olarak en ön sıradadır. Ama inanç bildirgesi de
bütün bu sapkın öğretişler karşısında inancımızı öz ve net olarak açıklamak
için çok önemlidir.
Günümüzde bazı kiliseler “Kutsal Kitap varken neden inanç bildirgesine ihtiyacımız olsun” demektedirler. Aslında yazılı olsun ya da olmasın mutlaka her kilisenin bir inanç bildirgesi vardır.
Kutsal Kitap içinde de inanç bildirgeleri vardır. Pavlus şiirsel bir dille aslında Kutsal Kitap içinde ilk inanç bildirgesini yazmıştır.
Filipililer
2:7-11 Ama kul özünü alıp insan
benzeyişinde doğarak ululuğunu bir yana bıraktı. İnsan biçimine bürünmüş olarak
ölüme, çarmıh üzerinde ölüme bile boyun eğip kendini alçalttı. 9 Bunun için de
Tanrı O'nu pek çok yükseltti ve O'na her adın üstünde olan adı bağışladı. 10-11
Öyle ki, İsa'nın adı anıldığında gökteki, yerdeki ve yer altındakilerin hepsi
diz çöksün ve her dil, Baba Tanrı'nın yüceltilmesi için İsa Mesih'in Rab olduğunu
açıkça söylesin.
Bu bir inanç bildirgesidir.
Credo Grekçe basitçe inanıyorum demektir ve vaftiz törenlerinde de vaftiz olacak olan Mesih inanların söylemesi gerekiyordu.
Göğün ve yerin
Yaradan’ı, her şeye gücü yeten Baba, tek Tanrı’ya ve Onun biricik Oğlu Rabbimiz
Mesih İsa’ya inanıyorum.
O Kutsal Ruh’tan vücut buldu ve Bakire Meryem’den doğdu.
Pontius Pilatus döneminde acı çekerek çarmıha gerildi; öldü ve gömüldü; ölüler
diyarına indi, üçüncü gün ölüler arasından dirildi, göğe çıktı ve her şeye gücü
yeten Baba Tanrı’nın sağında oturdu; oradan dirileri ve ölüleri yargılamak için
tekrar geleceğine inanıyorum.
Kutsal Ruh’a, kutsal evrensel kiliseye, kutsalların
birliğine, günahların affına, ölülerin dirilişine ve sonsuz yaşama inanıyorum.[3]
Daha önce de söylediğimiz gibi o dönemde birçok sapkın öğretiş ortaya çıkmıştı ve bunlar kilisede karışıklıklara neden oluyordu. Bu karışıklıkları gidermek için kilise babaları bir araya gelip bir inanç bildirgesi oluşturmaya çalıştılar.
Ama bu bildirge yaklaşık olarak 200 yıl içinde oluşturulabilmiştir. 50’li yıllarda yazılmasına başlanmış ve birkaç cümle hariç 150’li yıllarda da tamamlanmıştır. Dördüncü yüzyılda ise birkaç cümle daha eklenerek bugün kullandığımız halini almıştır.
Elçisel İnanç bildirgesi özellikle Gnostikler ve özellikle Marcion gibi adamların görüşlerine ve saldırılarına karşı yazılmıştır. Bu bildirgeye Elçisel İnanç Bildirgesi diyoruz. Ama bunun nedeni bu bildirgeyi elçiler yazdığı için değil, elçilerin öğretilerini belli cümlelerle ifade ettiği için bu isim verilmiştir.
Elçisel İnanç Bildirgesi üçlü birilik öğretisine uygun olarak yazılmıştır. Birinci paragraf Baba, ikinci paragraf Oğul, üçüncü paragraf da Kutsal Ruh hakkındadır.
Gökleri ve yeri yaratan her şeye gücü yeten yüce Baba Tanrı’ya: Bu ifade özellikle Gnostikler’in öğretilerine karşı yazılmıştır. Tanrı’nın her şeye gücü yeten Tanrı yeri ve göğü yaratmıştır. Ruhsal dünya ile fiziksel dünyayı yaratan iki ayrı tanrı yoktur. Tek bir Tanrı vardır ve bu Tanrı ruhsal şeyleri yarattığı gibi maddesel şeyleri de yaratmıştır. Bu paragrafta aynı zamanda Mesih İsa’yı Tanrı Oğlu ve bizim Rabbimiz olarak gösteren bir ifade de bulunmaktadır.
Kutsal Ruh aracılığıyla Bakire Meryem’den doğduğuna: Kilise İsa’nın doğumu ile ilgili bu sorular üzerinde 300 yıl durmuştur. Gnostikler Mesih İsa’nın hem insan hem de Tanrı olması fikrine de karşıydılar. İsa Mesih yüzde yüz insan ve yüzde yüz Tanrı’dır.
Bu gerçekten çok önemli bir konudur. Çünkü buradaki hamilelik olayı fiziksel bir cinsellik sonucunda oluşan bir hamilelik değildi. Bu Kutsal Ruh aracılığı ile gerçekleşen Tanrısal bir sırdır. Tanrı oğlu bir beden olarak da dünyaya gelmemiştir. Yumurtayla spermin birleşmesinden meydana gelen normal bir bebek oluşumunun sonucunda bir bakirenin vücudunda gelişmiş ve doğmuştur. Yunan mitolojisinde insanlarla birlikte olan tanrılar çoktur. Aynı zamanda Gnostik düşüncede de bu tür fikirler bulunmaktadır.
300’lü yıllarda bu düşünce şöyle bir soruyu akla getirmiştir? Meryem Tanrı mı doğurdu? Şunu unutmamalıyız ki Meryem Kutsal Üçlüğü doğurmamıştır. Meryem’in dünyaya getirdiği çocuk yüzde yüz insan, yüzde yüz Tanrı olan Mesih’tir.
Bu soru da şöyle bir soruyu akla getirmiştir. Tanrı çarmıhta öldü mü? Evet çarmıhta yüzde yüz Tanrı ve yüzde yüz insan olan Mesih İsa ölmüştür. Peki o zaman Tanrı yok mu oldu? Aslında burada bilmemiz gereken ölümün kendisinin yokluk anlamına gelmediğidir. Ölüm yokluk değil, ayrılıktır.
Pontius Pilatus zamanında: Elçilerin
İnanç Bildirgesinde bu şekilde belirtmesinin nedeni bu yazılanların bir efsane
olmadığını göstermek içindir. Özellikle belli bir tarihi belirtmek için böyle
bir ifade kullanılmıştır.
Çarmıha gerildi, öldü ve gömüldü: Çarmıha gerimle konusunda birçok değişik grubun değişik fikirleri daha doğrusu karşı görüşleri bulunmaktadır. Bunlardan en çok söyleneni İsa’nın çarmıhta ölmediği sadece ölüm derecesine gelip bayıldığı ama mağaranın serinliğinde ise ayılıp kendine geldiğidir. Bu nedenle kilise babaları bu konun üzerinde çok fazla durmuşlardır. Çarmıha gerildi, öldü ve gömüldü diye üzerine bastırarak durmuşlardır.
Ölüler
diyarına indi: Biz günahlarımızın
bedeli olarak ölümü hak etmiştik. Ama İsa çarmıhta bizim yerimize
günahlarımızın bedelini ödemek için ölmüştür. Ona iman edenlerde Mesih
aracılığıyla sonsuz yaşamı hak etmektedirler.
Bu ifade de birçok soruya neden olmuştur. “Tanrı cehenneme mi gitti” sorusu bunlardan bir tanesidir. Bu ifade ile anlatılmak istenen bizim için cehennem olan her şeyi üzerine aldığıdır. Biz günahlarımız yüzünden cehenneme gitmeyi hak etmiştik. Cehennem sonsuz ölüm, sonsuz ayrılıktır. Ama Mesih İsa sayesinde cennete gidiyoruz. Cennet ise sonsuz yaşam, Tanrı ile sonsuz birlikteliktir. Bu nedenle çarmıhta “Tanrım neden beni terk ettin” diye bağırmıştı. Aslında bu da Kutsal Kitap’taki sırlardan bir tanesidir. Kutsal Kitap’ta bazı sırlar var ki bunları Kutsal Ruh’un yardımı olmadan anlayabilmemiz mümkün değildir.
Üçüncü gün ölümden dirildi: Bu ifadede de kesin bir rakam verilmektedir. Bunun nedeni de yine tarih kavramını kesinleştirmektir.
İlk kilise için diriliş ölüm kadar önemliydi. Bugün günümüz insanı için diriliş daha çok sonsuz yaşama geçiş ya da cennete çıkış olarak daha çok önem taşımaktadır. Ama o günlerde diriliş aynı zamanda ölüm üzerinde kazanılan zafer olarak da çok önemliydi. Bu farklılık hala doğu ve batı kiliseleri arasında devam etmektedir.
Her şeye gücü yeten Tanrı’nın sağında oturuyor: İlk kilise diriliş konusuyla gerçekten çok fazla ilgilenmiştir.
Filipililer 2:9 Bunun için de Tanrı O'nu pek çok yükseltti ve O'na her adın üstünde
olan adı bağışladı.
O yükseldiği, Tanrı Onu yükselttiği için Onun adı bütün isimlerden üstündür. Bu yüzden yükseliş önemlidir.
Yeniden gelecek ölüleri yargılayacak: Aynı zamanda kilise ikinci geliş üzerinde de çok fazla durmaktadır.
Kutsal Ruh’a inanıyorum: Son paragraf üçlü birliğin üçüncü kişisi olan Kutsal Ruh’la ve Kutsal Ruh’un kilise ve inanlılar üzerindeki etkileri ile ilgilidir.
Evrensel kiliseye inanıyorum: Kilise Kutsal Ruh’un tapınağıdır ve bizler de aynı zamanda inanlılar olarak Kutsal Ruh’un tapınağıyız. Kutsal Ruh kiliseyi vaftiz edip bir araya toplayandır. Kutsal Ruh olmadan kilise ölüdür. Kutsal Ruh’la kilise kutsaldır ve evrenseldir.
Evrensel kilisenin aslı görevi doğruyu korumaktı. Yanlış öğretiye sahip kişiler özellikle o dönemdeki Gnostikler kiliseden ayrılıp kendi kiliselerini kurdular. Fakat elçisel öğretinin dışında oldukları için otomatik olarak evrensel kilisenin dışında kaldılar. Zaten 1.Yuhanna’da Yuhanna bu tip insanlara karşı çok net konuşmuştur.
1.Yuhanna 2:19 Bunlar aramızdan çıktılar, ama bizden değildiler. Bizden olsalardı,
bizimle kalırlardı. Ayrılmaları hiçbirinin bizden olmadığını ortaya çıkardı.
Ama dikkat edin burada bahsedilen mezhepsel farklılıklar değil, sapkın öğretişlerdir.
1.Yuhanna 2:22 İsa'nın Mesih olduğunu yadsıyan yalancı değilse, kim yalancıdır?
Baba'yı ve Oğul'u yadsıyan Mesih karşıtıdır.
Bütün mezhepsel farklılıklarımıza karşın hepimiz aynı Kutsal Ruh’un evrensel kilisesini oluşturuyoruz.
Burada dikkat etmemiz gereken bir noktada da evrensel kilise dendiğinde bunun bir yönetim biçimi olmadığıdır. Evrensel kilise aynı Kutsal Ruh’ta bir beden olan kilise anlamındadır. Fakat tarihte bu kavram kötüye kullanılmıştır. Özellikle Roma Katolik Kilisesi kendisini Pavlus ve Petrus’un durumlarından ve Roma’nın merkezi bir yer olmasından dolayı evrensel kabul edip dışında kalan bütün kiliseleri sapkın ilan edip cehenneme göndermiştir. Birçok fikir gibi evrensel kilise fikri de iyi bir amaçla başlamış ama zamanla amacından sapmıştır.
Kutsalların birliğine inanıyorum: Mesih inancında Gnostikler’in dediği gibi bilgide ya da kutsallıkta yükselen ayrı seviyelerin bulunduğu bir sistem yoktur. Mesih izleyicisi olan her inanlı kutsaldır ve Kutsal Ruh aracılığıyla birlik içindedir.
Bedenlerin dirilişine inanıyorum: Bedenlerimizden kaçamıyoruz. Dirilişte sadece ruhsal olarak dirilmiyoruz. Kutsal Ruh bizim bedenlerimizde yaşıyor ve Mesih’in ikinci gelişinde bedenlerimizi diriltecektir.
Sonsuz yaşama inanıyorum: Bu aynı zamanda İsa Mesih’in sözünü de pekiştirmektedir.
Tabi ki bildirgenin son sözü Amin son sözdür. Bizler bu inanç bildirgesini okuyup amin diyoruz ve burada yazanlara inandığımızı ilan ediyoruz.
Tekrar hatırlamamız ve unutmamamız gereken bu bildirge Kutsal Kitap üzerinde bir açıklama değildir. Tam tersi bu açıklama Kutsal Kitap’ın karşısında olan saldırılara ve öğretilere karşı öz ve net bir açıklama yapmamızı sağlamaktadır.
Kilise tarihinde daha başka inanç açıklamaları da yazılmıştır. Ama bu inanç açıklamaları Elçilerin İnanç Bildirgesi gibi bütün kiliselerin birleştiği bir inanç açıklaması olmamıştır.
Presbiteryen kiliseleri 400 yıl önce Westminister İnanç Açıklaması’nı kendilerine temel almışlardır. Westminister İnanç Açıklaması da çok önemli bir inanç açıklamasıdır. Çünkü Protestan Kilisesi’nin doğuşunun inanç açıklamasıdır. Protestan Kilisesi Roma Katolik kilisesinden ayrıldığında bu açıklamayı yapmışlardır.
Kilise önderlerinin iyi niyetle yürürlüğe koydukları bu önlemlere karşın ne yazık ki, görüş ayrılıklarından doğan tartışmalar ve bölünmeler devam etmiştir. Çıkan ilk görüş ayrılıklarından biri Paskalya Bayramı ile ilgiliydi. Bazılarına göre bu Yahudilerin Passah Bayramı’nda kutlanması gerekiyordu. Başkaları ise o haftanın ilk gününe yani Pazar gününe almak istiyorlardı. Bu konuyu görüşmek üzere toplanan kilise önderleri genel olarak bugün kullanılan formüle karar verdilerse de Anadolu’da bulunan birçok gözetmen öteki görüşte ısrar etmişlerdir.
Üçüncü ve dördüncü yüzyıllarda Novatian ve Donatist adlı gruplar da ciddi ayrılıklara neden olmuşlardır. onlara göre kiliseler uygulamalarında fazlasıyla gevşek davranıyorlar ve kutsallaşma konusunda yeterince ciddi ve gayretli değillerdi. Erken kiliseye göre vaftiz insanın önceden işlemiş olduğu bütün günahlarını arıtır ve kişiyi tertemiz kılardı. Dolayısıyla da kişi vaftizden sonra günah işlememelidir diye düşünüyorlardı. Bu sebepten birçok Hıristiyan imparator Konstantin gibi ancak ölüme yakın oldukları sırada vaftiz olmuşlardır. Bir de bazı günahlar vardı ki bağışlanamıyordu. Tertullian’ın putperestlik, küfür, cinayet, zina, cinsel uygunsuzluk, yalancı tanıklık ve hile diye sıraladığı yedi ölümcül günah vardı. Bazıları ise vaftizden sonra bir kereye mahsus bu ölümcül günahlardan biri bağışlanabilirdi. Bu konuda daha esnek ya da daha sert başka gruplarda vardı.
Decian zulmü sırasında Novatian ve Dioklation zulmü sırasında da Donatus isimli kilise önderleri inançlarını işkence sırasında inkar edip daha sonra tövbe edenler konusunda çok katı davranmışlar ve böyle kişileri kiliselerden atmışlardır. Bu iki akım geniş kitleleri arkalarından çekerek ciddi ayrılıklara sebep olmuşlardır. özellikle Kuzey Afrika’da bulunan Donatistler bütün birleşme ve barış çabalarına rağmen evrensel kilise ile bağlantılarını koparmış ve kendilerini tek gerçek kilise olarak ilan etmişlerdir.
Üçlübirlik konusu tarih boyunca kiliseyi meşgul eden bir sırdır. Mesih ve Kutsal Ruh, Baba ile hangi şekilde ve nasıl ilişkidedir? Sır olan başka bir konu da Mesih’in kişiliğiydi. İnsandı ama aynı zamanda da Tanrı’ydı. Tabi ki bu konularda bildikleri benzetmeleri, betimleri ve felsefi görüşleri kullanmaya çalıştılar ama, hiçbiri tam olarak uygun olmuyordu. Bu konularla ilgili birçok soruları vardı ilk kilisenin ve bu sorulara cevap bulmaya çalışırken de kilisede birçok tartışmalar ve ayrılıklar olmuştur. Üçlübirlik tartışmaları Hıristiyan tarihinin yaklaşık ilk 500 yılını kapsamaktadır. Tüm bu tartışmaların sonucunda evrensel kilisenin resmi olarak ifade ettiği ve bugün de Mesih inancına sahip insanların benimsediği görüşler kabul edilmiştir. Bununla birlikte tarihte yaşanan her tartışma yeni bir bölünmeye neden olmuştur. Bazısı bugün bile varlığını sürdürmektedir.
Tanrı’nın Oğlu, beklenen Meşiah yani beklenen meshedilmiş kurtarıcıydı. Ona Kyrios yani Rab diye seslenirlerdi. İlk
inanan bir kişinin iman etmesi için ifade etmesi gereken tek ikrar “İsa
Rab’dir” idi. Kyrios kelimesi Eski
Anlaşma’daki Adonai kelimesi ile aynı
anlamdadır. İsa Mesih zaman zaman Tanrı’nın bilgeliği olarak da tanımlanmıştır. Sofia yani Hikmet kelimesi
de aynı anlama gelmektedir.
İsa Mesih çoğunlukla Tanrı’nın Oğlu olarak
nitelendirilmiştir. Pavlus’un mektuplarında İsa Mesih’in, Tanrı olmasına karşın
kendini boş kıldığını ve insan benzeyişinde aramızda yaşadığını, her şeyin
mirasçısı olduğunu ve aracılığıyla var olan her şeyin yaratıldığını ve Tanrı
yüceliğinin parıltısı olduğu da ifade edilmiştir.
Yuhanna Onun Logos
olduğunu, Tanrı ile birlikte ve Tanrı olduğunu ifade etmiştir. Tanrı
bilimcileri kendi aralarında Yuhanna’nın bu terimi hangi kaynağa dayanarak
kullandığı ve dolayısıyla da tam olarak neyi kastettiği konusunda hiç de hem
fikir olamamışlardır. Bazıları bunun Helenistik düşünceden geldiği ve
Yahudilerin arasında Philo sayesinde yayıldığı düşüncesindeydiler. Ona göre insanın düşüncesinin çok
ötesinde olan Tanrı, Logos aracılığıyla
yaratmış olduğu dünyayla ilişkisini sürdürmektedir. Bazılarına göre ise Logos
Eski Anlaşma’da ifade edilen “Hikmet” ile eş anlamda kullanılmıştır. Üçüncü bir
teori ise bu kavramın kökenini Hıristiyan olmayan Suriye ve Anadolu’daki dini
görüşlerde görmektedir.
Ama Yuhanna yazısının aslında vurguladığı ve adı
geçen bu fikirlerin hepsinden ayrı kaldığı açıklaması, Logos’un beden alması ve
bunun Nasıralı İsa’da gerçekleştiği söylemektedir. Yuhanna bazı yerlerde beden
almış Logos’u Tanrı’ya tabi gösterirken bazı yerlerde de Oğlu’nun Babası ile
yakınlığı ve ikisinin bir olduğu konusuna değinmiştir.
Erken Mesihçiler farklı ifadelerle inandıkları
Mesih’in sağladığı eylemleri ve faydaları vurgulamışlardır. İsa ilk ve son kez
kendini kurban eden ve güçlü kurtarıcı olarak tanımlanmıştır. Bu ifadelerin
yanında sonsuz Kral, Tanrı’nın sözü ve onu ileten peygamber, Alfa ve Omega,
başlangıç ve son olarak da tanınmış ve bilinmiştir. Tanrı’nın Mesih’te her şeyi
yarattığı gibi Onda birleştirmeyi de tasarladığına inanmışlardır.
Nasıralı İsa’yı Tanrı olarak tanıyorlardı. İsa’nın peygamberlik sözlerini tamamladığını, haç üstünde öldüğünü ve daha sonra da dirildiğini biliyorlardı. Aynı zamanda Yüce görevin kendilerine verildiğini ve Baba, Oğul, Kutsal Ruh adıyla vaftiz edebilme yetkileri olduğunu da biliyorlardı. Pentikost gününü, elçileri ve elçilerin yazdıklarını kabul ediyorlardı. Kilisenin, Mesih İsa’nın ve elçilerin yaptıklarını devam ettirdiklerine inanıyorlardı. Bugün biz Hıristiyan olarak temelde neyi biliyorsak onlarda o gün bunları biliyorlardı. Ama özellikle bazı sapkın öğretişlerin çıkması Hıristiyanlara neye inandıklarını kesin olarak tanımlamaları için meydan okuyordu. Kilise sapkın öğretişlerin çıkması ile İsa’nın kimliği başta olmak üzere birçok konuda doktrin oluşturmak zorunda kalmıştır. Bu sapkın kişiler ilahiyat oluşturmak gibi bir fikirle ortaya çıktılar ve özelikle en önemli sorunları da İsa Mesih’in kimliği konusuydu.
Aslında bu tip olaylar günümüzde de olmaktadır. Özellikle 20.yüzyılda liberal görüşteki bazı gruplar “Kutsal Kitap Tanrı’nın Sözü değildir. Çünkü bu kitapları değişik zamanlarda değişik insanlar yazmışlar ve daha sonra da toparlayıp bir araya getirmişlerdir. Bu yüzden de kesinlikle yanılmazdır ve güvenilirdir diyemeyiz” demişlerdir. Bunun üzerine kilise son yüzyıl içinde Kutsal Kitap’ın Tanrı Sözü olduğunu kanıtlamak için bir sürü kitap yazmıştır. Bunu kanıtlamak için adım adım geriye gitmemiz gerekmektedir. Calvin, Martin Luther, Augustin, Papius, diğer kilise babaları, elçiler... Her dönemde işte bu tarz düşünceler, saldırılar ve suçlamalar kilisenin bir araya gelip buna karşı bir şeyler yapmaya zorlamıştır.
İlk inanlılar inançlarına fikri saldırılar başlayana kadar Mesih ya da inançları hakkında düzenli bir inanç açıklaması yapmaya kalkışmamışlardı. Aslında Yuhanna ve Romalılara mektubunda Pavlus inanç açıklaması olabilecek ifadeler yazmışlardır. Ama genelde ilk inanlılar Mesih’in kendileri için yaptıklarına, Onun şaşılası kişiliği ve sözleri ile ilgilendiler. Daha çok büyük bir heyecan ve sevinçle kendi yaşadıklarını ve inandıklarını ifade etmeye çalıştılar. Ancak bazılarının yazdıkları sözler ve kullandıkları terimler sonraki nesillerce bazen oldukça farklı yorumlanmıştır.
İsa’nın bizim yerimize ölmesi doktrini 12.yüzyıla kadar net bir doktrin halinde açıklanmamıştı. İnsanlar İsa’nın ölüp ölüm üzerinde zafer kazandığı gerçeğini biliyorlardı. Ama bizim günahlarımız yerine öldü kavramı yani kefaret doktrini henüz gelişmemişti.
Ortodoks kilisesi bu fikir üzerinde yoğunlaşmıştı. Doğu ve batı kilisesi birbirinden ayrıldıktan sonra özellikle doğu Ortodoks Kilisesi batı Katolik Kilisesi gibi gelişim gösterememiştir. Batı kilisesi doktrinlerini geliştirip Kutsal Kitap üzerine daha derin araştırmalar yaparken Doğu kilisesi bazı tarih kaynaklı sebeplerden dolayı olduğu yerde kalmıştır. Özellikle 5.yüzyıldan sonra sanki Ortodoks Kilisesi İsa’nın kimliği ve yaptığı iş ile ilgili doktrinler konusunda donmuştur. Tabi ki kilise ritüelleri konusunda değişiklik göstermiştir. Her şeye rağmen Kutsal Ruh kilisesini özellikle Kutsal Kitap’ı anlamak konusunda adım adım yönlendirmeye ve geliştirmeye devam etmiştir. Kilise tarihinde bazı zamanlar Kutsal Kitap’ı öğrenmeye ve bilgiye, bazı zamanlarda ruhsal olayları deneyimsel olarak yaşamaya daha çok önem verilmiştir. Tabi ki bizim bu ikisine de ihtiyacımız vardır. Hem Kutsal Kitap’ı çok iyi çalışmalı hem de bu çalışmayı hayatımızda deneyim etmeye dikkat etmeliyiz.
Kilise hem dışardan hem de içerden yapılan saldırılara karşı birçok şey yapmıştır. Öncelikle kendilerini ve inançlarını tanımlamışlardır. Daha sonra Kutsal Kitap sıralaması yapmışlar ve inanç bildirgeleri yazmışlardır. Aslında bu saldırılar kilisenin ayağa kalkmasına neden olmuştur. Kilise de sapkın öğretişlere karşı çalışan Polemikçiler ve Savunmacılar olmak üzere iki grup vardı.
Polemikçiler; kilisenin kendi içinde çıkan doktrinsel sorunlarla ilgilenen kişilerdi. İrenaeus, Origen polemikçilerden bazılarıdır.
Savunmacılar; yani Apolojistler ise daha çok putperest ailelerde doğup daha sonra iman eden ve kiliseye dışardan gelen putperest saldırılarına karşı cevap veren kişilerdi. Bu çok önemli bir ayrımdır. Apoloji özür dilemek değil savunmak anlamına gelmektedir. Melito, Justin, Teofilos savunmacılardan bazılarıdır.
Aslında ilginç olan bir noktada putperest saldırılara karşı çeşitli savunmalar yazmış olan birçok kilise babasının bugün sapkın diyebileceğimiz problemli teolojik öğretileri vardı. İlk kilisede insanlar o zor şartlara rağmen hayatlarını tamamen İsa’ya adadıkları halde bu tür doktrinsel problemler fazlaca görülüyordu. Bunun bir nedeni de doktrinler o günlerde günümüzdeki gibi henüz oluşturulmamıştı ve Kutsal Kitap bütün olarak her yerde herkes tarafından okunamıyordu.
O zaman şu soruyu sorabiliriz: Bu savunmacıların etkileri neydi? Bütün bu savunmacılara baktığımızda kitaplarını ya imparatora ya da ünlü bir kişiye yazdıklarını görüyoruz. Tabi ki elimizde bu kitapları imparatorun okuduğuna dair hiç bir kanıt bulunmamaktadır. Aslında savunmacıların bu yazıları Hıristiyan olmayanlara değil de daha çok kiliseye, içsel olarak kendisini toplamak adına çok faydası olmuştur. Bu savunmalar aracılığı ile kilise kendi sosyal durumunu değerlendirmiş ve teolojilerini geliştirmiştir.
Peki bütün bunları öğrenmek, bugün bize nasıl bir fayda sağlamaktadır? Kiliseye içerden ya da dışardan gelen bu tip saldırılara karşı kilisenin tarihte nasıl savaştığını öğrenmek bizim de günümüzde kiliseye yapılan saldırılara karşı nasıl davranacağımızı bilmek için önemlidir.
Justin Marter ya da Şehit Justin olarak da bilinen Justinus tarihte bütün babaların babası olarak bilinmektedir. Filistin kökenlidir ve Eski Anlaşma’da adı geçen Şekem’de putperest bir ailede doğmuştur. Ataları Yunanlı göçmenlerdendir. Bu onun Grek geçmişine sahip olmasını ve Platonist bir düşünür olmasını açıklamaktadır.
Justinus, Tanrı ile ilgili gerçeğin peşinde koşan kaygılı dindar bir ruha sahipti. Bu kaygıları yüzünden de büyük filozoflara başvurmuştur. Kentten kente bir çok yolculuk yapmıştır. İkinci yüzyılın başında Samiriye bölgesinden felsefe okumak üzer Efes’e gelmiştir. Derslerine Stoacı bir öğretmenle başlayan Justin kısa bir süre sonra Aristoteles, daha sonra da Pythagorea ve sonunda da Platonist felsefelere geçiş yapmıştır. Platon’un görüşleri ile tatmin olmuşken bir gün, Efes’te Policarp olduğu sanılan yaşlı bir Hıristiyan filozofa rastlaması Justinus’a yeni bir yol açmıştır. Bu gizemli ihtiyardan Eski Anlaşma’daki peygamberler hakkında öğretmiş ve ona şöyle demiştir: Her şeyden önce, aydınlık kapılarının sana açılması için dua et. Çünkü, eğer Allah ve Mesih ona anlamayı bahşetmemişse, kimse göremez ve de anlayamaz. Bunun üzerine, Hıristiyanlığı gerçek felsefe olarak gören Justin hiç tereddüt etmeden Mesih’e iman ettikten sonra da felsefeyi bırakmamıştır. Felsefeyi ve filozofların giysilerini kullanarak Yahudilere ve putperestlere Mesih inancının geçerliliğini anlatmıştır. Nitekim o dönemde böyle bir giysi yetki ve gücün sembolüydü. Bu da daha sonra kilise içinde ruhban sınıfının kullanmaya başladığı giysilere bir geçiş noktası olmuştur. Bu zamana kadar henüz Hıristiyan önderleri kendilerini topluluktan ayıran bir giysi kullanmamışlardı.
Daha sonra Justin Roma’ya yerleşmiş ve orada yaşamıştır. 165 yılında da, imparator Marcus Aurelius zamanında öğrencilerinden altısı ile birlikte tutuklanıp Hıristiyan olduğu için öldürülmüştür. Justin Hıristiyan olduktan sonra özellikle Hıristiyan şehitlerden çok etkilenmiş ve sonunda da kendisi de kafası kesilerek şehit olmuştur. Hatta daha sonra Şehit Justin unvanını almıştır.
Justinus optimist ve çok açık düşünceli bir adamdı. Bu durum ona, felsefe ve akıl düzeyinde her türlü karşılaştırmayı serinkanlılıkla kabul etmek imkanını vermiştir. Justinus tarihsel bir teolojinin temellerini atmıştır. Fakat Justinus’un en kişisel teolojik özelliği, Kutsal Kitap üzerindeki öğretisidir. Justinus’a göre, Kutsal Kitap bilginin kaynağıdır. Fakat Kutsal Kitap aynı zamanda bilginin konusudur. Çünkü Tanrı’yı açıklayan, Kutsal Kitaptır.
Justinus’la birlikte kilise içinde yeni bir görev, laik bir Hıristiyan filozof görevi doğmuştur. Aynı zamanda kilise çağı Justinus’la birlikte başlangıç kilisesinden ayrılır. İlk kilise döneminde Hıristiyanlar daha çok Yahudi kökenliydi. Ama bu dönemle birlikte artık Hıristiyanların büyük bir kısmı putperestlikten gelmeye başlamıştır. Artık Hıristiyanlık Grek-Romen bir dünyadadır.
Justin işte böyle bir dönemde savunmacılık yapmış ve kilise içindeki kesin ayrılıkların olduğu bu dönemde putperestlerin saldırılarına karşı yazmıştır. Bugün elimizde kalan bir tanesi imparator Antoninus Payes’e bir tanesi de Romalı bir senatöre adanmış olan iki kitabı bulunmaktadır. İmparatora adadığı Birinci Apoloji adındaki kitabı Hıristiyanların ve Hıristiyanlığın savunulmasını anlatan bir kitaptır. Tryphon’la Diyalog isimli kitapta ise Efes’te yaşayan bir Hıristiyan’la bir Yahudi arasındaki diyalog aracılığı ile Eski Anlaşma’nın Hıristiyanlık açısından okunması ve İsa’nın Eski Anlaşma peygamberliklerini tamamlayışı anlatılmaktadır.
Bütün bunların yanı sıra 140-150 yıllarında Roma’da Hıristiyan felsefesi öğreten bir okulu kurmuş olan Justin Marter, Hıristiyanlığı putperestlere ve Yahudilere karşı savunmuştur.
Hıristiyan
dinini ahlaksızlıkla suçlayanların saldırılarına cevap vermek için Justinus
ikinci yüzyılın ortasında, imparator
Antoninus’a bir Apologia, yani Hıristiyanlar için bir savunma
göndermiştir. Bu savunmasında Gizli hiçbir
şeyimiz yok. İşte inancımızı nasıl kutluyoruz. Görünüz demiştir. Böylece bugün
bizde bu savunma sayesinde ikinci yüzyıl kilisesinin vaftizi ve Rab’bin
Sofrasını nasıl yaptıklarını öğrenebiliyoruz.
İsa’nın Tanrı ile ilişkisi hakkında ikinci ve üçüncü yüzyıllarda birbirinden farklı birçok görüş ortaya çıkmıştır. Aralarında şehit Justin’in de bulunduğu bir grup, Mesih’i Logos olarak tanımlarken Onun ikinci bir Tanrı olduğuna inanmıştır. İsa Mesih’te beden almış Logos, Baba Tanrı’dan çıktığı ve özde aynı olduğu halde Baba’nın varlığını azaltmamış ya da bölmemiştir. Bunu bir mumun başka bir mumu yakmasına benzetmiştir ve Logos’u ışıktan ışık olarak tanımlamıştır.
Justin,
özellikle Philo’nun öğrettiği Logos kavramına benzer bir şekilde Tanrı’nın
Logos aracılığı ile yarattığı bu dünyayla ilişkide bulunduğuna inanmıştı. Ama
öte yandan ünlü Yahudi filozofun görüşlerinden ayrılarak Logos’un insanların
kurtuluşu için İsa Mesih’te beden aldığına da inanmıştır.
Justin Marter aynı zamanda Logos’un sonsuzdan beri var olduğuna ve dolayısıyla da sonsuzdan beri öğrettiğine inanıyordu. Logos İsa Mesih bedeninde dünyaya gelmeden önce de hem Eski Anlaşma’daki kişilere hem de felsefecilere öğretmiştir. Hatta Justin’e göre Sokrates İsa gelmeden önce Hıristiyan’dı. Çünkü zaten Sokrates’e Yunan felsefesine göre Logos’u öğreten İsa Mesih’in kendisiydi.
Aslında Justinus da birçok kilise babası gibi teolojik olarak biraz problemli biriydi. Justinus Grek felsefesinden etkilenmiş bir felsefeci olarak Hıristiyanlığı bir anlamda eski yunan felsefesinin tamamlanışı olarak görmüştü. Justin’e göre; önümüzde bir yap boz bulunmakta ve felsefe bu yap bozun bir bölümünü oluşturmaktadır. Hıristiyanlık ise bu yap bozun esasını oluşturmakta ve tamamlamaktadır.
Atinalı savunmacı filozof 140’lı yıllarda yaşamıştır. İmparator Antoninus Payes ve Hadrian’a adadığı yazılar yazmıştır.
170’li yıllarda yaşamış olan savunmacı filozof Platonist düşünceden etkilenmiştir. Hıristiyanlar Adına Yakarış isimli bir kitap yazmıştır ve bu kitabı imparator Marcus Aurelius ve oğlu Commodus’a adamıştır. Özellikle Hıristiyanlara yapılan ensest ilişkiler, yamyamlık ve ateistlikle ilgili suçlamalara karşı savunmalar yapmıştır.
170’li yıllarda yaşamış olan Melito Sardes’de baş gözetmendi ve o da imparator Marcus Aurelius’a hitaben yazmıştır. Melito tarihte ilk kez Hıristiyanların bugün kullandığı şekliyle Eski Anlaşma sıralamasını yapmıştır. Yahudilerin kullandığı Eski Anlaşma kitaplarını araştırmak için İsrail’e kadar gitmiştir. Bugün kullandığımız Yeni Anlaşma sıralamasını da 4.yüzyılda Atanasyus yapmıştır.
180’li yıllarda yaşamış olan savunmacı Teofilos Antakya baş gözetmeniydi. Atalokos’a Savunma adında bir kitap yazmıştır. Atalokos Teofilos’un eğitimli bir putperest arkadaşıydı. Teofilos bu kitabında, Hıristiyanlığın doğru putperestliğin de yanlış olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Aynı zamanda Hıristiyanlara vatan haini ve düzen bozucu diyenlere karşı yazmış ve Hıristiyanların kanunlara uyan erdemli insanlar olduğunu söylemiştir.
Teofilos Yunan felsefelerine de karşıydı. Özellikle Platon’u suçlamıştı ve Yunan felsefecilerinin bir çok görüşünü Eski Anlaşma’dan aldıklarını savunmuştur.
Antakyalı Teofilos Tanrı’nın mantığı ile hikmetini yaratılışta çalışan iki ele benzetmiştir. Teofilos aynı zamanda Teslis kavramını kullanan ilk teologdur. Ama eller benzetmesinde olduğu gibi teslis kavramında da vurgu çokluktan çok teklikteydi.
Kendisi aslen İzmirliydi ve İzmir bişobu olan Policarp’ın öğrencisiydi. Bir anlamda da Yuhanna’nın da ikinci çağ öğrencisidir. Eğitimini Roma’da tamamlayan İrenaeus daha sonra güney Fransa’ya yerleşmiştir. Eğitimi sayesinde de o dönemde güney Fransa’da süren zulümden kurtulmuştur. Lyon episkoposu Foltenius ise bu zulüm döneminde öldürüldüğü için boşalan episkoposluk makamını İrenaeus almıştır. Onun döneminde henüz Yeni Anlaşma bütün olarak tüm kiliselerde bulunmadığı için İrenaeus Eski Anlaşma’nın tamamını Yeni Anlaşma’nın da bir kısmını tanıyordu.
Gnostikler’e ve Marcion’un iki tanrılı görüşlerine karşı beş ciltlik bir kitap yazmıştır ve kitap günümüze kadar korunabilmiştir. İrenaeus’dan önce yazan kişiler kilisedeki ve Hıristiyanlıktaki sorunlara cevap olarak yazmışlardır. Ama İrenaeus ise diğer kilise babalarına göre çok daha geniş kapsamlı yazmış ve Tanrı’nın bütün insanlık için olan amacını açıklamıştır. Aslında İrenaeus kendisi çok fazla yazı yazmamış, daha çok kendinden önce yazan babaların yazılarını kullanmıştır.
Elçisel İmanın Gösterilişi isimli kitabında kilisedeki öğretişin bir özetini yapmıştır. Gnostikler’e karşı yazdığı kitabında ise tarihi çok geniş bir biçimde anlatmıştır. Gnostikler’in dünyanın kötü bir Tanrı tarafından yaratıldığı, insanların yaratılışının bir kaza olduğu gibi şeylere inandıklarını da bu kitaptan açık bir şekilde öğrenebiliyoruz.
İrenaeus Gnostikler’in bu görüşlerine karşı çoban benzetmesini kullanarak cevap vermiştir. İrenaeus’a göre Tanrı insanlara çobanlık etmek ve onları kendine çekmek için yaratmıştır. Tanrı’nın insanı yaratma amacı insanlarla birlikteliktir. Adem’le Havva’nın Tanrı ile ilişkilerinde çocuklar gibi olduklarını ve büyüyeceklerini, büyüdüklerinde ise meleklerden bile daha yüce varlıklar olacaklarını yazmıştır. İrenaeus’a göre Tanrı’nın amacı insanların ilahileştirilmesi, kutsallaştırılmasıydı. Ama bu ifadeyi insanların Tanrı olacağı anlamında değil, Tanrı’nın karakterine benzer olacağı anlamında kullanmıştır.
İrenaeus,
Şeytanın insanların son ulaşacakları amaçlarını kıskandığı için Adem ve Havva’yı
kışkırttığını da yazmıştır. Şeytan bunu yaparak kutsallaşma sürecini
durdurabileceğini zannetmişti, ancak Tanrı insanlarına çobanlık etmeye devam
etmiştir. İrenaeus Tanrı’nın sadece yılanı ve yeri lanetlediğini, ama insanı
sadece cezalandırdığını ve lanetlemediğini de yazmıştır. İrenaeus’un Vaftiz ve
Rabbin Sofrası ile ilgili öğretişleri vardır. Mesih’e iman eden insanların
vaftiz yoluyla İsa Mesih’e katıldıklarını ve Rabbin Sofrası aracılığıyla da
ruhsal olarak beslendiklerini söylemiştir.
Aynı zamanda bu kitaplarda Tanrı’nın bütünlüğü ve tekliği konularını da anlatmış ve İsa Mesih’i ikinci Adem, insan olmuş Logos, Tanrı’nın Oğlu, Tanrı’nın aklı ve hatta Tanrı’nın kendisi olarak tanıtmıştır. Gnostikler’in öğrettikleri İsa ise sadece bir hayaletti. Marcion’un öğrettiği dualistik görüşlerin karşısında ise, İsa Mesih’i hem tam Tanrı hem de tam insan olarak öğretmiştir. Hatta İsa Mesih’te Tanrı’nın ta kendisinin insanların günahları uğruna acı çektiğini ve aynı zamanda İsa’nın yaşamının her aşamasında Tanrı’nın insanlık için planını tam tamına yerine getirerek insanın kusursuz temsilcisi olduğunu da öğretmiştir. Hatta İrenaeus İsa’nın günahlar için ölmesi gerekmeseydi bile Tanrı’nın yine de dünyaya geleceğini söylemiştir.
İrenaeus’un görüşleri Monarkianizm ile aynı olmasa da bazı fikirleri yakın olduğu için bu akımın yayılmasını hızlandırmıştır. İrenaeus, Antakyalı Teofilos’un dilini kullanarak Tanrı’nın mantığı ile hikmetini yaratılışta birlikte çalışan iki ele benzetmiştir. Bu ellerden birinin Kutsal Kitap diğerinin de Kutsal Ruh olduğunu söylemiştir.
230’lu yıllarda yaşamıştır. Kesin olarak bilinmese de Kuzey Afrikalı olduğu düşünülmektedir. Latince olarak yazdığı Oktavyus isimli kitabında putperestlikle Hıristiyanlığı bir diyalog şeklinde karşılaştırmış ve putperestliğe karşı Hıristiyanlığın üstünlüğünü ifade etmiştir.
Putperest bir ailenin çocuğu olan Kuzey Afrikalı olan Tertullian özellikle tarih ve felsefe konularında iyi eğitim almış, iyi bir konuşmacıydı. Grekçe’yi de çok iyi bilen düşünür Roma’da hukukçu olarak ün salmıştı. Erken orta yaşlarındayken Roma’da Mesih’e iman edip vaftiz olmuş ve kısa bir süre sonra da ihtiyar olarak kilisede hizmet etmeye başlamıştır. Daha sonra tekrar 2.yüzyılda Roma’dan sonra ikinci büyük şehir olan Kartaca’ya dönen ve orada yaşamının büyük kısmını, geçiren tanrıbilimci zamanının çoğunu Latince kitaplar yazarak geçirmiştir. Tertullian iman savunucuları arasında anahtar isimlerden birdir. Aynı zamanda Marcion’un görüşlerini çürütecek ikna edici yazılar da kaleme almıştır. Hıristiyanlığı eziyet ve suçlamalara karşı savunduğu Apoloji isimli kitabında özellikle geliştirmiş olduğu Üçlübirlik doktrinini anlatmıştır. Praksiyas’a Karşı adındaki kitabında ise Modalizm’e karşı yazmıştır.
Tertullian bir hukukçu gibi düşündüğü için
kilise dışındaki sapkın öğretişlerin kendi öğretişlerini açıklamak için Kutsal
Kitap’ı kullanamayacaklarını söylemiştir. Çünkü Kutsal Kitap kiliseye aittir ve
bu tür kişilerin Kutsal Kitap üzerinde herhangi bir yorum yapmaya ya da
istedikleri gibi kullanmaya hakları yoktu.
Yasal kafa yapısıyla parlak bir avukata benzeyen, mantıklı sonuçlar çıkarmakta yetenekli olan Tertullian pek hoşgörülü bir adam değildi. Bir Mesih inanlısının putperest bir toplumda nasıl yaşaması gerektiği konusunda katı kuralları vardı. Tertullian’a göre bir Hıristiyan toplu gösterilere katılmamalı, orduda hizmet etmemeli, okullar ya da sivil örgütlerde, hatta putperestliğe dolaylı da olsa hizmet eden bir meslek dalında bile çalışmamalıydı.
Bir çoğunluğa karşı küçük bir grubu savunup onları temsil etmeyi çok seviyordu. Belki de katı kuralları olan ve peygamberliği de savunan Montanistler’i bu yüzden savunmuştu. Tertullian üçüncü yüzyılda Montanist olmuş ve ayrıca evrensel kiliseyi fazlasıyla kurumsallaştırılmış, ruhtan yoksun ve özellikle de ahlaki konularda ödün vermekle suçlamıştır.
Aslında Tertullian’ın Montanist olması ilk kilisede bu akımın ne kadar etkin olduğunu göstermektedir. Tertullian’ın Montanizm’e bu kadar ilgi duymasının nedeni kendi bedensel savaşı yüzünden Montanizm’in daha çok Yasa’yla ilgili ve özellikle de sert bedensel öğretişlerinden etkilenmiş olmasıdır. Ama tabi ki Montanist olmak Tertullian’ın bedenle olan savaşını sona erdirmemiştir. Hatta yaşadığı bu savaş yüzünden hayatının sonuna doğru kilisenin dışında kalmış ve Montanistler’in öğretişlerini de beğenmemiş kendi akımını oluşturmak zorunda kalmıştır.
Tertullian’ın en büyük sorunu lütfü anlayamamış olmasıydı. Bizler de bugün zaman zaman özellikle günaha düştüğümüz zamanlardan sonra suni bir değişiklik arıyoruz. Ama Romalılar kitabı bizim İsa Mesih’te suçsuz günahkarlar olduğumuzu yazmaktadır. Bizler İsa Mesih’te kutsallarız ve özgürüz. Yapabileceğimiz hiçbir şey ya da hiçbir suni, kuralcı bir din bizi özgür kılmaz. Hatta daha çok bağlar. Tertullian’a ve bu şekilde düşünen insanlara verilecek cevap kendine değil de İsa Mesih’e daha fazla güvenmesi gerektiğidir.
Son yıllarını kilisenin dışında geçirdiği halde sonraki nesiller onun Üçlübirlik ve Mesih’in kişiliği konusunda yazdıklarından çok faydalanmışlardır. Tertulyan daha 2.yüzyılın başlarında Üçlübirliği formüle etmiş ve bu sayede de bu kadar erken bir çağda kilise tarihinde bu kadar önemli bir yere gelmiştir. Tek bir özde üç kişilik Tertullian’ın Üçlübirlik formülüdür ve daha sonraki nesiller özellikle inanç bildirgelerinin yazılışında Tertullian’ın bu formülünü kullanılmıştır.
Tertullian karşı çıktığı Monarkianistler gibi Tanrı’nın mutlak ve tek egemenliğine inanmış ve Tanrı’nın tekliğini tanımlamak için Latince’deki substantia kelimesini kullanmıştır. Yasal bir terim olan substantia kelimesi bir kişinin toplumdaki statüsünü, sahip olduğu yeri, saygınlığını ya da makamını anlatıyordu. Tertullian Tanrı’yı statüsünde tek görüyor. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u anlatırken onları üç persone ya da kişilik olarak tarif ediyordu. Tertullian’ın anlatmaya çalıştığı Tanrı statü bakımından birdi, ama bu birliği bir üçlükte dağıtmıştı.
Yine Tertullian’a göre dünya yaratılmadan önce Tanrı yalnızdı. Ama Tanrı gerçekçi olduğu için kendisinde daima akıl ve mantık vardı. Bu mantık da Logos’tu. Logos Tanrı’nın kendi düşüncesiydi. Düşünce kendini Söz’de açıklıyor, Söz de Tanrı’nın mantığından oluşuyordu. Tertullian’a göre bu mantık da Kutsal Kitap’ta Hikmet diye tanımlanıyordu ve bu Hikmet de Tanrı’nın Oğlu’ydu. Ama mantığın kendini Söz’de açıklamadığı yani Oğul’un olmadığı bir zaman vardı. Tertullian’ın bu açıklaması sonraki nesiller arasında şiddetli tartışmalar yaratacak önemli bir noktadır.
Tertullian İsa’da Tanrısal ve insansal özelliklerin karışmadığını da öğretmiştir. Altın ve gümüş karışabilir ve sonuçta elektrum diye başka bir metal elde edilir. Aynı durum İsa’da da gerçekleşmiş olsaydı, o zaman ne insan ne de Tanrı olan üçüncü bir varlık olması gerekirdi. Ama İsa, ne insan, ne Tanrı, ne de başka bir varlıktı. İsa hem Tanrı hem de insandı. İsa Mesih’te tek bir -persone- kişi, ama iki –substantia- makam ya da doğa bulunuyordu. Kartacalı parlak konuşmacı Tertullian yazdıklarıyla inanç açıklamalarına da birçok katkı sağlamıştır.
Kilise tarihinde Büyük İskenderiyeli diye ün yapmış iki parlak zekadan biri Origen diğeri Klement’tir. İkisi de birbirini takip ederek İskenderiye’deki Hıristiyan düşünce okulunun başında yer almışlardır.
Klement’in doğduğu yer kesin olarak bilinmese de Atina’da doğmuş olduğu tahmin edilmektedir. Çünkü İskenderiye’ye sonradan göç etmiş olduğu bilinmektedir. Pagan bir ailede yetişmiş olduğu kesin olarak bilinse de ne zaman Hıristiyan olduğu da bilinmemektedir. Helenistik kültür ve düşünce yapısı onun daha rahat düşünebileceği bir ortam oluşturmuştur. Farklı felsefe ekollerinin içinde bulunduğu halde özellikle Platon’dan etkilenmiştir. Klement Tanrı’nın İsrail’e Eski Anlaşma’yı, Greklere ise felsefe anlaşmasını verdiğine inanmıştır. Diğer bazı kilise babalarının da söylediği gibi Grek felsefecilerin felsefelerini Tanrı’nın kendisinden aldığını da söylemiştir.
Hıristiyan olmadan önce ya da sonra Roma imparatorluğunun doğusuna birçok seyahatler yapmış ve elçilerin öğretileri hakkında kendisine bilgi verebilecek olanları aramıştır. Bu gezileri sırasında özellikle İskenderiye Hıristiyan düşünce okulunun o günkü önderi Pantaenus, Klement’i çok etkilemiştir. Daha sonra da zaten kendisi bu okulun önderi olmuş ve birçok kitaplar yazmıştır. Hakkındaki bilgilerin birçoğunu da bu eserlere borçluyuz.
Belki de Severus’un zulmünden dolayı 203’ten önce İskenderiye’yi terk etmiş olduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra da kutsanmış presbiteros namıyla Yeruşalim ve Antakya’da hizmet ettiği bilinmektedir. Dönemin Yeruşalim gözetmeni övgü dolu sözlerle Klement’in kiliseyi güçlendirip geliştirdiğini anlatmıştır.
Klement’e göre Grek felsefesi Müjde için Tanrı’nın kullandığı bir hazırlıktı ve Tanrı her iyi şeyin kaynağı olduğuna göre felsefenin de, Kutsal Yazılar’ın da kaynağıydı. Hatta Grek filozofların Logos’tan esin aldıklarını ve Musa’dan çok şey öğrendiklerini söylemiştir. İsa Logos’tur, Kutsal Tanrı ve Sözü’dür ve her zaman vardı. O insanlığın rehberi ve her Hıristiyan’ın gerçek eğiticisidir.
Klement ayrıca Logos’un insanlığı kurtarmak için kanını döktüğüne de inanıyordu ama, öte yandan onun gerçek insan yönüne pek değinmiyordu. Sadece öyle görünmeyi seçtiği için Logos’un aramızda bir insan olarak yaşadığını söylemişti.
Klement eğitilmiş bir insanın Mesih’e iman etmesinin mümkün olduğunu, fakat Mesih inancında açıklanmış olanları eğitim görmeden kavramanın imkansız olduğunu savunmuştur. Klement’e göre Tanrı’nın Sözü hem felsefe, hem peygamberler hem de beden alan İsa ile açıklanmıştır. Bu yüzden Klement daha elit bir düşünceye sahipti. Sadece imanla gerçeğe ulaşamayacağını onun ötesine gitmemiz gerektiğini savunmuştur.
Bu bugün bizim için bir sorun yaratabilir. Çünkü bizler Doğrular imanla yaşayacaktır sözüne inanıyoruz. Eğitimin önemli olduğunu bildiğimiz gibi herhangi bir kişinin Kutsal Kitap’ı okuyup gerçeği anlayabileceğine inanıyoruz.
Klement kendilerini Gnostik diye adlandıranları reddetmiş ve Gnostikler’e Hıristiyanların gerçek bilgiye sahip olduklarını söylemiştir. Klement’e göre temel iman Hıristiyanları bir çocuk gibi yönlendirmekte, bir Gnostiğe ise ayetlerin içindeki bilgiyi bulmaya çalışırken iman yetmemektedir. İman bizi çocuk gibi yönlendirmektedir, ama iman ettikten sonra da bunun ötesine gidebilmek için de Yasa’dan geçip felsefe öğrenmek gerekmektedir. İşte ancak o zaman gerçek bilgiye sahip olacaksınız demiştir Klement. Bu alegori bilgisi olmadan Tanrı’yı tam olarak tanıyamayacağımızı vurgulamıştır. Fakat gerçek bir Gnostik Hıristiyan olunabileceğini ileri sürmüştür. Kişinin buna iman yoluyla ulaşabileceğini ve bu sayede de Tanrı’nın karakterini taklit etmeye başlayabileceğini söylemiştir.
İskenderiye’de doğmuş ve Hıristiyan bir ailede büyümüştür. Yedi oğlun en büyüğü olarak babası onu Kutsal Kitap bilgisi ve Grek kültüründe eğitmiştir. Kavrama yeteneği ve ayetlerin derin anlamını sormakla babasını şaşkına çevirmiş olduğu yazılmıştır. 17 yaşındayken Septimus Severus’un başlattığı zulüm döneminde babası katledilirken kendisi de şehit olmak istemiş. Fakat annesi karşı koymuş ve onu babasının elbiseleri arasında saklayarak kurtarmıştır. Aynı zulüm döneminde Hıristiyan düşünce okulunun önderi Klement, İskenderiye’den ayrıldığı için okul öndersiz kalmıştı. Yörenin bişobunun da uygun görmesiyle sadece 18 yaşında olan Origen bu eğitim merkezinin başına geçmiştir. Genç Origen zulüm dönemi boyunca imanları uğruna hapse girmiş olanları ziyaret etmiş ve ölüme gidenlere yol boyunca eşlik etmiştir. Kendisi sadece sürekli yerini değiştirdiği için tutuklanmaktan kaçabilmiştir.
Origen Hıristiyan tarihindeki gelmiş geçmiş en parlak ve en aydın düşünürlerden birisidir. Ama böyle olmakla birlikte Origen birçok da hata yapmıştır. Ama gerçekten bütün hayatını İsa’ya adamış bir adamdı.
Origen, Grek felsefede faydalı ve yapıcı gerçekler bulduğu halde gerçek vahyin tek kaynağının Kutsal Kitap olduğuna inanmıştır. Bu yüzden de Kutsal Kitap üzerinde daha çok çalışabilmek için Origen yaşamını çok az uyuyarak ve çok az yiyerek geçirmiştir. Kendini tamamen yönettiği okula, Grek felsefeye ve özellikle de Kutsal Kitap’a ve duaya adamıştır. Hatta çalışkanlığı dedikodu ve kıskançlığa bile yol açmıştır. Sezaryeli Eusebius, Origen’in okulda genç bayanları da eğittiği için, oluşabilecek iftira ve dedikodulardan korunmak amacıyla kendini hadım ettiğini yazmıştır.
Matta 19:12 "Çünkü kimisi doğuştan hadımdır, kimisi
insanlar tarafından hadım edilir, kimisi de Göklerin Egemenliği uğruna kendini
hadım sayar. Bunu kabul edebilen etsin!"
Bazı kişiler Origen’in Mesih İsa’nın sözlerinden dolayı hadım ettiğini de söylemektedir. Ama bu pek mümkün değildir. Çünkü kendisi Kutsal Kitap yorumu konusunda çok başarılıydı ve özellikle de birebir kelime kelime yorumlama değil de alegorik yorumlamanın babalarındandır. Origen’e mecazın ve alegorik yorumların şampiyonu diyebiliriz. Hatta ayetlerin harfiyen yorumlanmasına keskin bir şekilde karşıydı.[4]
Keskin Kutsal
Kitap anlayışından dolayı kilisenin zorlandığı bazı teolojik soruları çözmek
için farklı farklı yerlere çağırılmıştır. Özellikle Monarkianizm’in yayıldığı
yerlerde onlara karşı koymak için yardımına başvurulmuştur. Origen bu davetler
sonucunda Arabia, Atina ve daha sonra da Sezariye’ye yolculuklar yapmıştır. Bu
ziyaretleri sırasında Sezariye’de iki gözetmen
onu ihtiyar görevine atamıştır. Bu ise İskenderiye gözetmeni Demetrius’u çok
kızdırmış olsa gerek, çünkü Origen, Mısır’da toplanmış bir synodda* lanetlenmiştir. Bu olaydan sonra Origen,
Sezariye’ye yerleşmiş ve seyahatlerini buradan gerçekleştirmiştir. Jarome’ye
göre de dev düşünür Origen yazılarını orada yazmaya devam etmiştir. Hatta biraz
abartarak Jarome onun bütün kitaplarını okumak için bir insanın ömrünün
yetmeyeceğini söylemiştir. Decian’ın imparatorluğu sırasında Origen tutuklanmış,
işkence görmüş ve yetmiş yaşındayken de ölmüştür. Yaptığı birçok hizmet yanında
özellikle Selsius’a Karşı diye çok
önemli bir yazısı bulunmaktadır.
Grek felsefede yoğrulmuş birçok erken Hıristiyan düşünür gibi Origen’in yazıları da bu mirasın izlerini taşımaktadır. Kendisi Platonist bir düşünürdü. Fakat bütün etkilenmelerine rağmen yine de kendisi gerçeğin özellikle Kutsal Yazılar ve elçilerin aktardıklarında bulunduğuna inanmıştı. Origen’in öğretilerine göre tek bir Tanrı vardı. Origen İsa Mesih’e de Tanrı-insan olarak inanmıştı. Mesih İsa Hikmet, Söz, Işık ve Gerçek olan Logos’un bedenleşmesiydi. Origen özellikle Üçlübirlik konusunda öğretmişti. Adil, iyi ve her şeyin yaratıcısı olarak Baba’nın başlangıçtan beri var olduğuna inandı. Baba her zaman var olduğu gibi Oğul da her zaman vardı. Nitekim bir Oğlu vardı ki Baba her zaman Baba’ydı. Ya da başka bir açıdan Baba her zaman Baba olduğuna göre her zaman bir Oğlu da olması gerekti. O Baba’nın sureti olduğu için de her zaman Baba’ya bağlı ve Ona tabi idi. Aynı zamanda Mesih’in Bakire tarafından Kutsal Ruh’un işlemesiyle doğduğuna ve çektiği acılarının ve ölümünün gerçek olduğuna inandı. İsa ölümden gerçekten dirilmişti, öğrencilerle konuşan İsa hayalet değildi ve daha sonra da gerçekten göğe yükselmişti. Gnostikler, İsa’nın gerçekten dirildiğine değil de onun bir ruh ya da bir hayal gibi göründüğüne inanıyorlardı. Origen Kutsal Ruh’un da yaratılmamış ve yücelik bakımından Baba ve Oğul’la aynı seviyede olduğuna inanıyordu.
Origen’in öğretilerine Baba, Oğul ve Kutsal Ruh bir birlik halinde oldukları halde aynı zamanda da birbirlerinden de ayrıydılar. Origen, insanların varlıklarını Baba’dan, akıl ve mantıksal doğalarını Oğul’dan ve kutsallık ya da kutsallaşmadaki gelişme erdemlerini Kutsal Ruh’tan alıyorlardı.
Origen’in yaratılışla ilgili de öğretileri vardır. Origen yaratılış sahnesinin erken bir perdesinin daha olduğuna inanıyordu. Bu perdede ruhsal bir dünyada ruhsal ve mantıklı varlıklar yaşıyordu. Tanrı bu varlıklara özgür bir irade vermişti. Bu varlıklardan bazıları özgür iradelerini kullanarak Tanrı’dan ayrılmışlardı. Düşmüş olanları cezalandırmak ve yenilemek için Tanrı daha sonra biz insanların yaşadığı maddesel dünyayı yaratmıştır. Bu kurtuluşu sağlamak Oğul’un ya da diğer adıyla Logos’un işiydi. Bunu sağlamak için de Logos insan oldu ve önceden günah işlemeyen can ya da ruhla birleşerek Kurtarıcı olan Tanrı-insan Tanrı vahyi olarak günahlı insana Tanrı’nın gerçek kimliğini açıklamıştır. Kurtarıcı kendini bir fidye olarak vermekle düşmüş olanların yüreğindeki kötülüğü yenmiştir. Kutsal Ruh da iman edenlere ışık ve anlayış sağlamaktadır.
Origen bu öğretilerinin devamında en sonunda bütün ruhların kurtulacağı ve Tanrı ile uyumlu bir birliktelikte bulunacaklarını öğretmektedir. Ama bu sadece onların gönüllü kabulleri ile mümkün olabilecektir. Tanrı ile birlikte olmadan önce cezaları neyse önce cezalandırılacaklardır. Ama bu ceza da onların iyilikleri için uygulanacaktır. Çünkü günahların yol açmış olduğu eksikliklerden arındırılmaları gerekmektedir. Hiç kimse öldüğü zaman tamamen günahsız olamayacağı için Tanrısal kutsallık ve sevgi ortamına uygun düşmemektedir. Bu yüzden de önce ateşten geçirilerek canı arındırmak gerekmektedir.
Origen ayrıca şimdiki çağ sona erdiğinde başka bir çağın başlayacağına inanmıştı. O çağda yeniden doğmuş olanlar mutluluk içinde yaşayacaklardır. Bu çağda tövbe etmemiş olanlara ise tövbe etmek için başka fırsatlar da verilecektir. Hatta Origen bu konuda abartmış ve Şeytan’ın bile eninde sonunda tövbe, öğrenme ve gelişme yoluyla kurtulacağına inanmıştır.
Yaratılmamış bir dünyanın her zaman var olmuş olması, insanın canının bedene gelmeden önce sonsuzluktan beri var olması ve en sonunda bütün ruhların kurtulacağı öğretileri, Origen’in çeşitli yerel synodlarda ve 553’teki İstanbul konseyinde yanlış öğretiler savunan biri olarak sapkın ilan edilmesine neden olmuştur. Hatta belki de İsa’yı Tanrı Oğlu olarak kabul ettiği halde yaratılmış olduğunu öğrettiği için Arianizm akımının önderi olarak bile düşünülebilir.
Biz bugün böyle düşünen kişilere Hıristiyan demiyoruz. Ama o günlerde henüz birçok doktrin özellikle de Mesih doktrini oluşturulmamıştı. Katolik kilise çok büyük bir düşünür ve savunucu olduğu halde bu fikirlerinden dolayı Origen’i Kilise Babası olarak kabul etmemiştir.
Origen öyle sıra dışı ve parlak bir akla sahipti ki öldükten yüz yıl sonra bile Hıristiyanların düşüncelerini canlandırıp şekillendirmeye devam etmiştir. Sonraki nesiller arasında giderek birbirleriyle kopacak kadar tartışan iki kol oluştu. Yaklaşık iki yüz yıl süren bu kavgalı tartışmalar kilisenin o ana kadar gördüğü en ciddi ve acı veren ayrılıklara neden olmuştur. İlginç olan bir noktada bu iki ayrı grubun görüşleri bazen de o kadar karışıyordu ki birbirinden kolay kolay ayırt mümkün olmuyordu. Hatta belki de acı verici ama komik olan ise bu iki grup da görüşlerini Origen’e dayandırıyordu. Daha önce de değindiğimiz gibi Origen’e göre Mesih Tanrı’nın biricik Oğlu’ydu ve Tanrı her zaman Baba olduğu için bir anlık bile Oğulsuz olamazdı. Baba Oğul ile, Oğul da Baba ile sonsuzluktan beri vardır. Baba ve Oğul arasındaki ilişkiyi anlatırken güneş örneğini kullanmıştır. Işık nasıl güneşten çıkıyorsa Oğul’da Baba’dan çıkıyordur. Güneş var olduğundan beri ışık da nasıl varsa Baba var olduğundan beri de Oğul vardır.
Bu iki gruptan bir tanesi vurguyu Mesih’in Tanrı Oğlu, Hikmet ve Tanrı Sözü olduğu ve Tanrı ile beraber hep var olduğu için Ona eşit olması gerektiği yönünde yapmıştır. Ama Origen’in görüşünde Mesih aynı zamanda sanki Tanrı’ya bağlı bir yaratık, Onun sureti olarak da ifade edildiği için Mesih Baba’ya bağlı ve ikinci derecede oluyordu. İşte ikinci grup da bu konu üzerinde yoğunlaşarak Mesih’in Baba’ya olan tabiliğini ön plana çıkarmıştır. Bu görüş Origen’in öğrencisi olan daha sonra da İskenderiye’deki Hıristiyan okulun başındaki gözetmen Dionysius tarafından 250’li yıllarda savunulmuştur. Sorumlu olduğu bölgede Modalistik Monarkianizm ya da diğer adıyla Sabellianizm görüşü rağbet gördüğü için kendi vaazlarında bu görüşe karşı savaşmıştır. Modalistik Monarkianizm, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un aynı varlığın farklı şekilleri olduğuna inanan yanlış bir öğretidir. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh Farklı aynı varlığın şekilleri değil, farklı kişiliklerdir. Ama bu savunmayı yaparken de kullandığı sözlerle sanki Baba’nın Oğul’u yaratmış olduğu ve bir zamanlar Oğul’un var olmadığını ima etmişti.
Dionysius’un arkadaşı ve adaşı olan Roma episkoposu Dionysius kendisine yazdığı bir mektupta sözlerini daha dikkatli kullanması konusunda onu uyarmıştı. Roma episkoposu adaş arkadaşına konuşmalarında ayrıca Oğul’un sadece homoiousion yani benzer özde olmadığına ve homoousion yani Baba ile aynı özden olduğuna dikkat çekmesi gerektiğini de yazmıştı. İskenderiyeli Dionysius arkadaşına yazdığı cevabında homoousion yani aynı özde sözcüğünü Kutsal Yazılar’da bulamadığı halde bu fikri paylaştığını belirtmiştir. Bu dönemde henüz gruplar arasındaki cepheler henüz katılaşmamıştı.
İkinci grubunda merkezi Antakya idi. Lucian isimli bir kilise ihtiyarı 312’de imparatorluğun doğusunda zulmün henüz bitmediği yıllarda öldürülmüştür. Bu etkileyici öğretmenin özellikle iki öğrencisi yıllar sonra çok meşhur olacaktı. Biri İskenderiyeli Arius, diğeri ise Nikomediyalı (İzmit) Eusebius’tur. Lucian ciddi bir Kutsal Kitap öğrencisiyken Logos kavramında Tanrı ile Oğul arasındaki ilişkiyi fark etmiştir. Ama bunu dile getirirken, kendisinin bu düşüncelerinden dolayı kısa bir süre sonra iki grubun arasında Arius merkezli bir fırtınanın kopmasına neden olacağını herhalde düşünmemişti. İskenderiye Kilisesi’nde ihtiyar olan Arius etkileyici bir kişiliğe sahipti. Uzun boylu, karizmatik ve yakışıklı yapısıyla girdiği her ortamda dikkat çekiyordu. Aynı zamanda usta bir konuşmacıydı. Arius kendi bedensel isteklerine karşı da çok katı ve dindar birisiydi. Tüm bunlardan dolayı bazı kişiler onun kibirli biri olduğunu düşünmüşlerdi.
Bir süre sonra Arius kendi gözetmeni İskender’e karşı sesini yükseltmeye başlamıştır. Arius’a göre İskender’in görüşleri Modalistik Monarkianizm’den başka bir şey değildi. Ona göre İskender Tanrı her zaman vardır, Oğul her zaman vardır ve Oğul’un bircik olmayan biricik olduğunu öğretmişti. Buna karşın Arius Oğul’un bir başlangıcı olduğunu ama Tanrı’nın başlangıcı olmadığını ve Oğul’un Tanrı’dan bir parça olmadığını da savunmuştur.
Bu iki kilise adamının sözlü kavgası öylesine şiddetlenmişti ki İskender İskenderiye’de genel bir toplantı düzenleyerek Arius ve arkadaşlarını lanetleyip görevden aldırmıştı. Bu olay üzerine Arius Nikomediya episkoposu olmuş sınıf arkadaşı Eusebius’un yanına sığınmıştır. Görüşlerini ise mektuplarla savunmaya ve duyurmaya devam etmiştir. İskender de aynı şekilde mektuplarla olup bitenleri kendi görüşlerine göre bildirme yoluna gitmiştir. Kavga özellikle imparatorluğun doğusunda olduğu için o bölgelerdeki kiliseyi bölmekle bile tehdit etmiştir.
Evrensel kilise ne yaratıcı Tanrı’dan başka bir ilke ne de Tanrı ile eşit kötü bir gücün var olduğuna inanmıştır. Bunun yerine tek bir monarkia yani tek bir mutlak gücün var olduğuna savunmuştur. İrenaeus’un da savunduğu bu görüş ise muhtemelen başka etkenlerle de beraber Monarkianizm olarak tarihe geçen aşırı bir görüşün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Monarkianizm ya da Mutlakçılık görüşünün tekteüç-üçtetek görüşleri daha sonra evrensel kilise tarafından lanetlenerek* ret edilmiştir.
Monarkianizm aslında İsa Mesih’i, Logos’un beden almış hali ve ikinci bir Tanrı olarak ilan etme çabasında olanlara karşı koymak isteyen bir Monoteizm idi. Onlara göre Mesih ile Kutsal Ruh’un Tanrısallığından bahsetmek Triteizm idi ve dolayısıyla da yanlış bir görüştü. Monarkianistler Gnostikler’den farklı olmasına rağmen yine de benzer görüşleri vardı. Önderlerinden bazıları kiliseden atıldığı halde Monarkianist görüşlerinde daha ölçülü olanlar aynı kiliselerinde kalmaya devam etmişleridir.
Monarkianizm’in birçok ekolleri olmasıyla birlikte özellikle iki gruba ayırabiliriz. Bir tanesi Grekçe Dynamis yani güç sözcüğünden türemiş olan Dynamistik Monarkianizm, diğeri de çeşit ya da şekil anlamına gelen Modalistik Monarkianizm’dir.
Bu inanışa göre İsa Mesih bakire Meryem tarafından dünyaya getirilmiştir. Ama ayrı bir kişilik değildir. Sadece Tanrı’dan gelen bir güç bulunmaktadır. Tanrı’nın bütünlüğü ve tekliği de bu sayede korunmuştur. Mesih’te bulunan güç hiçbir şekilde ayrı bir kişilik değildir. Bu görüşü savunanların bazıları Adoptionistler yani Evlatlıkçılar olarak tanımlanmışlardır. Çünkü onlara göre İsa Mesih’e Tanrı’nın gücü vaftiz olduğunda verilmişti. Vaftiz sırasında Tanrı gökten seslenerek bu benim sevgili Oğlumdur, ondan hoşnut oldum dediğinde insan olan İsa’yı evlat edinmişti. Bazı Evlatlıkçılara göre ise Tanrısal güç Mesih’e dirilişten sonra verilmişti.
Dynamistik Monarkianizm’in bu kolları ikinci yüzyılın sonunda ve üçüncü yüzyılın ilk yıllarında Roma’da temsil edilmiş fakat, akımın önderleri episkopos tarafından kiliseden atılınca kendi kilise ve episkoposluklarını kurmaya çalışmışlardır.
İstanbullu deri tüccarı Theodotus Dynamistik Monarkianizm’i yaklaşık 190 yılında Roma’ya getiren ilk kişi olarak tarihe geçmiştir. Ancak öğretinin en ünlü savunucusu Antakya episkoposu Samsatlı (Adıyaman yakınlarında) Pavlus’tur. Kendisi kilisedeki karşıtları tarafından para sevgisi, gösterişe düşkünlüğü, kadınlarla kurduğu şüpheli ilişkilerle ve konuşmalarından sonra alkış duyma tutkusuyla suçlanmıştır. Bu suçlamaların ne kadar doğru ya da yanlış olduğu bilinmese de Samsatlı Pavlus öğretişlerinde daha çok İsa’nın insan tarafını ön plana çıkarmıştır. Ona göre Tanrı’da Logos ve Hikmet vardı. Ama Logos Tanrı’dan ayrı bir varlık değil, daha çok insandaki akıl ve mantık gibiydi. Bu hikmet peygamberlerde etkin olduysa da en üst seviyede İsa’da bulunmuştur. Samsatlıya göre İsa normal bir insandı ama, doğuştan itibaren günahsızdı. Kutsal Ruh İsa’daydı. İsa’nın Tanrı ile aynı istekte özdeşleşerek katlandığı acı ve eylemlerle Adem’in günahlarını yendiğini söylemiştir. Aynı zamanda İsa’nın bütün bunları yaparken Tanrı ile birlikteliği gelişmiştir.
Arka arkaya toplanan üç synodda, Samsatlı Pavlus’un yaşamı ve öğretileri değerlendirilmişti ve 268’de Antakya’da yapılan üçüncü toplantıda Pavlus’un öğretileri sapkın ilan edilmiştir. Kendisi de kiliseden atılıp görevinden alınmıştır. Ne var ki Pavlus 272’ye kadar episkoposluk görevine ısrarla devam etmiştir. O tarihlerde imparator olan Aurelian onu zorla bu görevinden uzaklaştırmıştır.
Tanrı’nın yapısını özellikle mantıkla kavramaya çalışan Dynamistik Monarkianizm hiçbir zaman geniş taraftar kitlelerine hitap eden bir görüş olamamıştır. Ama onun karşısında Modalistik Monarkianizm hem yaygın hem de popüler bir öğreti olmuştur.
Dynamistik Monarkianizm Tanrı’nın Üçlübirlik doğasını kabul etmemişe benzerken Modalistik Monarkianizm bu öğretiyi adeta savunmuştur. Ama bunun yanında her iki ekol de Tanrı’nın birliği öğretisini korumaya çalışmıştır. Modalistik Monarkianizm ise aynı zamanda İsa Mesih’in Tanrılığına da inanmıştır. Baba terimi sanki Tanrı’nın ta kendisi için söylendiği düşünülüğünden Söz’ü Tanrı’dan ayrı tutuyormuş gibi gösterdiği için bu terimi vurgulayan görüşlerden bile rahatsız olmuşlar ve bu tip görüşleri iki tanrılılık olarak nitelendirmişlerdir.
Modalistik Monarkianizm’i savunanların arasında ikinci yüzyılın sonunda aktif olan İzmirli Noetus bulunuyordu. Ayrıca Millard Erickson meşgul beden anlamına gelen ve adama belki de lakap olarak verilen Praxeas isminde bir kilise görevlisinin de üçüncü yüzyılın başlarında Modalizm savunucuları arasında bulunduğunu getirmiştir. Özellikle de Tertullian’ın bu kişiye karşı koymak için yazdığını da belirtmiştir.[5] Praxeas ve Noetus’a göre Baba, İsa Mesih olarak doğmuş ve böylece şekil ya da bir nevi kostüm değiştirerek Oğul olmuştur. Çarmıhta da Baba Oğul olarak acı çekip ölmüş ve Baba olarak da kendini diriltmiştir. Bu öğretişin teknik terimi tarihte Patripassianizm’dir ve yanlış öğreti olarak ret edilmiştir.
Aynı dönemlerde yaşayan Sabellius ise Modalistik Monarkianizm’i, hem yazılı hem de sözlü olarak daha akıllıca öğreten ve yayan başka bir kişidir. Sabellius bu öğretiyi geliştiren ve ayrıntılı olarak sunan bir kişi olduğu için bu öğreti tarihte Sabellianizm olarak da tanımlanmıştır.
Öğretinin özü kendini Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olarak tanımlayan tek bir tanrısal varlık inancıdır. Bu inanca göre kişi aynıdır ama, belli zamanlarda uygun olan şekli almıştır. Eski Anlaşma döneminde Baba, Yeni Anlaşma döneminde Oğul ve Pentikost’tan sonra da Kutsal Ruh olmuştur. Bir tiyatro oyununda tek bir kişinin kostüm değiştirerek üç değişik karakteri canlandırması gibidir. Buna göre Üçlübirliğin Modalistik çözümü üçlükteki tekliği kavrama zorluğuna bir kolaylık getirmiştir. Sabellius’un bu formülü ile üç kişi ile değil ama tek kişide farklı isim, görev veya eylem olduğunu söyleyerek Üçlübirlik sorununa çözüm getirdiklerini düşünmüşlerdir. Hatta bunu güneş örneğini kullanarak açıklamaya çalışmışlardır. Güneş ışığıyla parlaktır, ısısıyla sıcaktır ve şekliyle yuvarlaktır. Günümüzde de kilisede Üçlübirliği açıklamak için bu ve buna benzeyen yumurta, kaset gibi örnekler kullanılmaktadır. Ama Üçlübirliği anlayabilmek ve anlatabilmek Kutsal Kitap ayetleri dışında vereceğimiz bütün bu tip örnekler yanlış ve yetersizdir.
Kilise, gerçek doktrinini şekillendirirken, Modalizm’in zayıf noktalarını da ortaya çıkarmıştır. Kutsal Kitap’ta Üçlübirliğin üyelerinin aynı anda sahneye çıktığı örneklerde bulunmaktadır. İsa’nın vaftizi sırasında İsa vaftiz olmakta, Baba hoşnut olmakta ve Kutsal Ruh’ta aynı anda bir güvercin gibi İsa’nın omzuna konmaktadır.
Matta 3:16-17 İsa vaftiz olur olmaz sudan çıktı. O anda
gökler açıldı ve İsa, Tanrı'nın Ruhu'nun güvercin gibi inip üzerine konduğunu
gördü. 17 Göklerden gelen bir ses, "Sevgili Oğlum budur, O'ndan
hoşnudum" dedi.
İsa’nın görünümünün değiştiği dağdaki olaylar, İstefanos’un ölümü ya da İsa’nın Baba’sına dua ettiği ayetlerde bu örneklere eklenebilir. Ayrıca İsa’nın Kutsal Ruh’un gelişinden söz ettiği ayetler de Modalizm için ciddi sürçme taşları oluşturmuş ve bu öğretinin reddedilmesine neden olmuştur.
Modalizm Roma’da Zefyrinus (198-217) ve Kallistus (217-222) adındaki iki gözetmen döneminde kısmen de olsa kabul görmüştür. Kallistus Sabellius’u kiliseden attığı halde kendisi Baba ile Oğul’un ayrı olduğunu ve Ruh’un bakire Meryem’de beden almış ve Baba’dan farklı olmadığını duyurmuştur. Aynı zamanda Kallistus Baba’nın kendisinin acı çekmediğini ama, Oğul’un acı çekmesiyle acı çektiğine inanmıştır. Kallistus sanki Modalizm’in öğretilerini hafiften gözden geçirerek yeniden sunmuştur.
Adı geçen bu iki gözetmenle aynı dönemde Roma’da bulunan Hippolytus, bu iki gözetmenin savundukları görüşlere yazılı ve sözlü olarak var gücüyle karşı koymuştur. Hippolytus, özellikle Kallistus’u çok ağır bir dille eleştirmiştir. Yandaşları Hippolytus’u bir ara karşıt gözetmen olarak göreve bile getirmişlerdir. Bunun karışlığında da Kallistus, Hippolytus’u iki Tanrı’ya inanmakla suçlamıştır.
Kallistus, Modalist’ti ama, Montanistler’e karşıydı. Modalizm’in kökü Montanizm olmasına rağmen bir kişi Modalist olup Montanistler’e ya da tam tersi Montanist olup Modalistler’e karşı olabiliyordu.
Modalizm’e
karşı olan kilise babalarından biri de daha önce de belirttiğimiz gibi
Tertullian’dır. Hatta Tertullian, Praksiyas’a
Karşı isimli kitabını Modalizm’e karşı yazmıştır.
Tarihteki bu döneme başlangıcın sonu diyebiliriz. İsa Mesih’le yeni bir döneme girilmişti. Bu dönem de Hıristiyanlık dünyanın dört bir köşesine yayılmış, fakat bu süre içinde de Roma imparatorluğu içinde çeşitli dönem ve şiddetlerde zulümler yaşanmıştır. Ancak bu tarih artık Hıristiyanlar için yeni bir dönemin başlangıcıdır. Batıda yeni bir çağ olan orta çağa girilmek üzeredir. Doğuda ise imparatorluk kilisesi başlayacaktır.
İşte tam bu zamanda Konstantin sahneye çıkmıştır. Sezaryeli tarihçi Eusebius’a göre; Konstantin Mesih’in ismini ifade eden Chi Roi harflerini simgeleyen işareti askerlerin kalkanlarına koymasını ve bu sayede de savaşı kazanacağını gösteren bir rüya görmüştür. Konstantin 312’de Roma’da Milivan köprüsünde Maxentius’a karşı savaşırken bu işaretin sayesinde kazandığına inanmış ve bunun üzerine de Hıristiyan olmuştur. Konstantin, uzun ve zor bir zamandan sonra Roma imparatorluğunu tekrar birleştirmiş ve doğu ile batıyı, Ege ve Karadeniz’i kontrol edebilmek başkenti stratejik bir önem taşıyan Byzantium’a kurdurmuştur. Bu yeni şehirde Roma gibi yedi tepeye kurulduğu için Konstantin bu şehre ikinci Roma demiş ve Konstantinopolis adını vermiştir. Konstantinopolis, Konstantin’in şehri anlamına gelmektedir. Konstantin imparatorluğu sırasında paganizme karşı koymamış ama Hıristiyan inancını diğer inançlara karşı açıkça desteklemiş ve yasallaştırmıştır. 50 adet Kutsal Kitap kopyası yapmak ve büyük kilise binaları, katedraller inşa etmek için cömertçe para yardımları yapmıştır. Bu kiliselerden en ünlüsü de Highiasofia yani bugünkü adıyla Aya Sofya’dır. Ama şu an ayakta duran Aya Sofya Konstantin’in yaptırdığı Aya Sofya değil, 6.yüzyılda yaptırılan Aya Sofya’dır.
İmparatorluğun huzurunu bozan Arius kavgasına karşı bir şey yapılaması gerektiğini düşünen ve imparatorlukta birlik isteyen Konstantin 325’te Ankyra’da büyük bir konsey toplamak için harekete geçmiştir. Diriliş Bayramı’nda yapılacağı düşünülen konseyden önce kilise konularında danışmanı Cordova episkoposu Hosius’un eliyle İskenderiyeli İskender ve Arius’a birer mektup göndermiş ve ikisini tartıştıkları konuyu bir kenara bırakarak birbirlerini bağışlamaya çağırmıştır. Birleşme çağrısını ulaştırmak için İskenderiye’ye gelen Hosius ise orada İskender’le beraber Arius’a karşı taraf tutmaya başlamıştır. Daha sonra ikisi tarihçi Sezaryeli Eusebius’un da Arius ile Nikomediyalı Eusebius’un görüşlerine yalın olduğunu anlayınca hemen orada küçük çapta bir konsey düzenlemişlerdir. Antakya toplantısı sırasında kilse tarihçisi Sezaryeli Eusebius’u kiliseden uzaklaştırmışlardır. Olup bitenleri öğrenen Konstantin, yapılacak büyük konseyin daha başlamadan bu tür oyunlara geldiğini öğrenince hemen harekete geçmiş ve toplantıyı Ankyra’dan Nicaea yani bugünkü İznik’e almıştır ki böylece kendisi de toplantıya katılabilecek ve karışıklıkları engelleyebilecektir.
20 Mayıs 325’te İznik’te özellikle Greklerden oluşan 220 gözetmen bu konsey için bir araya gelmiştir.[6] Bazı başka kaynaklara göre de konseye 300’e yakın[7] ya da 300 küsur[8] kilise gözetmeni katılmıştır. Roma episkoposu ise katılamamış yerine temsilen iki kilise ihtiyarını göndermiştir. Konstantin bu toplantıya o kadar çok önem veriyordu ki toplantıya katılacak olan önderlerin bütün masrafları devlet hazinesinden sağlanmıştır. Toplantı sırasında Konstantin sadece bir Kutsal Kitap öğrencisi olduğu halde toplantıyı bizzat kendisi yönetmekte ısrar etmiştir. Konstantin bir filozof ya da bir teoloji uzmanı değil, başarılı bir asker ve önderdi. Tarafları uzlaştırmak için yazdığı mektubunda önemsiz ve layık olmayan bu kadar önem verilmemsi gerektiğini yazmıştı. Bu konuda Konstantin’le aynı fikirde olan başkaları da vardı ve bu kişiler de Mesih’in insanlara diyalektik, sanat ya da boş kelime cambazlığını öğretmediğini, bunun yerine kendini iman ve iyi işlerde gösteren düşünce birliğine teşvik ettiğini hatırlatmışlardır.
Tarafsız olmaya çalışan Konstantin, açılış konuşmasından sonra taraflara görüşlerini ifade etmek için fırsat verdiğinde henüz katılanların çoğu herhangi bir tarafı tercih etmemişlerdi. Arius, küçük ama sesli bir grup tarafından destekleniyordu. Bu küçük ama sesli grubun içindeki en ünlü destekçi Arius’un daha önce yanına sığındığı İzmit episkoposu Eusebius’tur.
Diğer tarafta da İskender’in küçük grubu vardı. Bu grubun içindeki en ateşli savunucu ise o günlerde henüz o kadar ünlü olmamış olan -hatta o günlerde episkopos bile değildi- diyakon Athanasius’tu. Sonraki yıllarda İskenderiye episkoposu olan Athanasius kilise tarihinde en dikkat çeken karakterlerden biri olmuştur.
Arianistler görüşlerini ifade ettikten sonra şiddetli bir karşı çıkmayla karşılaşmışlardır. Orta bir yol bulmaya çalışan Sezaryeli Eusebius Sezariye’de vaftizden önce kullandıkları bir bildirgeyi önermiş ve imparator da dahil olmak üzere çoğunluğun onayını almıştır. Bu bildirgenin büyük bir kısmı daha sonraki yıllarda İznik İnanç Bildirgesi olarak da ün kazanmıştır. Sezariye İnanç bildirgesi şöyleydi:
Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen
bütün şeylerin Yaratanı olan tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz.
Bir tek Rab İsa
Mesih’e de inanıyoruz; Tanrı’nın Sözü, Tanrı’dan Tanrı, Nur’dan Nur, Hayat’tan
Hayat, biricik Oğul, bütün yaratılan şeylerin İlk Doğanı, bütün devirlerden
önce Baba Tanrı’dan doğan, Kendi aracılığıyla her şey yapılmış, kurtuluşumuz
için insan bedeni alıp insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş, üçüncü günde
ölümden dirilmiş, Baba’nın yanına yükselmiş ve dirilerle ölüleri yargılamak
için tekrar gelecek olan O’dur. Ayrıca bir tek Kutsal Ruh’a inanıyoruz.
Konseyde bu inanç bildirgesi iyi ama, fazla geniş ve dolayısıyla net olmadığı için bazı değişikliklerin yapılması uygun görülmüştür. Konstantin’in onayı ve belki de önerisi üzerine Mesih’e uygulanan ve özde aynı anlamına gelen homoousion terimi de eklenmiştir. Yapılan değişikliklerden sonra Sezariye İnanç Bildirgesi şu hale gelmiştir:
Her şeye gücü yeten, görülen ve görülmeyen
bütün şeylerin Yaratanı olan bir tek Baba Tanrı’ya inanıyoruz.
Bir tek Rab İsa
Mesih’e de inanıyoruz; Tanrı’nın Oğlu,
Baba’dan doğan, biricik Oğul, Baba’nın öz varlığından oluşan, Tanrı’dan
Tanrı, Nur’dan Nur, gerçek Tanrı’dan
gerçek Tanrı, yaratılmış değil, doğrulmuş, Baba’nın aynı öz varlığına sahip
olan, Kendi aracılığıyla gökteki ve
yerdeki her şey yapılmış, biz
insanlar için ve kurtuluşumuz için gökten
inmiş, insan bedeni alıp insanlar arasında yaşamış, sıkıntı çekmiş, üçüncü
günde ölümden dirilmiş, göğe yükselmiş
ve dirilerle ölüleri yargılamak için tekrar gelecek olan O’dur ve Kutsal Ruh’a da inanıyoruz.
Elçilerin İnanç Bildirgesi’nin oluşumunda olduğu gibi İznik konseyinde de bir araya getirilen metin zor, yavaş ve tartışmalı bir şekilde yazılmıştır. Hıristiyanlar yavaş yavaş kurtarıcının Yüce Tanrı’nın ta kendisi olması ama, buna rağmen aynı zamanda bu kurtarıcının insan olması gerektiğini kavramaya başlamışlardır. Mesih inancının özünde bu inancı tümden farklı kılan akıl almaz bir gerçek yatmaktadır. Bu da Mesih İsa’nın insan oluş gerçek Tanrı’dan gelen gerçek Tanrı olduğudur. Öyle ki insan kişiliğini kaybetmeden yeniden doğmuş olarak Tanrı’nın çocuğu olabilsin.
Kullanılan sözcükler her zaman bir şekilde yanlış anlaşılmalara yol açmıştır. Hele de soyut kavramları açıklamak için kullanılan kelimelerin başka dillere çevrilmesi gerektiğinde bu durumu daha da zorlaştırmıştır. Bu yüzden mümkün olduğu kadarıyla somut kelimelerle tanımlamalar yapılmaya çalışılmış ve konseyin tutumunu daha da netleştirmek için daha sonra şu ifadeler İnanç Bildirgesine eklenmiştir.
Buna karşılık Rab İsa’nın mevcut olmadığı
bir devre vardı, O doğrulmadan önce yoktu, hiç yoktan meydana geldi, Tanrı’dan
başka bir maddeden veya özden yaratıldı, değişebilir veya başka bir hale
gelebilir diye ileri sürenlere gelince, kutsal, evrensel ve havarilerin yolunda
olan Mesih İnanlıları topluluğu onları lanetlemektedir.[9]
Konstantin bu kadar çok kilise önderini bir arada bulmuşken kilisenin başka birçok konudaki karışıklıklarını dile getirmek istemişti ve bunlardan bazıları da Paskalya’nın ne zaman kutlanacağı ya da katı inanç kurallarından çıkan Mısır’daki Melitan ayrılığı gibi konulardı.
Bu sorunlarla ilgili olarak birçok kararlar alınmıştır. Bir episkoposun atanması için en azından üç gözetmenin orada olup ona el koyması kuralı bu konseyde alınmış kararlardan bir tanesidir. Aynı zamanda kiliseden atılanlara karşı nasıl davranılması gerektiği konusu için de görüş birliği aranmış ve ruhban sınıfının ahlak seviyelerini yükseltmek için de birçok kural konmuştur. Ruhban sınıfından olan bir kişinin evine yakın akrabadan başka bir kadının girmesi yasağı da yine bu konseyden çıkan kararlardan biridir.
Bildirgenin altına 218 gözetmen imzasını atmıştı. Konseyin almış olduğu bu kararları güçlendirmek için Konstantin itaatsizlik durumunda idam cezası uygulatacağını ilan etmiştir. Ayrıca Arius’un yazmış olduğu bütün kitapların yakılmasını ve onun da, destekçilerinin de görevlerinden uzaklaştırılmalarını buyurmuştur.
Dördüncü yüzyıl değişim ve hareketlilik dönemiydi. Aynı zamanda dördüncü yüzyıl da kilise devleti dönemi de başlamıştır. Bu çağda artık dünyada ve toplumda gücü olan ve tanınan yerleşik bir kilise vardı. Bunun sağladığı rahatlıkla kilise dördüncü yüzyıl da İsa’nın Tanrılığı ve Üçlübirlik gibi birçok doktrinlerle uğraşmıştır. Bu yüzden de dördüncü yüzyıl sanki sürekli teoloji tartışılan bir dönem olmuştur.
Ama bizler dördüncü yüzyılı bugüne göre değerlendirmemeliyiz. Çünkü bugünün doğruları ile geçmişin yanlışlarını kıyaslamak doğru değildir. Dördüncü yüzyılı zamanın şartlarına ve doğrularına göre değerlendirmek gerekmektedir.
İznik Konseyi’nden herkes çok şey beklemiş ama, ne yazık ki umulan huzur ve birliğe kavuşulamamıştır. Aslında gelecek 50 yıl boyunca özellikle doğuda tartışmalar ve üzüntü verici olaylar azalmayacak gittikçe artacaktır. Hatta hiçbir konsey amacını gerçekleştirememiştir. Küçük çapta yapılan konseyler o an için birlik sağlamak ya da o an ki sorunları çözmek için yararlı olmuştur ama, bunlar bile çoğu zaman eski ayrılıkları ya pekiştirmiş ya da yeni ayrılıklara neden olmuştur. Bir yandan da tabi ki doktrinler oluşturmak ve özellikle de zor konularda netlik sağlamak için yarar sağlamışlardır.
Arius ve onun görüşleri konseyde ret edildiği ve kendisi sürgüne gönderildiği halde sonraki dönemde sözlü tartışmalar devam etmiştir. Arius yanlıları İznik formülüne sadık kalmak isteyenleri Modalizm’i savunmakla suçlamışlardır. İznik İnanç bildirgesi taraftarları ise Ariusçuları Mesih’i ikinci ve alt kademeli bir tanrı yapmakla yargıladılar.
Ariusçular, Mesih’i Monoteist bir sisteme yerleştirmeye çalışıyorlardı. Ariusçular’ın karşısında olan en önemli isim Athanasius’tur. Athanasius’a göre konunun en önemli noktası insanın kurtuluşuydu ve bu da ancak günahın getirdiği ölümlülükten çıkarılıp Tanrısal doğaya ortak olmakla gerçekleşebilirdi. Bunun için de sadece gerçek Tanrı- gerçek insan ile birleşmek gerekiyordu. Athanasius, biz Tanrı olalım diye Mesih insan olmuştur demiştir. Sağlam karakteri ve içten imanı ile derin bir anlayışa sahip olan Athanasius’un katkılarıyla İznik Konseyi’ndeki inanç bildirgesi zafer kazanmıştır.
Henry Chadwick, Erken Kilise isimli kitabında İznik sonrası olayları üç perdeli bir oyuna benzetmektedir. Ona göre, 22 Mayıs 337’de Konstantin’in ölümüyle birinci perde sona ermiştir. İmparatorluğun oğullarının yönetimindeki dönemi ise ikinci perdeyi ve putperest Jullian’ın tahta çıkışıyla başlayıp Teodosius’un 381’de İstanbul’da düzenlediği ikinci ekümenik konseyi içeren zaman dilimi de üçüncü perdeyi oluşturmaktadır. İmparatorların tutumu kiliselerde hangi tarafın kazanacağını çok etkilemiştir.
İmparator yaşarken İnik Konseyi’nden çıkan kararlar hiçbir soruşturma yapılmadan yerlerini koruyorlardı. Buna rağmen Arius’un arkadaşları kaybettikleri pozisyonları adım adım tekrar kazanmaya başlamışlardı. Bu özellikle İzmitli Eusebius sayesinde olmuştur. Eusebius İznik İnanç Bildirgesini imzaladığı halde Arius’la arkadaşlığını hala sürdürmüş ve onunla Rabbin Sofrası’nı paylaşmaya devam etmiştir. Bu sırada Arius’un kilise disiplini yeniden gözden geçiriliyor ama, bir netlik kazanamıyordu. Konstantin, Eusebius’u da hemen görevinden aldırmış ve sürgüne göndermiştir. Ancak Eusebius kısa zamanda imparatorun gönlünü tekrar kazanınca 328’de yeniden görevine devam edebilmiştir. Arius’un arkadaşları onun tekrar kilise birliğine alınması için Konstantin’e sürekli baskı yapıyorlardı. Arius da bazı özel ilaveler yaparak İznik belgesini imzalayarak imparatora göndermiş ve ölümünden kısa bir süre önce kilise topluluğuna tekrar kabul edilmiştir.
İznik episkoposu Eusebius ise, kendisinin İznik sonrasında hala koltuğunda kalabilmesine karşı seslerini yükselten üç kişinin ayaklarını kaydırmaya çalışmıştır. O üç kişiden ilk ayağı kayan Monarkianist görüşlü ve kuvvetli bir şekilde Arius karşıtı olan Antakya gözetmeni Eustake’dir. Eustake, aynı zamanda Origen’in teolojisini de şiddetle eleştiren biri olarak ün yapmıştır. Eustake, bütün bu olaylar olurken de kutsal topraklara hacca gitmiş olan Konstantin’in annesi Helena’yı saygısızca eleştirmiştir. 330’da Eustake Antakya’da yapılan bir kurul toplantısında görevinden alınarak Konstantin tarafından sürgüne gönderilmiş ve bir daha da sürgünden dönememiştir.
Eusebius, ikinci olarak baş karşıtı olarak gördüğü Athanasius’a saldırmıştır. Sevmediği bu adamı görevinden aldırabilmek için arkadaşlarıyla birlikte çeşitli yol ve senaryolar deneyen Eusebius, 335’te Sur’da yapılan bir sinodda beklediği fırsatı nihayetinde bulmuştur. Konstantin bu tartışmayı aslında hala kilise içinde devam eden tartışma ve ayrılıklardan dolayı düzenlemişti. İznik’te kiliseyi genel olarak birleşmesine yardımcı olmuş olan Mısırlı Melitanlar (Kıptiler) kendilerine daha yakın bir yerde görevde olan Athanasius’u görüşleri ile hala kızdırmaya devam etmişlerdi. Eusebius onların bu durumlarını kullanmak için Melitanlar’ı kendi taraflarına çekmiş ve Sur’daki toplantıda Athanasius’a karşı onlarla beraber olmuştur. Bu toplantıda Arius yanlıları çok fazla olduğu için Athanasius’u görevden aldırmak için toplantıdakileri ikna etmişlerdir. Bu kararın üzerine Athanasius kısa bir süre için Almanya’ya sürgün edilince Eusebius rahatlamıştır. Ama bu rahatlık çok uzun sürmemiştir.
Eusebius’un ayağını kaydırmaya çalıştığı üçüncü kişi ise Markellus’tur. Markellus, Tanrı’nın üç ayrı kişiliği olduğunu savunmuş ve Origen yanlısı teolojik akımlara karşı bir sürü yazılar yazmıştır. Markellus için Tanrı’nın birliği çokluğundan çok daha önemliydi. Markellus’a göre Tanrı sadece yaratılış ve kurtuluş işlerinden dolayı üçtü. Bu görüşlerini destekleyecek ayetleri de Pavlus’un mektuplarında bulmuştur.
1.Korintliler
15:28 Her şey Oğul'a bağımlı
kılınınca, Oğul da her şeyi kendisine bağımlı kılan Tanrı'ya bağımlı olacaktır.
Öyle ki, Tanrı her şeyde her şey olsun.
İşte bu sözler Markellus’un teorisi için bir kanıt olmuştur.
Markellus siyasi yönden çok önemli bir kişi olmadığı için 335’e kadar Eusebius’un dikkatini pek çekmemiş ama, tartışmalı Sur konseyinden sonra durum değişmiştir. Konstantin, Yeruşalim’de inşa ettirdiği Kutsal Mezar Kilisesi’nin açılışı için doğunun bütün gözetmenlerini açılışa davet etmiştir. Bu açılışta aynı zamanda Konstantin’in imparator oluşunun 30.yıldönümü kutlanacaktı. Kutlamalar İznik Konseyi’nde ayrılılara yol açan Ariusçular ile yapılacak bir barışma ve bağışlama töreni ile de doruğa ulaşacaktı. Markellus ise bu toplantıya katılarak vicdanını kirletmeyeceğini söyleyerek daveti kabul etmemiştir. Eusebius onu hemen imparatora saygısızlık etmek ve yanlış öğretileri savunmakla suçlamaya başlamıştır. Tabi ki bu suçlama ve şikayetlerin üzerine Markellus da sürgüne gitmekten kurtulamamıştır.
Konstantin ölümünden çok kısa bir süre önce 337’de Pentikost gününde Eusebius tarafından vaftiz edilmiştir. Ölmeden önce vaftiz olma geleneği o zamanlar çok yaygındı. Nitekim vaftiz töreninde bütün günahların yıkandığına ve vaftizden sonra işlenen ciddi günahların da bir daha bağışlanmayacağına inanıyorlardı.
Babalarını takip eden üç oğul II.Konstantin, Konstans ve Konstantius imparatorluğun yönetimini aralarında paylaştılar. Onlar sürgüne giden gözetmenlerin dönmelerine de izin verdikleri için Athanasius yeniden İskenderiye’ye dönebilmiştir. Bu üç oğuldan biri Ariusçu, biri İznikçi biri ise ortadaydı. Ariusçu olan ve ortodoks olan orta görüşe sahip olan kardeşe savaş açtılar ve 340’ta orta görüşe sahip olan II.Konstantin ölünce hayatta kalan diğer iki kardeş onun bölgesini aralarında paylaştılar. Konstans batıda, Konstantius ise doğuda egemenlik sürüyordu. 353’te de İznikçi görüşe sahip Konstans da ölünce imparatorluk Ariusçu olan Konstantius’un eline geçmiştir. Bu da İznikçi birçok gözetmenin başının kesilmesine neden olmuştur.
Bu gelişmelerin üzerine İznik’te alınan kararlara batıda sadık kalınırken doğudaki gözetmenlerin çoğu sanki bu kararlara karşıymış gibi görünmeye başlamışlardır. İznik karşıtı görüşler 339’da Eusebius İstanbul episkoposu seçilince daha da güçlenmiştir. Antakya’da düzenlenen bir gözetmenler kurulunda ağırlığını koyan Eusebius yine Athanasius ve Markellus’un sürülmelerini sağlamayı başarmıştır. Bunun üzerine ikisi de Roma episkoposu Julius’un yanına sığınmışlardır. Ancak bu davranış yanan ateşe benzin dökme gibi olmuştur. Kilise disiplinine göre kiliseden sürülmüş birilerini kabul edip onlarla Rabbin Sofrası’nı paylaşmak ciddi bir sorundu. Eusebius mektuplarla olup biteni Julius’a anlatmış ve bir konsey toplamasını istemiştir. 340 yılında çoğu gözetmenin katılmadığı bu toplantıda Athanasius ve Markellus aklanmışlardır.
Bundan kısa bir süre sonra 6 Ocak 341’de, 79 Grek gözetmeni imparator Konstantius’la beraber Antakya’da toplanmışlar ve doğu ile batı arasındaki giderek gelişen bu ayrılığı değerlendirmişlerdir. Greklere göre Markellus Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un ayrı kişiliklerini yadsıyan Modalist görüşlü bir sapkındı. 341’de yapılan bu konseyde Mesih’in krallığının sonu hiç gelmeyecek ifadesi kullanılmıştır.
Doğu kilisesinin işleri İstanbul episkoposu olmuş Eusebius tarafından yönetildikçe Roma doğuya Arius görüşlü gözüyle bakmaya devam etti. Eusebius 342’de ölünce Latin ve Grek dünyasının ayrılığını kapatmak için bir yıl sonra Serdika yani Sofya’da bir konsey daha toplanmıştır. Ancak Ariusçu Grek gözetmenleri, Markellus ve Athanasius’un katılımını protesto etmek için toplantıya katılmamışlardır. Bu toplantıyı Cordovalı Hosius yönetmiş ve Markellus ve Athanasius’la beraber Eusebius tarafından sürgüne gönderilen başka kilise önderleri için de tekrar görevlerine dönme izni almıştır. Ama Serdika toplantısının sonunda Modalizm’i andıran bir manifesto yayımlanmış ve bu da Athanasius’u tekrar göreve dönebilme kararına rağmen çok üzmüştür. Ayrıca bu toplantıda Tuna bölgesinden gelip Greklere katılan iki gözetmen de görevlerinden uzaklaştırıldıkları için devam eden kavga daha da kızışmıştır.
Serdika toplantısının sonundaki bu kilitlenmeden sonra imparatorun uyguladığı ağır baskılar ve verilen birkaç acı verici kurban sayesinde yeniden bir uzlaşma sağlanabilmiştir. Bunun üzerine Athanasius 346’da İskenderiye’deki görevine dönebilmiştir. Fakat bu ancak 10 yıl sürecek ve 10 yılın sonunda Athanasius tekrar sürgüne gidecektir.
353’te Konstantius, diğer kardeşinin de ölümüyle tek başına tüm imparatorluğun yönetmeni olmuştur. Konstantius, Arius taraftarıydı ve bu görüşlerin karşısındaki en ateşli savunucu olan Athanasius’un da karşısındaydı. Konstantius, Athanasius’un batıdaki konumunu da zayıflatmak için orada art arda iki toplantı düzenlemiştir. Bu toplantılardan biri 353’te Gaul’un Arles kentinde, diğeri de 355’te Milan’da gerçekleşmiştir. Özellikle ikincisi oldukça gürültülü ve hatta kargaşalı geçmiş olduğu kayıtlara yazılmıştır. Aslında bu dönemde batıdaki gözetmenler kavganın dışındaydı, hatta kavganın sebebini bile tam olarak anlamış değillerdi. Ama buna rağmen batıdaki önderler doğudaki meslektaşlarıyla işbirliği yapma isteği ağrı basınca Athanasius 356’da üçüncü defa tekrar sürgüne gönderilmiştir. Bu toplantıda imparatorla birlik oluşturma isteğine boyun eğmeyi reddeden birkaç gözetmenle beraber Roma episkoposu Liberius ve Cordovalı Hosius da sürgüne gönderilmiştir.
357’de imparator’un yaşadığı Sirmium’da başka bir toplantı daha düzenlenmiş ve bu toplantıda Arius taraftarı gözetmenlerin önerdiği bir karar alınmıştır. Bu karara göre ousia yani öz, homoousia ve homoiousia kavramalarının kullanımı yasaklanmıştır. Bu kararı verirken Ariusçular’ın gerekçesi de bu kavramların hiçbirinin Kutsal Kitap’ta geçmiyor olmasıydı ve bu sorunu çözmek için de İznik konseyinde kabul edilen bildirge bu toplantıda lanetlenmiştir. Kendi isteğine karşı Hosius da bu toplantıya katılmaya zorlanmış ve yeni bildirge işkence edildikten sonra zorla imzalatılmıştır.
Böylece zorlada olsa dıştan kilisenin birliği sağlanmıştır. Ama acı olan artık Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’u tanımlarken homois yani benzer kelimesi kullanılacaktır.
Ariusçular’la çıkan başka bir sorun da kilise - devlet ilişkisi hakkındaydı. Ariusçular, kilise ve devlet işlerinin birlikte yürümesi ve kilisenin de imparatora bağlı olması gerektiğini savunuyorlardı. İznikçiler ise, kilisenin özerk olması gerektiği görüşündeydiler.
İmparator Konstantius’un zorla sağladığı barış aslında hayaldi ve Arius taraftarlarının zaferi de kalıcı olmayacaktı. 361’de Ariusçu imparator Konstantius ölünce yerine yeğeni Julian tahta geçmiştir. Konstans hayattayken onun bütün akrabalarını öldürdüğü için Julian putperestliği seçmiş ve Hıristiyanlığı birleştirmek yerine imparatorlukta paganizmi yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Julian çocukken olduğu vaftizi sildirmek için de kocaman bir varilin içine girip üzerinde bir hayvan kestirmiş ve kanını kendi üzerine döktürmüştür. Böylelikle de çocukken yaptırdıkları vaftizden kurtulduğunu söylemiştir.
Tabi ki putperestliğin tekrar gündeme gelmesi kötüydü ama, bu sayede Athanasius çöldeki sürgünden İskenderiye’ye geri dönebilmiştir. Ama yine Athanasius’un sevinci uzun sürmemiş ve İskenderiye’de bir sürü putperest kişiyi Mesih’e kazandığı için Julian onu tekrar sürgüne göndermiştir. Bu sürgün onun dördüncü sürgünüydü. Athanasius 363’te Julian ölüp Jovian imparator olduğunda tekrar memleketine dönebilmiştir. Jovian’dan sonra ise I.Valentian imparator olmuş fakat, o egemenliğinin iktidarını kısa bir süre sonra kardeşi Valens ile paylaşmıştır. Arius yanlısı Valens imparatorluğun doğusunu yönetirken İznikçi olan Athanasius’a beşinci defa sürgüne göndermiştir.
Dördüncü yüzyılın altmışlı ve yetmişli yıllarında doğudaki kiliselerde Üçlübirlik ve Mesih’in kişiliği ile ilgili üç yeni tartışma yer almıştır:
Birincisi; Baba ile Oğul’un aynı öze sahip oldukları savunulmuş ama, Kutsal Ruh Tanrılığın bir üyesi olarak görülmemiştir. Önderlerinin isminden dolayı Makedonyalılar diye bilinen gruba göre, Kutsal Ruh yaratılmış bir melek veya ruhlar dünyasının en üst noktasıydı. Bunu savunmak için de iki üç ayetle beraber İznik İnanç Bildirgesini kullanıyorlardı.
İkinci tartışma teknik terimlerle ilgiliydi. Tanrı bir hypostasis yani kendi başına varlığını sürdüren bir varlık mı, yoksa üç hypostasis miydi? Ankaralı Basil bu görüşlerin ikincisine karar verirken üç hypostasis terimini tek bir öz kelimesiyle bağlantılı olarak kullanılması gerektiğini savunmuştur.
Üçüncü tartışma ise Mesih’in kişiliği ile ilgiliydi. Suriye’deki Laodikya’da Athanasius’un Apollinaris adında eski bir arkadaşı vardı. Arius karşıtı olan bu teolog, Mesih’in insan doğasının bir noktada herkesten apayrı olduğu görüşündeydi. İsa Mesih doğal insan aklı yerine Tanrısal Logos’a sahipti. Çünkü sadece bu şekilde olunca Mesih’in çift kişiliğe sahip olmadığı anlaşılabiliyordu.
O yıllarda ipleri ellerinde tutan Ariusçular da kendi aralarında bölünmüşlerdi. Bazıları çok aşırı bir görüşe sahiptiler. Aşırı olan bu grup Oğul’un Baba gibi yani homois olduğunu bile söylemiyorlar, tam tersi anamois yani Oğul’un Baba gibi olmadığını söylüyorlar ve hatta günah işleyebilecek durumda olduğunu bile savundular.
Daha ortada olan bir grup daha vardı ki bu grup homois kelimesini kullanmışlardır ve bu yüzden de tarihte Homoisiler diye bilinmektedirler.
Diğer grup ise
İznikçilere daha yakın olan ve orada kullanılan kelimelere sadık kalmak
isteyenlerdi ki bunlara da Yarı Ariusçular denmiştir. Athanasius’un 362’de
İskenderiye’de düzenlediği toplantıda benzer
özde görüşünde olan Melitanlar kazanılmaya
çalışılmıştır. Bu konseyde Ankaralı Basil’in tek ousia ama üç hypostasis görüşü kabul edilmiştir.
Bir sorunda bu kelimelerin Latince çevirisiydi. Ousia kelimesi Latince’de substantia yani cevher, hypostasis ise persone yani kişi anlamına gelecekti.
Bu konseyde aynı zamanda Kutsal Ruh’un yaratılmadığı ama, Baba ve Oğul ile ayrılmaz olduğu konusunda da fikir birliğine varılmıştır.
Athanasius, İznik Konseyi sırasında İskenderiye gözetmeni İskender’in diyakonu ve çok genç olmasına rağmen ortodoks görüşleri ile anahtar bir kişiydi. Hatta bu zamandan önce bile yazdığı kitapları vardır. Ama onun hayatı Teodosius’un imparatorluğuna kadar çok zor geçmiştir.
Athanasius ne Latin ne de Grek’ti. Hem kara hem de kısa bir adamdı. Zaten Athanasius’un kelime anlamı kara cücedir. Asil bir sülaleden de gelmiyordu. Mısırlı olduğu sanılmaktadır. Jerome’nin yazılarına göre Athanasius ilk zamanlarında çölde Aziz Antony’e hizmet etmiş ve ondan öğrenmiştir. Zaten sonraki dönemlerinde de ne zaman başı derde girse çöle kaçmış ve orada manastır rahipleri tarafından korunmuştur. Athanasius, çöle gittiğinde onu ne Ariusçular ne de imparatorun askerleri bulabiliyordu.
Bütün bu sürgünlere ve zor hayata rağmen Athanasius birçok kitap yazmıştır. Özellikle Kiliseden Olmayan Dünyaya Karşı ve Sözün Beden Alması Üzerine adındaki iki kitabı en ünlü eserlerindendir. O özellikle İsa Mesih’in kişiliği ve işleri üzerinde durmuştur. Onun teolojisinin temeli Tanrı’nın varlığının insanlar arasında bulunmasıydı. Başka bir deyişle, Logos Mesih’in bedeninde dünyaya gelip insanlar arasında yaşamıştır.
İznik Konseyi’nden sonra İskender çok az yaşadı ve onun ölümüyle boşalan İskenderiye gözetmenliğine 328’de Athanasius seçilmiştir. Bu yıllar Arius’un tekrar İzmitli Eusebius sayesinde özgür olduğu yıllardı. Aslında Athanasius böyle kendini sürekli ortaya atan ve kavga eden biri değildi. O çölde manastırda sakin bir hayat yaşamak istiyordu. Ama Musa gibi Tanrı’ya sadık olabilmek için Athanasius hayatının sonraki dönemlerinde ön saflarda savunma yapak zorunda kalmıştır. Athanasius, Ariusçular için en tehlikeli düşmandı. Bu yüzden de Eusebius başta olmak üzere Ariusçular dedikodular ve yalan suçlamalarla Athanasius’a hayatı zehir etmişlerdir. Athanasius’un bir adamı öldürdüğü ya da Mısır’dan Roma’ya buğday gelmesini engellediği gibi birçok aslı olmayan dedikodular sonucunda Athanasius beş kere sürgüne gönderilmiştir. Athanasius bütün bu yaşadıklarına ve hatta bazı zamanlarda Arianizm kazanıyor gibi görünmelerine rağmen hiç pes etmemiş, hayatının sonuna kadar savaşmaya ve savunmaya devam etmiştir.
Tanrı’da Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un tek bir özde üç kişilik olduğu formülünün geçerlilik kazanmasında özellikle tarihte Üç Büyük Kapadokyalı olarak bilinen Nazianuslu Gregor, Kayserili Basil ve Nysalı Gregor’un da büyük payı vardır. Onların çabaları sayesinde İznik İnanç Bildirgesi o kadar iyi yorumlandı ki Ariusçu olarak bilinen doğu episkoposlarının çoğu bile bu formülü desteklediler.
Nazianuslu Gregor’un Niğde’nin merkez ilçesi Çiftlik bucağına yakın Bekarlar köyünden -eski adı Nenezi- olduğu düşünülmektedir. Gregor’un babasının adı da Gregor’du ve Kayseri episkoposuydu. Nazianuslu Gregor Hıristiyanlıkla ilgili ilk eğitimini Büyük Basil’le karşılaştığı Kayseri’de almış ve daha sonra da Atina ve İskenderiye’de devam etmiştir. Grek felsefeyle de yakından ilgilenen Gregor 358’de tekrar memleketine dönüp öğretmenlik yapmaya başlamıştır. Daha sonra ise sırf babasını kıramadığı için 362’de rahip olmuştur. Ama Gregor’un özellikle ilgilendiği manastır hareketiydi. O yıllarda özellikle genç kuşağa hitabeden manastır hareketi henüz çok yeniydi. Gregor da 374’te Silifke’de bir manastıra girmiş fakat, Ariusçu tehdidi yüzünden İstanbul’a çağırılmış ve orada yetenekli bir vaiz olarak ün yapmaya başlamıştır. Gregor istemeyerek de olsa İstanbul’da ihtiyar olarak atandığı zaman kilisede verdiği ilk vaazında Bunu ben yapmak istemedim, ama en sonunda yenildim demiştir. Gregor aynı zamanda İstanbul’a vardığında orada Arianist olmayan bir kilse bulamadığını da söylemiştir. Ama Gregor’un vaazları sayesinde bu kiliseler toparlanmaya başlamıştır.
Teodosius, 381’de İstanbul’da yapılan İkinci Ekümenik Konsey’de çok önemli bir rol üstlenen Nazianuslu Gregor’un kendi hizmetinde çalışmasını istemiş ve bu konuda onunla konuşmak için onu Aya Sofya’ya davet etmiştir. Onlar içeri girdiklerinde bulutların arasından gelen bir ışık huzmesi Aya Sofya’nın ortasındaki Gregor’un yüzünü aydınlatması üzerine imparator ve etraftaki kalabalık bunun bir işaret olduğunu düşünmüşlerdir. Zaten o günlerde İstanbul’da bir gözetmen de yoktu. Bunun üzerine Gregor Altın Ağızlı Yuhanna gözetmen olana kadar İstanbul gözetmeni olmuştur. Ancak kendisine yöneltilen eleştirilerden dolayı huzursuz olup 389’da tekrar memleketine dönmüştür.
Konuşma kabiliyeti çok yüksek olduğundan mükemmel bir inanç savunmacısıydı. Gregor’un retorik gücünün yanı sıra kuvvetli bir kalemli de vardı. Aynı zamanda Nazianuslu Gregor birçok ilahi de yazmıştır ve bu ilahiler bugün hala Ortodoks Kilise de okunmaktadır.
Büyük Basil olarak da bilinen Kayserili Basil Hıristiyan bir ailenin en büyük oğluydu. Büyükbabaları Kayseri bişobuydu ve onun adı da Basildi. Babaları ise avukattı. Nysalı Gregor da Büyük Basil’in kardeşidir. Ablaları Markina ise doğudaki kadın manastırlarının başlatıcılarından olarak bilinmektedir. Markina, kutsal yaşamı ve ağabeylerine olan yardımlarından dolayı erken kilise tarihinde kilise anası diyebileceğimiz bir kişidir ve büyük saygıyla anımsanmaktadır. Basil o dönemde henüz prens olan Julian ve Nazianuslu Gregor’un da yakın arkadaşıydı. Daha sonra Julian imparator olduktan sonra da arkadaşlıkları devam etmiştir.
Basil eğitime ve dış görünüşe önem veren bir kişiydi. Önceleri tam adanmış bir Hıristiyan değildi. Öğretmenlik yapıyordu. Bu dönemde önce babası sonra da bir kardeşi ölen Basil bu olanlardan çok etkilenmiş ve öğretmenliği bırakarak Makrina’dan kendisine yardım etmesini istemiştir. Basil bu zamana kadar tam adanmış bir Hıristiyan değildi. Ama bu yaşadıklarından ve Makrina’dan öğrendiklerinden sonra hayatını tam olarak Mesih’e adamış ve manastır hayatını öğrenmek için Mısır’a gitmiştir.
İlk eğitimine Kayseri’de başlayan Basil daha sonra İstanbul ve Atina’da devam etmiştir. 356’da Kapadokya’ya dönen Basil bir retorik ustası olarak ve aynı zamanda bu sanatı başkalarına öğretmekteki başarısı ile ün yapmıştır. O da manastır hayatına büyük ilgi duyduğu için zaman zaman Suriye ve Mısır’daki manastırları ziyaret etmiştir. Daha sonra da Karadeniz bölgesindeki bir manastıra giren Basil, keşişlerin birlikte geçirdikleri yaşam için bir sürü kural ve yönetim ilkeleri belirlemiştir. Nitekim bu kuralların doğunun manastırlarında hala devam ettiği söylenmektedir. Basil, doğu manastır sisteminin kurucusudur.
Arianizm’e karşı koymak için Kayseri gözetmeni Eusebius tarafından çağrılan Basil 364’te manastır hayatını bırakmıştır. Eusebius 370’te ölünce onun yerine bu çok önemli göreve Basil geçmiştir. Aslında Basil gözetmenlik yapmak istemiyordu. Onun asıl istediği şey manastır hayatıydı. Ama o dönemdeki sapkın öğretişlere karşı savaşmak için bu isteğini bir kenara koymuştur.
Basil bu görevdeyken büyük bir cesaretle o dönemin Ariusçu imparatoru Valensius’a karşı koymuştur. Basil gözetmen seçildikten sonra imparator görevlileri onu hem teşvik hem de tehdit etmek için ziyarete gelmişlerdir. Ama Basil kolay sinecek ve pes edecek bir adam değildi. Gelen kişilere; Benden alabileceğiniz şey şuradaki kilim ve birkaç eşyadır. Beni öldürseniz de bu benim için kazanç olacaktır. Çünkü ben bu dünyada zaten misafirim demiştir. Basil gerçek öğretinin savunucusu olarak ve Arianizm’in ortadan kaldırılmasındaki başarıları ile tarihte önemli bir yer edinmiştir.
Basil Kayseri episkoposu olduğu dönemlerde sadece teoloji ve kilise konularına önem vermemiş, aynı zamanda geniş kapsamlı bir sosyal hizmet ağı da oluşturmuştur. Kayseri’nin şehir kenarlarında Neapolis ve Basilead ismiyle bilinen ve yoksullara adanan bir bina kompleksleri oluşturmuştur.
Basil henüz 50 yaşındayken ölmüştür. Ancak üstün yetenekli teolog geçici olan bu dünyadan ayrılmadan önce kendinden sonra gelen kuşaklara bırakmak için çok sayıda teolojik çalışmalar yazmıştır. Özellikle Üçlübirlik doktrinini iyice ortaya çıkarmış ve kabul ettirmeye çalışmıştır. Ama erken ve zamansız ölümü yüzünden İstanbul Konseyi’nde bu doktrinin resmi olarak kabul edildiğini görmeden ölmüştür.
Büyük basil’in kardeşi olan Nysalı Gregor abisine üstat diye hitap ediyordu. Kardeş olmakla birlikte iki kardeş yapı olarak çok farklı insanlardı. Basil daha katı, Gregor ise daha sakin ve yavaş bir adamdı. Abisi gibi o da konuşma sanatı okumak istemiş, fakat Basil, kardeşinin bu isteğini onaylamamıştır. Mutlu bir evliliği olan Gregor’un karısı çok erken bir zamanda ölmüştü. Gregor gerçek hayatın acılarından kaçmak için dünyasal işlerini bırakıp ağabeyinin kurduğu bir manastıra girmiştir. Fakat daha sonra Ege bölgesinde Arianizm’e karşı bir kale oluşturmak için abisi tarafından yollanmış ve ihtiyaç üzerine istemeyerek de olsa 371’de Nysa –Aydın Sultanhisar yakınlarında- gözetmenliğine getirilmiştir. Ancak beş yıl sonra Ariusçu bir gözetmenler kurulunun verdiği karar üzerine 376’da görevinden uzaklaştırılmış fakat, Arius yanlısı imparator Valens 378’de ölünce Nysalı Gregor tekrar görevine dönebilmiştir. 381’deki ikinci ekümenik konsey olan İstanbul Konseyi’ne katılmış ve orada yaptığı konuşmayla katılanları çok etkilemiştir. Suriye’deki kiliseyi bölmekle tehdit eden bir durumu başarıyla yatıştırıp çözebildiğinden başka, sonraki yaşantısı ile ilgili pek fazla bir şey bilinmemektedir.
Nysalı Gregor, Nazianuslu adaşı kadar etkileyici bir konuşmacı ya da abisi gibi çok başarılı bir yönetici olmadığı halde tarihte etkin bir yazar ve diğer ikisinden de büyük bir teolog olarak ün yapmıştır. Karısının çocuk doğururken çektiği acılarını ve onun ölümünden duyduğu acısını anlatmak için acı hakkında bir kitap yazmıştır.
Platon ve Origen’in alegorik yazılarından etkilenmiş olan Nysalı Gregor insanın düşüşü, Mesih bilimi ve Son Günlere ait konularda keskin görüşlere sahipti. 1.Korintliler 15:28’deki Tanrı her şeyde her şey olacak sözüne dayanarak sonsuz bir cehennemin olmayacağını, cehennemin sadece arıtmak için geçici bir yer olduğunu ve Origen gibi Şeytan’ın da tövbe edeceğini savunmuştur. Ama bütün bunlara rağmen Mesih’in Tanrılığını ve İznik konseyi kararlarını büyük bir güçle savunan birisidir.
Gregor bir dönem imparator Teodosius’un danışmanlığını da yapmıştır. Bu sırada Gregor Theotokos yani Tanrı doğuran ya da Tanrı taşıyan kavramını ortaya atmıştır. Ama bu terim Meryem ile ilgili bir terim değil, sadece Mesih’in Tanrılığını daha net bir şekilde ifade etmek için kullanılan bir terimdi. Tabi ki yıllar sonra bu terimin yanlış kullanılması da kilise de birçok tartışmalara ve ayrılıklara yol açmıştır.
13 yaşındayken ailesi tarafından genç biri ile nişanlanmıştı. Ama nişanlısı ölünce Makrina kendini bekarlığa adamıştır. Kısa bir süre sonra babası da ölmüş ve bunun üzerine Makrina da kadınların birlikte yaşadıkları bir yerde yaşamaya başlamıştır. Fakat daha sonra kendisi dul ve bekar Hıristiyan kadınların beraber yaşadıkları bir ev açmıştır. Markina kilise tarihinde doğudaki kadın manastırlarının başlatıcılarından biri olarak bilinmektedir.
Makrina aslında kendi ailesinde ruhsal olarak başı çeken kişiydi. Özellikle Basil’in hayatında çok büyük bir yeri vardır. O dönemde kadınların aktif bir şekilde öğretmeleri çok fazla görülen bir şey olmamasına rağmen Makrina teolog ve öğretmen olarak anılmıştır. O, kutsal yaşamı ve ağabeylerine olan yardımlarından dolayı erken kilise tarihinde kilise anası diyebileceğimiz bir kişidir ve büyük saygıyla anımsanmaktadır.
Ambros henüz Mesih’e yeni iman etmiş bir adamken Milano gözetmeni ölmüştü. O dönemde batıda başkent Roma değil, Milano idi. Özellikle Arianizm ortada çok büyük bir tehlike olarak ortalıkta dolaşırken Milano gibi batı için önemli bir merkezin gözetmensiz kalması çok büyük bir sorundu. Hem Arianistler hem de İznikçiler boş olan Milano gözetmenliğini doldurmaya çalıştılar. Ama vali kentteki barışı korumak için kendisi bir gözetmen bulmaya çalışmıştır. Vali hem din hem de felsefe bilgisi olan eğitimli ve akıllı bir adamdı. Halk kentteki bu karışıklıktan dolayı çok gergin olduğu için vali katedralin önünde toplanan halka bir konuşma yapma gereği duymuştur. Bu konuşma sırasında kalabalığın içinden bir çocuk bişop Ambros diye bağırmaya başlayınca halk da hep bir ağızdan çocuğa katılmıştır. Bunun üzerine imparatorda Ambros’un bişop olmasını uygun görmüştür.
Ama Ambros henüz vaftiz bile olmamış yeni bir Mesih imanlısıydı. Bu şekilde bişop seçmek o güne kadar uygulanan kilise yöntemlerine hiç benzemediği gibi önder seçmek için belirlenen kuralları da tamamen alt üst etmiştir. Ambros sekiz gün içinde vaftiz edilip bişopluğa hazırlanmış ve atanmıştır.
Bütün bu garipliklere rağmen Ambros bütün zamanların en iyi bişoplarından ve öğretmenlerinden bir olmuştur. Augustin, Onun vaazları aracılığıyla Rab’be gelmiştir.
Ambros’un bişopluğu döneminde imparator Teodosius haksız yere bir kente savaş açmış ve kenti yerle bir etmiştir. Savaş sonrasında Milano’ya gelen imparator, kiliseye gitmek ve Rabbin sofrasına katılmak istemiştir. Ama Ambros kilisenin önünde durup imparatoru içeriye almamış ve ona, haksız yere kente saldırdığı için tövbe etmedikçe ve tövbenin meyveleri görülmedikçe Rabbin Sofrasına katılamayacağını söylemiştir. Ambros, Teodosius imparator olduğu için ona kilisenin herhangi bir üyesinden farklı davranmamıştır. Teodosius da Ambros’a itaat edip tövbe etmiş ve ancak bir süre bekledikten sonra Rabbin Sofrası’na katılabilmiştir.
Altın Ağızlı lakabıyla tanınan Yuhanna Hıristostomos kısa boylu bir adamdı. Kendi başına yaşamak isteyen, bir topluluğa katılmayan bir keşişti. Ama o kadar iyi bir vaizdi ki, şöhreti bütün imparatorluğu aşmıştı. Bunun üzerine imparator onu İstanbul patriği yapmak istedi, ama o imparatorun bu isteğini ret etti. Tabi ki imparator hemen pes etmedi. Askerler gönderip Yuhanna’yı zorla İstanbul’a getirtip patrik yaptılar. O yalnız ve sade yaşamak isteyen bir keşiş olduğu için insanların önüne çıkmaktan, politikadan ve lüks içinde yaşamaktan hoşlanmıyordu.
Yuhanna patrik olduktan sonra madem ki beni patrik yaptınız, o zaman ben de işimi iyi bir şekilde yapacağım demiş, güçlü vaazlarını verdikten sonra herkesin önünde bütün bu hoşlanmadığı zenginlik ve lükse lanet okumuştur. İmparator da Yuhanna’nın söylediği bu sözleri kendi üzerine almış ve Yuhanna’yı sürgüne göndermiştir. Ama halk onu çok seviyor ve onun tekrar patrik olmasını istiyorlardı. Bunun üzerine tekrar patrik olmuş, ama kısa bir süre sonra yaptığı bu sert vaazlarından dolayı da tekrar sürgüne gönderilmiştir. Bu sürgün Yuhanna’nın son sürgünü olmuştur. Çünkü, zaten kötü olan sağlığı sürgüne giderken yolda yaşadığı zorluklara dayanamamamış ve yolda ölmüştür. O dönemde yaşamış birçok Mesih inanlısı gibi Yuhanna Hıristostomos’da inancı yüzünden çok büyük zorluklar çekmiştir.
Ama birçok teolojisi bugün bize biraz garip gelebilir. Altın ağızlı Yuhanna yarı Pelagiyusçu idi. Aslında o dönemde doğunun tamamı bu görüşe inanıyordu, hatta batı da bile yandaşları vardı.
Üç büyük Kapadokyalı uzun yıllara dayanan dostlukları ve enine boyuna yaptıkları tartışmaları sayesinde İznik Konseyi’nde benimsenmiş formüller ve terimler için herkesin kabul edip memnun olacağı bir açıklama ve yorum sağlamışlardır. Üç Tanrı değil ama, tek bir Tanrı Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’ta eşit ve aynı şekilde bulunmaktadır. Bunu tarif etmek için de kişilik ve öz kavramlarını tercih etmişlerdir.
Arianizm’e karşı savaşma işini Athanasius’tan devralan Kapadokyalılar kullandıkları dilleriyle kavrama ve engelleri tümden yok edemedilerse de Arius’un başlattığı inanç ve düşünme akımının sona ermesine sağlamışlardır.
İspanya’da doğmuş olan Teodosius İznikçi görüş taraftarı olduğu için bu dönemde İznikçiler daha iyi durumdaydılar. Teodosius imparatorlukta bulunan herkesin Petrus’un Romalılara emanet ettiği inanca sahip olması gerektiğini buyurmuştur. Konstantin kendi döneminde Hıristiyanlığa birtakım toleranslar tanımıştı ama, resmi din değildi. Fakat Teodosius dönemiyle birlikte Hıristiyanlık artık resmi olarak imparatorluk dini olmuştur. Tabi ki Hıristiyanlığın resmi din oluşu iyi miydi kötü müydü tartışılabilir? Böylece politika kilisenin içine daha fazla girecekti. Aslında Hıristiyanlığın devlet dini olmasını isteyen Ariusçular’dı. Onlar bu fikri Kutsal Kitap’tan desteklemişlerdi. İsa her şeyin başı, Tanrı da Onun başıydı. O zaman İsa nasıl Tanrı’ya bağlıysa kilise de imparatora bağlı olmalıydı. Hatta Ariusçular, Tanrı’ya dokunamadığımız gibi imparatora da dokunamayız diye bir fikir bile ortaya attılar. İznikçiler ise, devlet ve kilisenin ayrı kalması gerektiğini, imparatoru da sadece kilisenin bir üyesi olarak kabul edebileceklerini söylediler.
Kararlı bir Arianizm karşıtı olan Teodosius bu inancı paylaşan gruplar ya da topluluklar kilise olarak tanınmamalı ve hatta yasaklanmalıydılar.
381’de İznik formülünü pekiştirmek üzere Teodosius’un çağrısı üzerine İstanbul’da bir konsey düzenlenmiştir. İznik İnanç Açıklaması tam halini bu konseyde almış ve Hıristiyanlığın devlet dini olmasına da bu konseyde karar verilmiştir. İznik İnanç Bildirgesi’ni kabul etmeyenler de dışlanarak yasaklanmıştır.
İki tarafın teolojik görüşleri politik görüşlerini de etkiliyordu. 453’te batıdaki imparatorluk sona erdiğinde, batıda devlet ve kilise ayrılmak zorunda kalmıştır. Aslında bu da kiliseyi negatif olarak etkilemiş ve Papa’yı ön plana çıkararak vazgeçilmez yapmıştır.
Doğuda ise, imparatorluk devam etmiş ve imparatorla patrik hep birlikte çalışmışlardır. 325’ten 1453’ kadar yaklaşık 1000 yıl boyunca doğuda imparatorluk ve kilise birbirine karışmıştır. Bu da doğu kilisesinin her açıdan özellikle de teolojik açıdan gelişmesini etkilemiştir.
Teodosius’un 381’de toplattığı İstanbul Konseyi sonradan tarihçiler İkinci Ekümenik Konsey olarak tanımlamışlardır. İznik İnanç Bildirgesi bu konseyde son halini almıştır. Bugün de İznik İnanç Bildirgesi kiliselerde kullanılmaktadır. İstanbul’da İznik İnanç Bildirgesi’ne yapılan değişikliklerin en önemlisi yapılan şu eklemedir:
Kutsal Ruh’a inanıyorum. O Rab’dir, yaşam
sağlayan ve Baba’dan çıkandır. Ona,
Baba ve Oğul ile beraber tapınmalı ve yüceltilmelidir. Peygamberler de Onun
aracılığıyla konuştular.
Ve bir tek katolik ve elçisel kiliseye inanıyorum.
Günahların bağışlanması için bir vaftize inanıyorum. Ölülerin dirilmesini ve
gelecek dünyanın yaşamını umutla bekliyorum.
Ancak, dördüncü yüzyılda Toledo’da düzenlenen bir konseyde son olarak batı kilisesi bu bildirgeye Baba’dan çıkandır yerine Baba’dan ve Oğul’dan çıkandır ifadesini eklemiştir. Fakat bu tek kelime doğu ve batı kilisesinde bugün bile hala birleştirilemeyen bir ayrılık yaratmıştır.
Bu ifadelerde aynı öz terimi Kutsal Ruh için kullanılmadıysa da onun Baba ve Oğul’dan aşağı olmadığı, Onun da Tanrı olarak yaratılmadığı ve Baba ile Oğul’a eşit olduğu belirtilmiştir.
Bütün bu olanlardan sonra Arianizm bir süre daha devamlılığını sürdürmeye çalışsa da kaybolmaya mahkumdu.
Suriye Laodikya’sı episkoposu Apollinaris, Mesih’in Tanrı yönünü öne çıkaran ve vurgulayan ilk kişi olarak tarihi kayıtlara geçmiştir. Athanasius’un genç bir arkadaşı olan Apollinaris’a göre, tek bir varlıkta, Mesih’te, bir yandan Tanrısal, sonsuz, değişmeyen, kusursuz ve bir yandan da insansal, geçici, bozulabilen, sınırlı, kusurlu yani birbirine zıt iki varlık bir bütün olarak bulunamazdı. Dahası Mesih’teki insan tarafı belki de günah da işleyebilirdi. İsa’nın günah işleyebilme olasılığı da insanın kurtuluşunu imkansız kılardı. Apollinaris, bu soruna Mesih’teki iki doğanın ilişkisine yeni bir açıklama getirmekle çözüm bulmuştur.
Apollinaris’e göre, İsa’daki Tanrı yanı tüm dolulukla yerinde durabilirken onun insan yanı tam insan olmaktan çıkmıştır. Bu yorumuna rağmen Apollinaris İznik inancına sadık kaldığını düşünüyordu.
Kapadokyalılar Apollinaris’in görüşlerine kararlılıkla karşı koydular. Nazianuslu Gregor, sadece insanlığın bütün öğelerini kendisinde birleştiren bir İsa Mesih’in kurtuluşu sağlayabileceğini ısrarla savunmuştur. İnsan doğasında bulunan her bir unsur gerçek olmasaydı kurtuluş gerçek olamazdı.
Antakya okulunu temsil eden teologlar da aynı şekilde yüksek sesle Apollinaris’in bu görüşlerine karşı koymuşlardır. Onlara göre, İsa’da eksiksiz olarak iki doğa da tümden bulunmaktaydı ve Tanrı nasıl tapınakta olduysa, aynı şekilde Logos da İsa’da konut kurmuştu. Tanrı peygamberlerde ve sonrada Mesih inanlılarında da bulunuyordu ama, Mesih’teki konumu apayrı bir birlik ve ayrılmaz bir bütünlük şeklindeydi.
Apollinaris’in düşünceleri ve öğretileri 374, 376 ve 382’de Roma’da yapılan sinodlarda ret edilmiş ve 381’de İstanbul Konseyi’nde de lanetlenmiştir. Aslında Apollinaris başlangıçta yanlış bir şeye karşı durmak istemişti. Ama bir şeye karşı gelecekseniz öbür tarafta aşırıya gitmemeye dikkat etmek gerekir. Apollinaris bu konuda hata yapmıştır. Mesih’in insanlığını ön plana çıkaran bir görüşe karşı durmaya çalışırken kendisi de Mesih’in Tanrı yönünü ön plana çıkarmıştır.
Düşünüş tarzı ve yorumlama olarak Antakya okulu daha çok Aristoteles, İskenderiye okulu ise Plato’nun etkisinde kalmıştır. İsa’nın tarihsel yaşamını derinden düşünüp çalışan Antakya okulunda, Tarsuslu Diodorus adında çok parlak bir öğretmen vardı ve öğrencileri arasında Moposuestia* gözetmeni Theodore, Altın Ağızlı lakabıyla tanınan Yuhanna Hıristostomos ve Nestorius adında Antakyalı keşiş de bulunmaktadır. Arius da İskenderiye’den çıkmıştır.
Antakya ile İskenderiye arasında özellikle Kutsal Kitap’ı yorumlama açısından çok büyük farklılıklar vardı. İskenderiye alegorik yorumlamaya önem veriyordu. Kutsal Kitap’ı yorumlarken kelime anlamlarına değil, daha çok arkasındaki anlamalara bakıyorlardı. Antakyalılar ise daha çok kelimelerin gerçek anlamlarını alıp edebi olarak yorumluyorlardı.
İskenderiye ve Antakya yorumlamadaki farklılıklarından dolayı Hıristoloji konusunda da farklı görüşlere sahiptiler. İskenderiye, İsa’nın Tanrılığını, Antakya ise İsa’nın insanlığını daha çok vurgulamıştır. Aslında iki tarafta İsa’nın hem insan hem Tanrı olduğunu kabul ediyor sadece bir tarafın daha ağır bastığını söylüyorlardı.
Cyril, İskenderiye tarafının baş önderi ve 412-444 yılları arasında İskenderiye gözetmeniydi. Cyril de, Apollinaris’in öğretilerini ret ederek Mesih’te insanın aklı da dahil olmak üzere insan ile Tanrı doğalarının tümden bir arada olduğuna inanmıştır. Ama, Cyril’e göre Mesih’teki bütünlük sadece Mesih’te insan olup insanın genel özelliklerine sahip çıkmış Logos aracılığıyla mümkün olmuştu. Mesih’in yanı, özel ve birey bir insandan çok genel bir insanlıktı. Cyril ancak bu sayede insan doğası Tanrı’nın sonsuzluğu ve ölümsüzlüğüne sahip olabiliyordu. Cyril ayrıca Meryem’e theotokos yani Tanrı taşıyıcı ya da Tanrı’nın annesi terimini vermiştir. Bu terim daha sonra kilise tarihinde en çetin ve keskin tartışmalara ve ayrılıklara neden olmuştur.
4.ve 5.yüzyılın arasında yaşamış olan Theodore İskenderiyelilerin öğretilerini ret eden birisiydi. Moposuestialı Theodore özellikle Mesih’in iki doğası hakkında çalışmıştır. Ona göre Mesih’te ilahi ve insan olmak üzere iki kişilik vardı ama, insan tarafı daha ağır basıyordu. Tarihte, bu yorumlarıyla Nestorianizm’i ilk yönlendiren kişilerden biri olduğu söylenmektedir. Theodore, iyi bir şekilde Kutsal Kitap’ı izlemeye çalışan bir adamdı, ama bazı konulardaki yorumlamalarında başarısızlığa uğramıştır.
Bir dönem kilise ihtiyarlığı da yapmış olan keşiş Nestorius Antakya’dan çıkıp İstanbul’a gözetmen olarak atanınca kendini var gücüyle sapkın öğretişlere karşı koyma görevine adamıştır. Bunu yaparken en çok da Arianizm kalıntılarını yok etmekle ilgilenmiştir. Nestorius, theotokos terimini kullanmamış, ama bunun yerine hıristotokos yani Mesih taşıyıcı ya da Mesih’in annesi terimini kullanmıştır. Nestorius’un bu tavrını Cyril duymuş ve çok öfkelenmiştir. Bunun üzerine bazı kişiler bu öfkesinden dolayı Cyril’i imparatora ve Nestorius’a şikayet etmişlerdir. Ama Cyril de bu arada boş durmamış, Nestorius’u eleştirecek şeyler bulmaya çalışmış ve sonunda da bulmuştur. Nestorius ise bu tür davranışlara karşı bazen duyarsız davranmış ama bazen de çok sert davranmıştır. Sonunda iki gözetmen sıkı ve sert bir mektuplaşma trafiğine başlamışlardır.
Aynı zamanda her ikisi de bir yandan Roma’daki meslektaşlarına da yazıp görüşlerini anlatmaya çalışmışlardır. Bütün bu mektuplardan sonra dönemin Roma gözetmeni Celestine Nestorius’un görüşlerine karşı karar kılmıştır. Hatta 430’da Roma’da düzenlenen bir sinodda Nestorius’un eğer görüşlerini reddetmez ise kiliseden atılacağı kararı çıkmıştır. Aynı yılda İskenderiye’de toplanan bir gözetmenler kurulu toplantısında da Nestorius’un görüşleri olarak tanımlanan bazı öğretiler lanetlenmiştir. Bu karalar sadece theotokos kavramını kullanmayı ret etmesinin yanı sıra Mesih’in insan ve Tanrı doğası ile ilgiliydi. Nestorius Mesih’i Tanrı taşıyıcı insan olarak tanımlamıştır.
Tartışmalar devam ederken sorunu çözmek için imparator genel bir konsey daha toplatmıştır. 431’de Efes’te yapılan bu toplantı tarihe Üçüncü Ekümenik Konsey olarak geçmiştir. Cyril ve onu destekleyenler Efes’e ilk gelenlerdi ve onlar Nestorius’un Antakya’dan gelecek olan gözetmen dostları Efes’e varmadan toplantıya hemen başlamak istediler. Nestorius da diğer episkoposlar gelmeden önce Cyril’in yönetiminde yapılacak olan bu toplantıya katılmayı ret onlar toplantıyı kendileri yapıp Nestorius’u görevinden alınmasına karar vermişlerdir. Bu karara karşı çıkmaya çalışmaları üzerine de, Efes gözetmeni ve Cyril yanlısı olan Memnon tarafından kışkırtılan Efes halkı Nestorius’a ve onu destekleyenlere karşı kaba güç kullanmışlardır. Kısa bir süre sonra diğer episkoposlarla beraber Antakya gözetmeni Yuhanna Efes’e varınca, Nestorius taraftarları karşı hücuma geçmeye hazırlandılar. Kendileri de bir toplantı düzenleyerek yapılan toplantıyı geçersiz olarak ilan edip asıl konseyi kendilerinin oluşturduklarını iddia ettiler. 43 kişiden oluşan Nestorius yanlıları Cyril yanlılarını Arianist ve Apollinarist olmakla suçladılar ve onları kiliseden atma kararı aldılar. Cyril yanlısı gözetmenler ise yaklaşık 200 kişiydiler.
Bu olaylardan birkaç gün sonra da Roma episkoposunun gönderdiği heyet Efes’e varmış ve konsey görüşmelerine devam edilmiştir. Konsey başladığında kavgalı iki tarafta imparatora davalarını iletmişler ve o da Nestorius’un görevinden alınma kararını onaylamıştır. Bu karadan sonra Nestorius yaşamını orada devam etmesi için bir manastıra sürgün edilmiştir. Antakyalı Yuhanna ise 433’te Cyril’in görüşlerini içeren bir inanç açıklamasını benimsediğini Cyril’e bildirince geçici bir süre de olsa araları düzelmiştir.
Nestorius ise tavrını değiştirmediği için sürgünde kalmaya devam etmiştir. Çoğunlukla Mısır’da geçirdiği bu sürgün zamanında Nestorius yenilmiş, hayal kırıklığına uğramış ve dışlanmış hissettiği için sık sık bunalıma girmiş ve aynı zamanda bedensel olarak da önemli rahatsızlıklar yaşamıştır. Zamanın çoğunu yazmakla ve yaşadığı talihsiz olayları kendi bakış açısından değerlendirerek kaydetmekle geçirmiştir. Bu çalışmalarından biri Trajedi adıyla yayımlanmıştır. Gençliğinde büyük bir adanmışlıkla Mesih’in hizmetine giren Nestorius dünyaya sırt çevirip manastır hareketine de katılmıştır. Örnek yaşamı ve yetenekleri onu sonraki yıllarda İstanbul kilisesi önderliğine kadar getirmiştir. Fakat o öldükten sonra onun adıyla özdeşleşen Nestorianizm öğretisinin ona ait olup olmadığı net bir şekilde bilinmektedir.
Ne Nestorius ne de Cyril Hıristiyan etik standartları ve öğretilerine göre hatasızdı. İkisi, tarihte birçok başka kişinin de yaptığı gibi kilisenin ayrılığına neden olmuşlardır. ama yine de bütün bunlara rağmen ikisi de kendi gözlerinde tamamen samimiydiler.
Nestorius uzaklaştırıldıktan ve Antakya gözetmeni Yuhanna ile bir ateşkes imzalandıktan sonra Cyril yeni hedeflere yönelmiştir. Cyril, Nestorius’un bu sapkın öğretişlerinin baş sorumlusunun Antakya okulu ve Nestorius’un oradaki öğretmenleri olduğunu söylemiş ve onların lanetlenmesini sağlamak için çalışmalarına başlamıştır.
Bunun üzerine Nestorius taraftarı bazı gözetmenler İran imparatorluğuna sığınmak istemişler ve aralarından bazıları İran keşiş okulunda yeni bir yuva bulmuşlardır. Sonradan bu kişilerin bu okulda yetiştirdiği birçok öğrenci İran’ın önde gelen kilise görevlerinde sorumluluk üstlenmeye başlamışlardır. Öğretilerindeki birkaç sorun da halledildikten sonra bu kişilerin doktrinleri Mezopotamya ve İran kilisesinin resmi öğretisi olmuş ve hatta evrensel kiliseyi giderek sapkın olarak görmeye başlamışlardır. Hatta sonraki yıllarda imparatorlukları dahilinde Nestorian Hıristiyanlığı bu inancın müsaade edilecek tek mezhep ya da şekli olduğu ilan ettiler. Bu İran kilisesinin Roma ile bağlarını koparmak için iyi bir fırsat olmuştur. Çünkü Konstantin bu inancı desteklemeye başladığından beri İran imparatorluğunda Hıristiyanlığa şüphe ile bakmaya başlanmıştı.
Mezopotamya-İran toplulukları daha sonra Nestorian Kilisesi adını alıp Mesih’in Müjdesi’ni kendi yorumlarıyla doğunun en uzak köşelerine kadar götürdüler. Böylece sürgünde hayal kırıklığına uğramış olarak ölen Nestorius’un etkisi her şeye rağmen devam etmiştir. Nestorian müjdeciler Müjde’yi Orta Asya’daki Türk kökenli kavimlere kadar ulaştırarak amaçlarını Çin eteklerine kadar sürdürmüşlerdir.
İskenderiyeli Cyril ve Antakyalı Yuhanna yaşadıkça bu iki öğretinin arasındaki anlaşma devam etmiştir. Ancak onlar ölür ölmez tartışmalar daha hızlı bir şekilde yeniden başlamış ve giderek daha da kötüleşmiştir. Bir yanda Antakya ekolü, tüm ilgisini Mesih’in tarihsel yaşamına verip dikkatini Onun insan yönü üzerine yoğunlaştırmıştı. Diğer tarafta ise İskenderiye okulu Kutsal Yazıları ruhsallaştırıp İsa’nın tarihi yaşamını önemsemeyerek öğretilerinde bütün ağırlığı İsa’nın Tanrı yönüne vermişlerdi. Bu doktrin aslında temelini Athanasius’un görüşlerinden almış ve Cyril tarafından geliştirilmiştir. Gerçi Cyril bu düşüncelerin Apollinaris versiyonunu lanetlemişti ama, yaptığı vurgularıyla kendisi de ondan pek farklı değildi.
Bu iki grubun arasındaki çekişme ayrıca kiliseler arasındaki mevki hevesinden dolayı daha da hızlanmıştır. Antakya ve İskenderiye’den sonra geldiği halde İstanbul’un başkent olmasından sonra İstanbul episkoposluğu Roma’dan sonra ikinci konuma yükselmiştir. Ayrıca İstanbul episkoposluğu görevlendirdiği gözetmenleri genelde Antakya’dan seçtiği için İskenderiye buna da bozulmuştur.
444’te İskenderiye’de Cyril’in yerine Dioscrus gözetmen olmuş ve teolojisinde ötekilerden daha da ileriye giderek o da hem İskenderiye’ye hem de kendine ün kazanmak için elinden geleni yapmıştır. 446’da ise İstanbul gözetmenliğine Antakya görüşüne sıcak bakan Flavian gelmiştir.
Kısa bir süre içinde İstanbul’da Eutychen adında bir keşişin görüşleri yeni bir tartışma başlatmıştır. Öncelikle Eutychen, 443’te Antakyalı Yuhanna ve Cyril arasında barış sağlayan inanç antlaşmasını Nestorianist olarak ret etmiştir. Eutychen, İsa Mesih beden almadan yani Tanrısal ve insansal yönü birleşmeden önce Onda iki ayrı doğanın var olduğunu savunmuştur. Ama birleştikten sonra Tanrı ile insan doğası öylesine birleşip karışmıştır ki sonunda tek bir doğa olmuştur ve bu doğa da tamamen Tanrısaldır. Bu görüşleri yüzünden 448’de Flavian’ın önderliğinde İstanbul’da yapılan bir sinodda Eutychen Mesih’i aşağılayan biri olarak inanlılar topluluğundan atılmıştır. Ama Eutychen bu kadar çabuk vazgeçmemiş ve davasını imparator ve Roma gözetmeni de dahil olmak üzere birçok episkoposa bildirmiştir. Flavian da bu toplantıda alınan karaları meslektaşlarına duyurmuştur. Bu yöntem o dönemde kiliseler arası uygulanan bir gelenekti.
O dönemde Roma episkoposu Büyük lakabıyla tanınan I.Leo’ydu ve kendisi Flavian’ın görüşlerini destekleyen Leo’nun Tome’u adıyla bilinen uzun bir mektup yazmıştır. Tome büyük kitap anlamına gelmektedir.Bu mektup batıda benimsenmiş olan ve yıllar önce Tertullian’ın da ifade ettiği görüşleri açıklıyordu. Leo’ya göre Mesih’te ne gerçek Tanrılık olmadan insanlık, ne de gerçek insanlık olmadan Tanrılık yer alıyordu. Mesih’te iki eksiksiz doğa da ötekinin cevheri ve doğasının özelliklerini azaltmadan tek bir kişide bir araya gelmişti.
Bu tartışma da İskenderiyeli Dioskurus Eutychen’in tarafını tutmuş ve konuyu görüşmek üzere imparatoru ve tüm kiliseyi bir konseye çağırmıştır. Efes’te 449’da toplanan konsey, ağırlığını koyan Dioskurus tarafından yönetilmiştir. Bu konseye Leo kendisi gelemediği halde iki yetkili temsilci ile beraber konseyde okutulması için Tome’u da göndermiştir. Ama konseyde bu mektubun okunmasına bile izin verilmemiştir.
Bu toplantının
sonunda İznik Konseyi ile sadakat yemini yenilenmiş, ama aynı zamanda konseyin
büyük bir çoğunluğu Eutychen’i de doğrulamıştır. Flavian ve onu
destekleyenlerden bazılarının da görevlerinden alınmasına karar verilmiştir.
Hatta Dioskurus daha da ileriye giderek Leo’yu bile kilise topluluğundan
uzaklaştırıp onun yerine İskenderiyeli bir rahibi getirmiştir.
449’da
Efes’te yapılan bu konsey daha sonraları Haydut
Konseyi olarak adlandırılmıştır.
Ama Leo kolay kolay pes edecek biri değildi. Hemen İtalya’da yapılmak üzere yeni bir konseyin toplanması için harekete geçmiştir. 451 yılında imparator Marcion yeni bir konseyin toplanması için bir ferman çıkarmıştır. Ancak toplantı İtalya’da değil, başkent İstanbul’un karşısındaki Chalcedon yani Kadıköy’de yapılacaktır. Dördüncü Ekümenik Konsey olarak tarihe geçen bu konseye çoğunluğu doğudan 600 gözetmen katılmıştır. Fakat bu konseye de Leo şahsen yine katılmamış ve yerine daha önce de yaptığı gibi iki temsilci ile birlikte Tome’u göndermiştir. Ama bu kez farklı olarak konsey Tome’un okutulmasına izin vermiştir. Tarihin en büyük buluşmalarından biri olan konsey imparatorun görevlendirmiş olduğu saray yetkilileri tarafından yönetilmiştir. Dioskurus da bu toplantıya katılmıştır, fakat bir önceki toplantıdaki gibi yıldızı parlamıyor ve sesi o kadar çok çıkmıyordu. Konseyin sonunda Leo’nun yazmış olduğu Tome doğru bulunmuş ve benimsenen inanç bildirgesine onun görüşleri de eklenmiştir.
Kutsal ataları takip
ederek hepimizi tek bir ağızla açıklanacak tek bir ve aynı Oğul, Rabbimiz İsa
Mesih, Tanrılıkta kusursuz ve insanlıkta kusursuz, gerçek Tanrı ve gerçek
insan, mantıksal bir ruh/can ve bedenden oluşan, Tanrılığına göre Baba ile aynı
özde ve insanlığa göre bizimle aynı özde, her konuda bizim gibi olmuş ama
günahsız, Tanrılığına göre tüm zamandan önce Baba’dan çıkmış biricik, son
günlere insanlığına göre bizim kurtuluşumuz için Tanrı annesi bakire Meryem’den
doğmuş, aynı ve tek Mesih, Oğul, Rab, tek biricik, iki doğada, karşımadan,
değişmeden, bölünmeden, ayrılmadan, doğanın ayrıcalıkları birlikteliğinden
alınmadan ama daha ziyade her bir doğanın özellikleri birlikte tek bir kişide
ve bir varlıkta korunmuş olarak, iki kişiye ayrılmadan ve bölünmeden ama tek ve
aynı biricik Oğul, Tanrısal Söz, Rab İsa Mesih, peygamberlerin baştan beri ona
ilişkin söyledikleri gibi ve Rab İsa Mesih’in bizlere öğrettiği gibi ve Kutsal
atalarının bizlere aktardıkları gibi inanıyor ve açıklıyoruz.
Dördüncü Ekümenik Konsey’de bu kitaptan şöyle bir formül çıkarılmıştır: İsa Mesih tek doğada karışmaksızın, değişmeksizin, bölünmeksizin, ayrılmaksızın iki kişiliktir.
Kadıköy Konseyi’nin başka bir etkisi daha olmuştur. Leo’dan önce de papalık kavramı olsa da, Leo papaya dönüşen ilk episkopostur. Bunun en büyük nedeni konseyde onun fikirlerinin kabul görmesi ve hatta bu fikirler sayesinde çok önemli bir problemin çözülmesidir. Zaten Roma’nın her şeyden öte Petrus’tan dolayı bir önceliği vardı.
Bu konseyin yapıladığı sırada ölmüş olan İstanbul eski gözetmeni Flavian da bu toplantıda aklanmış, ama Eutychen sapkın olarak ilan edilmiştir. Dioskurus ise görevinden alınıp kiliseden aforoz edilmiştir.
Kilisede başka konular ve kilise düzenini ilgilendiren kanonlar da kararlaştırılmıştır. Aynı zamanda İstanbul episkoposluğunun Roma’dan sonra ikinci olduğu da bu konsey sırasında açıklanmıştır. Böylece İstanbul resmi olarak da daha eski olan Antakya, İskenderiye ve Yeruşalim episkoposluklarının önüne geçmiştir.
Kadıköy’de yapılan konseye rağmen İskenderiye’nin temsil ettiği görüşler yayılmaya devam etti. Gerçi Roma’nın önderliğindeki batı kiliseleri ve İstanbul’a sadık kalan doğu kiliseleri de Kadıköy kararlarına bağlı kalarak bu öğretiyi savunmaya devam ettiler. Ancak doğuda birçok kilise bu öğretiden ayrılarak Monofizit adı altında kendi kilise yöntemini şekillendirmeye başlamışlardır. Bu grup Mesih’teki Tanrısallığı fazlasıyla önemseyip, insansallığını bir kenara bırakmışlardır. Monofizitler’in tanımladığı Mesih’in kişiliği neredeyse tamamen Tanrısaldı. Aslında Monofizitler’in arasında da Mesih’teki Tanrısallığı farklı derecelerde görenler vardı ama, yine de Kadıköy’de alınan karaları hepsi kati bir şekilde ret etmişlerdir.
Bu
bölünmenin bir karakteristik özelliği de yöresel olmasıdır. Mısır’ın neredeyse
tamamı, Habeşistan’ın tümü ve Suriye’nin de büyük bir kısmı Monofizit görüşleri
seçmiştir. Bunun yanı sıra Ermenistan’da aynı yöne doğru gitmeye başlamış ve
Monofizit olmaya meyilliydi. Tabi ki bu gelişmeler imparatorluğun birliğini de
tehdit etmeye başlamıştır.
Justinian döneminde Roma imparatorluğunun inişi bir süre durmuş hatta zayıflamış koca imparatorluk bir süre içinde olsa yeniden canlanmaya başlamıştır. Justinian tahta kadar yükselen bir çiftçinin yeğeniydi. Çok akıllı, aşırı derecede çalışkan, ayrıntılara önem veren, samimi, genellikle sinirlerine hakim olabilen, karizmatik, özel hayatında neredeyse bir rahip kadar tutumlu ve dindar bir adamdı. Kendisi Roma imparatorluğunun sınırlarını tekrar eski hale getirip kiliseyi de birleştirme rüyası ile meşguldü.
Yetenekli generaller sayesinde İtalya, Kuzey Afrika ve İspanya’nın bazı bölgelerinde yeniden Roma egemenliği kazanılmıştır. Yılların düşmanı İran’a karşı da savaşlar sürdürülmüş ve böylece Justinian isteklerine bir nebzede olsa ulaşmıştır.
Justinian, Theodora isminde, kendisi gibi halktan gelme bir kadınla evliydi. Theodora, çok güzel olmakla beraber yetenekli, kararlı ve güçlü bir yapıya sahipti. Şüpheli bir geçmişe sahip olan bu kadın Justinian’a sadık bir şekilde bağlıydı. Fakat teoloji konusunda kocasından farklı bir görüşe sahip olan Theodora, Monofizitler’i destekliyordu. İmparatoriçe, genç kızların fuhuş yapmak için satılmasını engelleyen yasalar çıkarmış ve talihsiz kızların sığınıp yeni bir yaşama başlayabilecekleri bir convent* sistemi başlatmıştır. Yine de Theodora’nın lüks ve gösterişli yaşama olan ilgisinden dolayı saray o dönemde daha bir şatafatlı hale gelmiştir. Kısmen bu yüzden de Justinian döneminde yeni şehirler kurulmuş, yollar ve köprüler yapılmıştır. Justinian’ın yaptırdığı bu eserlerden en ünlüsü de daha önce Konstantin’in İstanbul’da yaptırdığı fakat, bir depremde yerle bir olunca aynı adla ama daha büyük ve daha görkemli bir şekilde yeniden yapılan Aya Sofya’dır.
Justinian teolojiye de derin bir ilgi duyuyordu. Dolayısıyla yıllar süren Hıristoloji konusundaki görüş kavgalarında da yaralı olmak istemiştir. Bu amaçla Justinian iki tarafı barıştırmak amacıyla Kadıköy İnanç Bildirgesini Cyril’in görüşleriyle birleştirmeye çalışmıştır. Bu sayede birçok ılımlı Monofizit’i ikna edeceğini ve böylece de uzlaştırıcı bir anlaşma sağlayacağını umut ediyordu. Hatta Justinian bu amaçla kendi başına temsili olarak üç kişiyi ve yazılarını lanetlemiştir. Bu üç kişi Moposuestialı Theodore, Cyril’e karşı koyan Kıbrıslı Thedoret ve Odessalı İbas’tır. Tarihte onların görüşleri Nestorian’ın ismiyle birleştirilmiştir.
Ama Justinian’ın bu yaptıkları tarafları barıştırmaktansa yeni sürtüşmelere neden olmuştur. Batıda bazı gözetmenler bu davranışı ölmüş ve kendilerini savunamayacak kişilere karşı yapılmış bir hakaret, Kadıköy Konseyi’ne karşı işlenmiş bir suç ve Monofizitler’i doğrulamış bir eylem olarak görmüşlerdir. Bu da tartışmanın ve kargaşanın artmasına neden olmuştur. Papa Vigulius imparatoru desteklediği için İstanbul episkoposu ile ilişkisini kesmiş ve imparatorun papalık üzerinde yetki kurmasına izin vermemiştir.
Justinian bu tartışmalar devam ederken bir umutla yeni bir konsey daha toplatmıştır. Beşinci Ekümenik Konsey olarak tarihe geçen bu konsey 553’te İstanbul’da yapılmıştır. Vigulius bu konseye katılmayı ret etmiş ve konu ile ilgili bağımsız karar verme hakkına sahip olduğunu iddia etmiştir. Bunun üzerine imparator Vigulius’u sürgüne göndermiş ve konseyi onaylayana kadar da sürgünde kalmıştır. Kadıköy Konseyi’nin Cyril yanlı yorumu da kabul edilince, Monofizit eğilimli bu görüş Katolik Kilise’ye resmi olarak da girmiştir.
Ancak Beşinci Ekümenik Konsey de Justinian’ın umduğu birlik ve beraberliği sağlayamadığı gibi ayrılığı arttırmıştır. Özellikle batıdaki kiliselerin büyük kısmı yaklaşık 100 yıl boyunca batıdaki diğer kiliselerden bile ayrı kalmıştır. Bunun yanı sıra Monofizitler’den bazıları bu orta yolu da benimsemek istememiş ve görüşlerinden ödün vermemişlerdir. Hatta bazı bölgelerde özellikle Mısır, Habeşistan, Suriye ve Ermenistan’da Monofizit görüş aşırı milliyetçilik denebilecek seviyelere gelmiş ve Grek kökenli insanların kontrolü altında olmamak adına Monofizit görüşlere daha bir sıkı tutunmuşlardır.
Sonunda Justinian konsey toplayarak anlaşma sağlayıp ikna edemediği için kaba güçe başvurmayı denemiştir. Öncelikle paganizmden kalan kısımları yok etmek için yasalar çıkarmıştır. Atina’daki felsefe okullarını kapatıp felsefe ile uğraşan kişileri bulmak için sadece devlet görevlilerini değil aynı zamanda kilise adamlarını da görevlendirmiştir. Hatta bazı kişileri inançlarından vazgeçmedikleri için idam bile ettirmiştir. Özellikle Frikya bölgesinde hala devam eden Montanistler’e karşı çok sert davranmıştır. Origen yanlısı kişileri de sapkın ilan etmiş ve onlara karşı da sert eylemlerde bulunmuştur. Justinian’ın en ılımlı davrandığı kişiler Yahudiler ve Monofizitler’di.
Justinian son yıllarında kiliseye Aphtartodocetism diye bilinen Monofizit öğretinin bir şeklini empoze etmeye çalışmıştır. Bu görüşe göre, Mesih’in Tanrısal yanı Meryem’in karnına düştüğü andan beri değişime uğramamıştır. Aynı zamanda bu beden günah işleyemezdi ve acı çekemezdi. Böyle bir görüş İsa Mesih’in insan yönünü neredeyse tamamen ortadan kaldırıyordu. Ama Justinian yine de bu görüşü gözetmenlere kabul ettirmeye çalışmıştır. Hatta zor bile kullanmaya kalkmış, fakat ömrü yetmemiştir.
Monofizitler bütün bu olanlardan güç alarak daha da yayılmışlar, ama bir yandan da kendi aralarında da birçok kollara ayrılmışlardır. Altıncı yüzyılın sonunda sadece Mısır’da 20 kadar farklı Monofizit öğretinin olduğu söylenmektedir.
Hıristiyanların kendi aralarındaki bölünmüşlüğü ve özellikle çeşitli grupların ayrılığı imparatorluğun birliği açısından sorun oluşturuyordu. Özellikle de Justinian’dan sonra gelen bütün imparatorlar da bu konuda bir uzlaşma sağlamak için büyük çaba sarf etmişler, ama başarılı olamamışlardır.
611’den başlayarak Roma’nın yıllardan beri düşmanı olan Pers imparatorluğu önce Antakya’yı, ardından da Suriye ve Filistin bölgelerini fethetmiştir. Yeruşalim’de binlerce Hıristiyan’ı katleden ve kiliseleri yağmalayıp yakan Persler 618 ve 619’da İskenderiye’yi de ele geçirerek Mısır’ı da kontrol altına almışlardır. Anadolu’yu da baştan başa fethederek Chalcedon’a kadar ulaşmışlar ve Konstantinopolis’in karşı kıyısına kamp kurmuşlardır. Doğudan gelen İran saldırıları dışında aynı zamanda Bizans imparatorluğuna kuzeyden de Slav ve Avarlar saldırıya geçmişlerdi.
Ama 620 yılında durum birden tersine döndü ve Bizans imparatorluğu kaybettiği toprakları Heraklius önderliğinde geri almaya başladı. Düşmanları olan Avarlara da kendilerinin yanında savaşmaları için para verdiler ve kutsal bir savaş olarak isimlendirdikleri büyük bir seferle Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri aldılar. Ne var ki bütün bu savaşların sonunda her iki taraf da o kadar çok kayıp verdi ki tüm yörede bir güç boşluğu olmuştur.
Tam bu olayların ve güç boşluluğunun olduğu sırada Muhammed’in önderliğinde Araplar güçlenmeye ve 632 yılından başlayarak yeni inançlarını fetih yöntemiyle yaymaya başladılar. Bu fetihler sırasında hem İran’a hem de Bizans imparatorluğuna ait yerleri almaya başlayan Müslümanlar 635’te Şam’ı, 636’da Suriye’yi ve iki yıl süren bir kuşatmadan sonra da 638 yılında Yeruşalim’i fethetmişlerdir. 642 yılına kadar dayanabilen İskenderiye’de bu yılda kapılarını Müslüman fatihlere açmak zorunda kalmışlardır.
İlk başta o yörelerde yaşayan Monofizitler Arapları, kendilerini imparatorluğun kontrolünden özgür kılacak bir kurtarıcı olarak görmüşlerdi ama, bu sevinçleri fazla uzun sürmemiştir.
Bütün bunlar
olurken Bizans imparatoru bütün Hıristiyanların birleşmesi gerektiğini düşünmüş
ve görüş farklılıklarından dolayı kavgalı olan tarafları birleştirmek için
yeniden harekete geçmiştir. Zamanın İstanbul patriği Sergius, imparator Heraklius’a birleşmeyi sağlamak için orta yollu
yeni bir fikir vermiştir. Bu yeni fikre göre, Mesih ve Oğul olan kişi Tanrısal
ve insansal işlerini tek bir Tanrı-insan eylemiyle yapmıştır. Bu Mesih’in tek bir enerji ile çalışmış olduğu
ifadesi Mısır’daki değişik görüşteki Hıristiyanların bir sürede olsa birliğini sağlamıştır.
Ama aynı zamanda bu görüşe değişik saldırılar da gelmeye başlamıştır. Bu bölücü tartışmayı engellemek için Sergius, Mesih’in bir ya da daha fazla enerji ile çalışmış olduğuna bakılmaması gerektiğini ama, herkesin onun bu işleri tek bir istekle yapmış olduğu konusunda hem fikir olmaları gerektiğini söylemiştir. Sergius’un bu düşünceleri kendisinin de önceden yazmış olduğu papa Honorius tarafından da benimsenmiştir. İmparator Heraklius 638’de, en önemli bu iki kilisenin önderlerinin de desteği ile Sergius’un bu öğretisinin geçerliliğini duyurmuştur. Ayrıca Mesih’in bir ya da iki enerji ile çalışıp çalışmadığı tartışmasını da yasaklamıştır.
Kısa bir süre için de olsa bu formül dalgaları yatıştırmıştır. Fakat 641 yılında yeni bir papa gelmiş ve Monotheletism adıyla tanımlanmış bu öğretiye karşı koymuştur. Sırayla gelen papalar da aynı şekilde Mesih’te Tanrısal ve insansal olmak üzere iki isteğin olduğunu söyleyen bu öğretiye karşı gelmişler ve tek bir isteğin olduğunu söylemişlerdir. Batıda bu görüş bir süre sonra üstünlük kazanmıştır. Nitekim Mesih hem gerçek insan hem de gerçek Tanrı ise o zaman gerçek bir insan ve gerçek bir Tanrı iradesine sahip olmalı, aynı zamanda da bu iki istek her zaman uyumlu bir şekilde işbirliği içinde bulunmalıydılar.
600’lü yılların başlarında Hıristoloji konusunda yeni bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmanın konusu, Mesih’in Tanrısal ve insansal işlerini tek bir Tanrı-insan eylemiyle mi yoksa Tanrı ve insan olarak iki ayrı enerji ile mi yapmış olduğuydu. Tartışmaların kilisenin birliğini sağlamaktansa yeni bölünmelere neden olduğunu düşünen dönemin imparatoru II.Konstans, Mesih’te tek mi çift mi enerji var olduğu konusu ile ilgili tartışmaları 648’de yasaklamıştır. Bunun üzerine papa I.Martin yasağa karşı koyarak Roma’da bir sinod toplamış ve Mesih’te iki istek var olduğunu ilan etmiştir. Aynı zamanda bu sinodda zıt görüşte olan İstanbul patriği de lanetlenmiştir. İmparator, Martin’in bu küstahlığını cezalandırmak için onu tutuklatıp İstanbul’a getirtmiş ve işkence ettirdikten sonra da Kırım’a sürgüne göndermiştir. Martin Kırım’da sürgündeyken de ölmüştür. Aslında bu dönemde düşünceleri yüzünden işkence gören tek kişi Martin değildi.
Bütün bunlar olup biterken özellikle Monofizitler’in yoğun oldukları bölgeler Araplar tarafından istila edilmişti. Dönemin Bizans imparatoru imparatorluğa bağlı kalmış kiliseleri birleştirmek arzu ile İstanbul’da bir konsey toplamamıştır. 680-681 yıllarında toplanan ve Altıncı Ekümenik Konsey olarak bilinen bu buluşmada Monotheletism öğretisi ve bu görüşü geçmişte savunan kişiler de lanetlenmiştir. Konsey Mesih’te iki istek ve iki eylem yapma gücünün olduğuna karar vermişlerdir.
Altıncı Ekümenik Konseyi tarihte yüzyıllar süren Hıristoloji tartışmalarının sonu olarak bilinmektedir. Aslında bu konseyde tartışılan konular 8.yüzyılın başında yeni bir imparatorun önderliğinde yeniden alevlenmiş ve hatta Lübnan’da Maronitler adında geniş bir grup Tek istek görüşene karar vermiştir. Ama bu grup da 12.yüzyılda tekrar karalarını değiştirip Roma ile uzlaşma sağlamışlardır.
Bu arada Nestorianlar ve Monofizitler bağımsız varlıklarını farklı bölgelerde sürdürmeye devam ettiler. Arianizm ise, 8.yüzyılda neredeyse tamamen yok olmuştur.
İkonalar ibadet sırasında kullanılabilir mi tartışması 8.yüzyıl boyunca kilisenin gündemini oluşturmuştur. Fikir olarak okuma yazma bilmeyen kişilerin Kutsal Kitap’ı olarak başlayan ikonalar, kabartmalar, mozaikler ve heykeller zamanla kilisede çok büyük bir önem kazanmaya, hatta sorun yaratmaya başlamıştır. Özelikle bir de bu ikonaları ya da resimleri yapan sanatçıların Hıristoloji görüşü de sanatlarına yansıyınca daha büyük sorunlar çıkmaya başlamıştır. Örneğin; 5.yüzyıldan başlayarak mozaiklerde Mesih’in kurtarma özelliği giderek Meryem’e kaymaya başlamıştır. Buna Meryem’in ölmediği ya da erken dirilme ayrıcalığına sahip olduğu gibi inançlar da eklenince Meryem’in kişiliği neredeyse İsa’dan daha öne çıkmıştır.
İmparator III.Leo’ya kadar kilisede zaman zaman putperestliği çağrıştıran bu resim ve heykellere karşı sesler yükselmişti, ama ikonalara karşı kimse Leo gibi bir kampanya başlatmamıştı. Aslında Leo’nun da bu kampanyayı başlatmasının farklı sebepleri vardı. Kendisi doğudan olmasına karşın Grek değildi. Müslümanların Hıristiyanlığa yaptıkları putperest inanç suçlamalarının doğru olmadığını göstermek için ibadette kullanılan bu ikonalara karşı çıktığı söylenmektedir. Bir nedeninin de ikonalara karşı olan Montanistler’i, bu yolla kiliseyle barıştırmak isteği olduğu söylenir. Üçüncü bir nedenin ise onun, imparatoru kilise üzerinde egemen yapma ve eğitim kontrolünü ruhban sınıfın ellerinden alma isteği olarak görülmüştür.
Genelde İkonoklastlar yani ikona karşıtları Grek olmayan ırk ve kültürlerdendi. Onların başkaldırısı aynı zamanda Grek kontrolüne karşı bir ayaklanma olarak da görülebilir.
İkona karşıtlarının gerekçeleri genelde kendine herhangi bir canlıya benzer bir put yapmayacaksın, önünde eğilmeyeceksin, onlara tapmayacaksın, önünde eğilmeyeceksin, onlara tapmayacaksın diye buyuran ikinci emirdir. İkonoklastlar ayrıca, İsa’yı resimleyerek Onun insan ile Tanrı doğalarını ayırdıklarını ve böylece de Nestorian bir görüşü temsil ettiklerini söylediler. İkonaların kalmasını isteyenler ise, ikona karşıtlarını Monofizit olmakla suçladılar. Şamlı Yuhanna ve Studiuslu Theodore ikona savunucularının en önemli sözcülerindendir. Hatta Theodore ikonaları savunduğu için hapse atılıp, zulüm görmüş ve sürgüne yollanmıştır.
III.Leo’nun ikonalara savaş açması tahta geçtikten kısa bir süre sonra 725’te, çok popüler bir Mesih suretinin parçalanmasıyla başlamıştır. Hatta bu olay bir ayaklanmaya neden olmuştur. Bunun üzerine Leo 730’da küçük bir konsey toplatmış ve ikonalara karşı daha sert adımlar atılmaya başlanmıştır. İstanbul patriği alınan bu karara karşı sesini yükselttiği için de görevinden alınmıştır. Bizans imparatoru tarafından göreve atanan son papa III.Gregor da, hükümetin siyasetini protesto etmek için düzenlediği bir konseyde ikona karşıtlarını kiliseden aforoz etmiştir. İmparator da papa Gregor’un bu küstahlığı üzerine Sicilya ile İtalya’da Papa’nın yönetiminde olan Grek episkoposluklarını İstanbul patriğinin yönetimine aktartmıştır. İmparator Leo’nun oğlu V.Konstantin babasından bile daha kararlı bir ikona karşıtı olarak tarihe geçmiştir. V.Konstantin bir konsey toplamış ve ikonaları lanetlemiştir. Ama bu karara ne Roma’daki papa, ne de Antakya, İskenderiye ve Yeruşalim patrikler uydular.
Bunun üzerine ikona isteyenlere karşı şiddetli bir zulüm başlamıştır. Ama V.Konstantin’in oğlu IV.Leo babasının katı politikasını sürdürmemiş ve ikonalara İstanbul’un dışında izin vermeye başlamıştır.
IV.Leo 780’de ölünce dul karısı İrene küçük oğulları yerine tahta geçmiş ve ikonaların ibadette kullanımını desteklemiştir. 787’de İznik’te tüm kiliseyi ilgilendiren ve sonra da Yedinci Ekümenik Konseyi olarak ün kazanan bir toplantı düzenlenmiştir. Papa’nın temsilerinin de katıldığı bu konseyde ikonaların ibadette kullanılması uygun görülmüş, ama aynı zamanda bu durumu bazı kurallarla sınırlandırmıştır. Konsey, ayrıca episkoposların ruhban sınıfına ait olmayanlar tarafından atanmasını yasaklamış ve her kilisenin yıllık bir sinod yapmasını da kararlaştırmıştır.
Ama İznik’te yapılan bu ikona konseyi hemen genel bir onay bulmamıştır. Özellikle doğudaki bazı kişiler ikona karşıtlığına devam etmişleridir. İkonaları destekleyen batıda bile ikonaların kullanımı sınırlı tutulmuş ve hatta 794 yılında Frankfurt’ta yapılan bir konseyde Yedinci Ekümenik Konsey’in kakarları geçersiz olarak ilan edilmiştir.
Fakat 813’te Ermeni asıllı V.Leo tahta geçince ikona karşıtlığı yeniden canlanmıştır. Fakat bu kez ikonaların kullanımı sadece kilisenin dışında yasaklanmıştır. 842’de tahta oturan Theodora ise, İrene gibi ikonaların kullanımını desteklemiş ve 843 yılının ilkbaharında kiliselerdeki ikonaları restore ettirmiştir. Aynı zamanda imparatoriçe Theodora’nın bu hareketi yıllar süre bu ikona kavgasını sonuçlandırmıştır.
Augustin, özellikle Protestanlar için büyük bir kahramandır. Çünkü Reform hareketini başlatan Martin Luther öğretilerinde Augustin’den etkilenmiştir. Aynı zamanda Augustin, Pavlus ve Yuhanna zamanından beri konuşulmayan lütufla kurtuluş, tamamen günahlılık gibi kavramları tekrar gündeme getirmiştir. Augustin’le batı kilisesi kilise babaları dönemini kapatmıştır. Doğu kilisesi ise Augustin’i kilise babası olarak bile tanınmamaktadır.
Hippolu Augustin antik kilise ile ortaçağ kilisesinin bağlandığı dönemde önemli bir rol oynamıştır. Augustin, bir yandan kendi çağına damgasını vurmuş biridir; ayrıca batı kilisesini de yüzyıllar boyunca etkilemeye devam etmiştir. Bir yandan da zamanın moda akımlarıyla da yakından ilgilenmiştir.
Augustin 354 yılında Kuzey Afrika’da basit bir aile de doğmuştur. Zengin bir aile olmamalarına rağmen saygın bir aileydiler ve babası oğlunun eğitimine hep önem vermiştir. Hatta onun en iyi okullarda okuyabilmesi için elinden geleni yapmıştır. Babası Patricius küçük bir çiftçiydi, pagandı; ancak son günlerinde Hrısitiyan olmuştu. Annesi Monika ise tam bir adanmışlıkla Mesih’i izlemeye çalışan bir Hıristiyan’dı ve oğlu üzerinde çok büyük etkisi olmuştur. Augustin’in babası annesini her zaman başka kadınlarla aldatıyordu, öyle ki annesi bile bu durumun farkındaydı. Hatta arkadaşları onu kocan seni başka kadınlarla aldatıyor diye uyarıyorlardı. Monika ise bu uyarılar karşısında biliyorum, ama dua ediyorum diye cevap vererek imanıyla karşısındakileri şaşırtıyordu.
Augustin, babası ile çok yakın değildi. Daha çok annesi ile ilişkileri iyiydi. Oğullarının gerçekten üstün yetenekleri olduğunu görüyorlardı. Cezayir ve Kartaca’da ellerinden geldiğince oğullarına iyi bir eğitim vermeye çalıştılar. Oğullarının okuması için maddi olarak ellerinde ne varsa verdiler.
Augustin, retorik konusunda eğitim almış ve profesyonel bir konuşmacı olarak yetirilmişti. O dönemde bu eğitimi alan kişiler daha sonra avukatlıkta yapabiliyorlardı. Augustin eğitimini tamamlamak için Kartaca’dan sonra Roma’ya ve oradan da Milano’ya geçmiştir.
Augustin bu zamanlarında kendi İtiraflar isimli kitabında da söylediği gibi düşkün ve şehvette bir yaşam sürüyordu. Augustin kitabında Gençliğimin en büyük günahı komşumun bahçesine girip oradan armut çalmak ve o armutları yemeden tekrar komşumun bahçesine atmaktı der. Genç bir adamın yapabileceği en büyük günah armut çalmak mıdır? Aslında Augustin çok fazla suçluluk kompleksi olan bir adamdı ve bu duygusu onun teolojisine de yansıtmıştır. Bir yanda da Augustin bu günahında çok başka şeyler de görüyordu. Bu yüzden de bu günahı en büyük günahı olarak değerlendirmiş olabilir.
Augustin, 15 yaşında Kartaca’da okula giderken bir cariyesi vardı ki, bu o dönemde çok normal ve yaygın bir uygulamaydı. Hatta cariyesinden Adeodat adında bir oğlu da olmuştur. Fakat oğlunu erken yaşta kaybedince büyük üzüntü duymuştur. Augustin Roma ve Milano’ya giderken bu cariyesini de yanında götürmüş, ama annesinin onun saygın bir kadınla evlenmesi isteği üzerine cariyesini geri göndermiştir. fakat, Augustin’in cariyesini bıraktığında da saygın Romalı bir bayan bulamamış ve bir kez daha cariye almıştır.
Augustin, Hıristiyan olmadan önce Manicilere katılmıştır. Maniciliği kuran kişi Mani adında bir adamdı. Manicilik, dualist bir temel üzerine kurulmuş, Gnostizm ve doğu dinlerinden de etkilenmiş bir akımdı. Hıristiyanlık İsa Mesih’te hem insan hem de Tanrısallık olduğunu öğrettiği için Hıristiyanlıkla alay ediyorlardı. Çünkü onlara göre, iyi olan ruhla kötü olan madde bir araya gelemezdi. Maniciler, bedenin kötü olduğunu düşündükleri için bedenin isteklerine karşı çok katıydılar. Cinsel ilişkiyi kesinlikle ve çocuk yapmayı kesinlik ret edip kendilerini dünyadan soyutlamış olarak yaşıyorlardı. Bu zor şartlarından dolayı Maniciliği tam manada yaşayan çok az kişi olduğu gibi bu tip şeylerden etkilenip onları izleyen çok insan da vardı. Aynı zamanda Maniciler, Kutsal Kitap’a da inanmıyorlardı. Kutsal Kitap’ı, içinde birçok cinayet ve tecavüzün yer aldığı kaba ve edebi olmaktan uzak bir kitap olarak görüyorlardı.
Augustin de sürekli günahtan dolayı suçluluk duygusu hissettiği ve bu durumdan rahatsız olduğu için Manicilikten etkilenmiştir. Augustin’i en çok düşündüren konu Kötü Problemiydi. Her şeyi yaratan Tanrı ise o zaman kötüyü de mi Tanrı yaratmıştı? Augustin, ama Tanrı kötü olanı yaratamaz diye düşünüyordu. Mani görüşünde ise, Gnostikler’de olduğu gibi kötü olan dünyayı Tanrı yaratmıyordu. Önceleri bu fikir onun aklına yattı ve Manicilerin öğretmenlerine bu konularda ki sorularını sormaya başladı. Fakat Manicilerin cevapları Augustin’i tatmin etmedi. Augustin’in sorularına cevap veremeyen Manici öğretmenler onu, Manicilerin en büyük öğretmeni olan Faustus ile tanıştırdılar. Fakat Augustin Faustus’tan da sorularına tatmin edici cevaplar alamamıştır. Bunun üzerine Augustin 9 yıllık Mani izleyiciliğinden sonra bu gruptan ayrılmıştır.
Augustin, Kartaca’daki öğretmenlik yapıyordu fakat, öğrencilerinden hiç memnun değildi. Bu yüzden Roma’ya gitmeye karar verdi. Ama dul annesi Monika, onun kendisini bırakıp Roma’ya gitmesini istemiyordu. Augustin ise, annesinden, öğrencilerinden ve Kartaca’dan kaçmak istiyordu. Roma’daki öğrenciler Kartaca’daki öğrencilerden kesinlikle daha iyiydiler ama, okul paralarını ödemiyorlardı. Bu kez de Augustin konuşma sanatını ilerletip avukatlık yapmak için Milano’ya gitmiştir.
Augustin’in hayatında bütün bunlar olurken annesi Monika sürekli dua ediyordu. Hatta bir keresinde Monika bir papaza gidip acaba benim oğlum bir gün Hıristiyan olur mu diye sormuştur. Papaz ise Monika’ya gözyaşlarıyla çok daha fazla dua etmeye devam etmelisin, Tanrı mutlaka dualarına cevap verecektir diye cevap vermiştir.
O dönemde Milano patriği Ambros’tu. Ambros, çok iyi bir vaiz olarak tanındığı için annesi Ambros’un vaazlarını dinlemesi için Augustin’e çok ısrar ediyordu. Augustin de annesinin ısrarlarına dayanamayarak Ambros’un vaazını dinlemeye gitmiştir. Konuşma konusunda profesyonel olan Augustin Ambros’un vaazından çok etkilenmiştir.
Augustin vaazdan kafası karışmış bir şekilde evine döndüğünde kafasında cevaplanması gereken birçok soru ile elinde Kutsal Kitap’ı ile bahçeye çıkmış ve derin derin düşünmeye başlamıştır. Tam bu sırada bahçenin öbür tarafında bir çocuğun al oku, al oku, al oku diye bağırdığını duymuştur. Bunun üzerine Augustin Romalılar mektubunu okumaya başlar.
Romalılar 13:13-14
Çılgınca eğlenceye ve sarhoşluğa,
fuhşa ve sefahate, çekişmeye ve kıskançlığa kapılmayalım. Gün ışığında olduğu
gibi, saygın bir yaşam sürelim. 14 Rab İsa Mesih'i kuşanın. Benliğinizin tutkularına
uymayı düşünmeyin.
İşte bu noktada Augustin 33 yaşındayken hayatını tamamen İsa’ya adamaya karar vermiştir. Daha sonra tekrar İtalya’yı bırakıp Kuzey Afrika’ya dönerek Hippo’ya yerleşmiş ve 34 yıl boyunca hayatının sonuna kadar bu kentte episkoposluk yapmıştır. Zaten Hippo’nun Augustin’den önceki episkoposu kendinden sonra Augustin’in kendi yerine episkopos olmasını istemişti. Augustin tarihte Hippolu Augustin olarak anılmaktadır.
Augustin, yaptığı işler dışında bir çok eserde vermiştir. Bunlardan en önemlisi Tanrı Kenti adındaki kitabıdır. O yıllarda Augustin’in etrafında olup biten her şey bu kitapta bulunmaktadır. Augustin özellikle 410’da Roma’nın yıkılışından çok etkilenmiştir. Büyük savaşların olduğu ve Roma imparatorluğunun yıkıldığı bu dönemde insanlar artık büyük düşünürleri, felsefecileri okumuyorlardı. Bütün Avrupa yanıyordu, antik çağdan kalan bütün eserler yıkılıyordu. Dünyada ün yapmış Roma yolları çamura ve kana bulanmıştı. Daha önce Roma, imparatorluk sınırları içindeki bütün bu yerlere barış getirmişti. Ama şimdi her yer kendi özgürlüğünü ilan etmek istiyordu. Büyük bir medeniyet çökerken yeni küçük medeniyetler şekilleniyordu.
Bu dönemde bütün entelektüelliği ve kitapları Hıristiyan manastırlar korumuştur. Aslında manastırlar sadece kitapları korumakla da kalmamış, halkın arasına inip özellikle savaştan çok fazla etkilenen fakir insanlarla ilgilenmişlerdir.
Batıda bunlar yaşanırken doğuda ise, daha istikrarlı bir durum vardı. Avrupa’da Roma imparatorluğu çökerken doğuda Bizans imparatorluğu adıyla küçülerek devam etmiştir. Ama daha sonraki yıllarda doğuda da durum değişmiştir. Öncelikle İslamiyet’i yaymaya çalışan Araplar, daha sonra da bütün Avrupa’ya sahip olmaya çalışan Türkler tarafından sürekli saldırılar yaşanmıştır. Bu saldırılar sonucunda da Bizans imparatorluğu günden güne daha da küçülerek, ta ki 1453’te İstanbul Türkler tarafından alınana kadar devam etmiştir.
İşte Augustin bütün bu şeylerden etkilenerek yazdığı bu kitabında, insan kenti ile Tanrı kenti – Tanrısal krallık ile dünyasal krallık arasında bir karşılaştırma yapmış ve insan eli ile yapılmış bütün medeniyetlerin yıkılabileceğini ama, sadece Tanrı kentinin ayakta durabileceğini anlatmıştır. Aynı zamanda Augustin burada aklayan savaş ve aklamayan savaş arasındaki farkı da göstermiş ve saldıran savaşın değil, savunma savaşının akladığını anlatmıştır. Augustin bu kitabında savaşın motivasyonuna da değinmiştir.
Augustin döneminde batıda Donatizm tehlikesi vardı. Donatizm, Donatus adında bir adam tarafından başlatılmıştır. Donatistler, çok katı kurallar takip ediyorlardı ve kraldan çok kralcı olmak istiyorlardı.
Donatisler’le kilise arasındaki ilk sorun imparator Decius zamanındaki zulüm döneminde çıkmıştır. Bu zulüm döneminde işkenceden dolayı imanını inkar edenler olmuştu, ama bu kişiler daha sonra tövbe edip tekrar kiliseye dönmek istediler. Donatistler böyle kişilerin kesinlikle kiliseye kabul edilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. Onlara göre hatta kendinizin imandan dönmüş olmanız bile gerekmiyordu. Eğer sizi vaftiz eden kişi imanından döndüyse de yine kiliseye gelemiyordunuz ve vaftiziniz geçerli olmuyordu.
Donatistler bununla da kalmamışlardır. Onlar evrensel kilisenin artık bozulduğunu ve yeni bir kilisenin oluşturulması gerektiğini söylüyorlardı. Bu yüzden de birçok şehirde biri evrensel kilisenin episkoposu, diğeri ise Donatistler’in episkoposu olmak üzere iki episkopos bulunuyordu.
Augustin işte tam böyle bir bölünmenin ortasında yaşadığı için bu sorunla ilgilenmek zorunda kalmıştır. Donatistler kilisenin kutsallığını o kadar çok vurgulamışlardır ki birçok kişi kilisenin dışında kalmıştır. Augustin ise, böyle bir dönemde herkese kollarını açmış ve günahkarların kiliseye ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Augustin’e göre kilise kapılarını herkese açmalı ve gelenlere Söz’ü anlatmalıydı.
Augustin, bu sorunla ilgili özellikle iki fikir ortaya atmıştır.
Bu fikirlerden bir tanesi sakramentlerle ilgilidir. Augustin, sakramentin etkisi sakramenti yapanın değil, sakramenti alanın imanına bağlıdır diyordu.
Augustin’in ortaya attığı diğer fikir de Üçlübirlik hakkındaydı ve hata Augustin bu konuda bir kitap yazmıştır. Toledo Konseyi’nde İznik İnanç bildirgesine eklenen Kutsal Ruh’un Baba ve Oğul’dan gelişi ifadesi Augustin’den alınmıştır.
Augustin’in daha ileriki yaşlarda savaştığı görüş ise Pelagiyusçuluk’tur. Bu akım Pelagiyus adında dindar, İngiliz bir keşiş tarafından başlatılmıştır. Bu görüşe göre, bir insan mükemmel ve günahsız bir yaşam sürmeyi başarabilirdi. Çünkü insanın Adem’den gelen günahlılığını ve günahlı bir benlikle doğduğunu kabul etmiyorlar, günahsız olarak doğduğuna inanıyorlardı. Kişinin iyi işler yaparak günahsız bir yaşam sürebileceğini iddia ediyorlardı.
Augustin’in ise bunun tam tersine inanıyordu. Augustin’e göre, insan günahlı olarak doğuyordu ve ancak İsa Mesih’in lütfü ile kurulabiliyordu.
Pelagiyus, Pavlus’un mektupları üzerine bir kitap yazmıştır. Kilise bu akımdan çok fazla etkilenmiştir. Hatta doğu kilisesi bir anlamda yarı Pelagiyusçu olarak kalmıştır. Zaten özellikle manastırlarda yaşayan keşişler Pelagiyus’un savunduğu kutsallık, paklık gibi erdemlere çok önem veriyorlardı.
Jerome geçinilmesi zor, hassas , alıngan bir adamdı. Batılı olduğu halde zengin bir kadının maddi yardımları sayesinde Beytlehem’de bir manastır kurmuş ve yaşamını bu manastırda geçirmiştir.
Jerome Kutsal Kitap’ı İbranice’den Latince’ye çevirmiştir. Hatta bu çeviriyi yaparken yetmişlerin çevirisini ret ettiği için, Grekçe’den çevirmek yerine önce İbranice öğrenip direkt İbranice’den çevirmeyi tercih etmiştir. Yetmişlerin çevirisini ret ettiği için Hippolu Augustin bile ona kızıp onu eleştirmiştir. Bu nedenle bir süre Hippolu Augustin’le Jerome’nin arası bozulmuştur. Hatta Augustin’e karşı bazı yazılar bile yazmıştır. Ama Augustin Pelagiyusçular’a karşı yazmaya başladığında Jerome de Augustin’le birlikte çalışmışlardır.
Jerome’nin yaptığı bu çeviriye Latin Vulgat denmektedir. Vulgat kelime olarak sade, kaba çeviri anlamına gelmektedir. Çünkü Jerome’nin kullandığı Latince genelin kullandığı bir Latince’ydi. Jerome Kutsal Kitap’ı halkın anlayabileceği bir dile çevirmek istiyordu.
Ama Kutsal Kitap’ın bu Latince çevirisinden sonra bir yanlış anlama daha yaşanmıştır. Bu kez de kilise Jerome’nin yaptığı bu çeviriden dolayı Latince’yi kutsal bir dil haline getirmiştir. Hala Roma Katolik kilise Jerome’nin bu çevirisini kutsal esin olarak kabul etmektedir. Ama bu Jerome’nin suçu değildir. Apokrif yazıları da çeviren Jerome’dir. Bu yüzden de Roma Katolik kilisesi Apokrif kitapları da sahiplenmiştir. Bütün bu yanlışlara ve yanlış anlamalara rağmen Jerome, dördüncü yüzyıldaki en büyük kahramanlardan biridir.
Kaynakçalar:
http://www.katolikkilisesi.com/apolojistikbabalar.html
http://www.katolikkilisesi.com/justinus.html
http://www.katolikkilisesi.com/bilinircilikekarsitepki.html
HANÇERLİOĞLU, Orhan (2002), “Felsefe Sözlüğü”, İstanbul:Remzi Kitapevi, S.142-143, S.382-383.
LEON-DUFOUR, Xavier (2002), “Kutsal Kitap’taki Teoloji Sözlüğü”, İstanbul: Sent Antuan Kilisesi, Ohan Matbaacılık, S.144-151.
Donald D. Smeeton (1997), “Pentikost’tan Reform hareketine Kilise Tarihi”, İstanbul: Müjde Yayıncılık.
P.Luigi İannitto (1998) “Kilise’nin Tarihi Birinci cilt”, İstanbul: Sent Antuan Kilisesi
(2002) “Kutsal Kitap”, İstanbul: Kitabı Mukaddes ve Yeni Yaşam Yayınları.
Kilise Babaları ile Günlük Okumalar
Augustinus (1997), “İtiraflar”, İstanbul, Temuçin Yayınları
Hanspeter Tiefenbach (2003), “Tarihi Hıristoloji”, Isparta
İznik Konseyinde Ne Oldu?
Bildirgemiz; T.Üçal s, 23
A History of Christianity, Bölüm 1, Kenneth Scott Latourette, s.76, Prince Press
Hıristiyanlığın hikayesi, Justo el Gonzales, s.83-84
The Early Church, Henry Chadwick, Penguen Books.
Christian Theology, Millard Erickson. s, 334, Baker Book H.
[1] Latourette, s.76
[2] Hıristiyanlığın hikayesi, Justo el Gonzales, s.83-84
* Ekümenik; bütün dünyada müşterek, ortak olan.
[3] Bildirgemiz; T.Üçal s, 23
[4] Henry Chadwick.
*
Synod kelimesi Grekçe syn-odos yani aynı yolda ilerlemekten gelmektedir. Benzer şekilde synodoporoi yoldaş anlamına gelmektedir.
Kilise kelimeyi herkesin takip edecek
yolu anlamında kullanılmıştır. Konsey
kelimesi ise Latince’deki concil kelimesinden
gelmektedir. Grekçe’de helaein yani anlamı
kabul etmektir. Konseyin amacı herkesin kabul edeceği bir formül bulmaktı.
Synod, bir anlamda küçük konseydir.
*Anatema, Grekçe bir
kelimedir ve Lanet olsun ya da cehennemin dibine anlamına gelmektedir. Pavlus
bu kelimeyi Müjde’yi yanlış iletenler ve terk edenler için kullanmaktadır.
Kilise de daha sonra bu kelimeyi bir öğreti ve gelenek şeklinde kullanmaya devam etmiştir. Galatyalılar 1:8 İster biz, ister gökten bir melek size bildirdiğimize ters düşen bir
müjde bildirirse, lanet olsun ona!
[5] Millard Erickson. s, 334
[6] H. Chadwick.
[7] K. Latourette.
[8] İznik Konseyinde Ne Oldu?
[9] İznik Konseyinde Ne Oldu?
* Moposuestia; daha sonra adı Misis olmuştur. Bugün ise adana yakınlarındaki Yakapınar olarak bilinmektedir.
* Convent, manastıra benzer, birlikte yaşanacak dini bir sistem.